SİNEMA 14 Temmuz 2020
32,2b OKUNMA     558 PAYLAŞIM

Türk Sinemasının Kıyıda Köşede Kalmış Sağlam Filmlerinden: Uzak İhtimal

Ekim 2009 tarihli Mahmut Fazıl Coşkun filmini bir hatırlayalım istedik.


filmin konusu ve anlattıkları

istanbul'a müezzinlik için giden musa ile rahibe adayı clara'nın aşk hikayesi anlatılıyor filmde buruk bir şekilde. her şey yerli yerinde aslında. hiçbir yere sataşma yok. anlatılmak istenen sade ve yalın bir anlatımla sunulmuş önümüze.

sanki çok sakin bir güne uyanmışız. öyle sakin bir gün düşünün ki hiçbir negatiflik yok günde veya hiçbir büyük heyecan, bir şaşkınlık yok. sadece hafif mütebessimlik var. akşam yemeğine sıradan bir yere gidip herhangi bir sevdiğiniz yemeği sürprizsiz ama tadına vara vara yemek, ve üzerine birkaç yudum soğuk su içmek kadar doğal ve içten.

işte film aynen böyle bir film. içten, samimi, yalın, huzurlu, sessiz. her şey olması gerektiği gibi ve olması gerektiği kadar...

Uyarı: Sonrası spoiler içerir.

musa'nın yaşantısına tanık oluyoruz filmde aslında, musa'nın aşkına. müezzin musa, taşradan gelmiş, saf delikanlı. bir kıza gönül veriyor ki kız rahibe adayı. aşkın engel tanımayacağı anlatılıyor filmde bangır bangır ama sessiz, sükunetini koruyor olabildiğine.
ha belki asıl aşk buydu, biz yanlış öğrenmişiz diyoruz. çünkü o kadar saf ki, o kadar hassas, o kadar narin ki. insan kırılmasından korkuyor bazen.

iki karakter yan yana evlerde yaşıyorlar, kapı komşuları. belki hayatlarında komşuluk ilişkisi haricinde hiçbir şey yok, ama birbirlerine bir o kadar da uzaklar. çektirdikleri fotoğrafta da tam somutlaşıyor bu uzaklık.

kızın ismini bile çok sonra öğrenebiliyor musa, öyle çekingen. bulaşık yıkıyor, gözü camda belki clara'da mutfağa girer o esnada diye, yıkadığı bulaşıkları tekrar tekrar yıkıyor sırf mutfakta işi var gözüküpte ona çaktırmamak için. her şeyi içinde yaşıyor.

öyle de saf, iyi niyetli. istanbul'daki yakını yüzünden tutuklanıyor bir ara, hiçbir şey yapmamış olmasına rağmen. artık utancından mı, haksızlığa uğradığından mı, polislerin ona inanmayışından mı yoksa iyi niyetinin suistimal edilişini düşündüğünden midir bilinmez ağlıyor ya nezarette. "abi valla benim bir suçum yok, ben ne bileyim" diyor ya. insanın gidip başını okşayası geliyor, bağrına basası. öyle temiz ki, o nereden bilsin öyle şeyleri.

clara'nın tespihini düşürmesiyle onu vermek için alıyor, peşinden koşup ulaşamayınca daha sonra vermek için cebine atıyor. camide namazdan sonrası "subhanallah" deyip tespih çekmeye başladığında farkında olmadan clara'nın tespihini almış eline, imame olan kısımda haç bulunuyor... yandaki yaşlı amcanın bir bakış atmasıyla fark ediyor ya, insan gülücüklerini tutamıyor.

misafirliğe gitmesiyle camide görevli olan amcanın ona sevdiği birinin olup olmadığını soruşu ve çekinerek söyleyememesiyle anlaşılması. amca soruyor ya "dinine düşkün mü" diye, musa ne desin burda? clara elbette dinine çok düşkün... "evet" diyor... amcanın hoşuna gidiyor.

clara'nın hayatıysa musa'ya göre daha sade. musa'dan daha sessiz. penceresinin önüne yemek bırakıp güvercin doyuruyor, kiliseye gidiyor.  annesi- babası yok, sadece evinde annesi gibi gördüğü yatalak ve konuşamayacak derecede hasta olan rahibe bir kadına bakıyor o da filmin ilerleyen dakikalarında ölüyor zaten. az bir parayla geçimini sağlıyor, sabahları sadece reçelli ekmek yiyor. ailesine dair elinde hiçbir şey yok. o da sahaflardan aldığı başkalarına ait eski 3-5 fotoğrafla kendine albüm yapıyor incelikle. kendine ait tek fotoğrafı musa ile çekildiğiyken onu da italya'ya gitmeden götürüp musa'ya bırakıyor. allah'ım ağlamak istiyorum.

ne acıdır kişinin ailesine ait hiçbir şeyi, anısının bile olmayışı. bizim önünden geçerken yüzümüzü bile döndürmediğimiz fotoğraflar bile bazılarına umut olabiliyor demek, o halde bu hayatı biz fazlasıyla küçümsemişiz maalesef.

neyse, bunlardan başka clara hakkında bir şey bilmiyoruz. ha bir de, sahaf babası çıkıyor sonralarda, onu öğreniyoruz. ama duygularına, hislerine ait hiçbir şey yok elimizde. filmin eksik taraflarından birisi de bu. belki anlatılacak hiçbir şeyi yok bu kızın ama en azından çocukluğundan bir iki anı serpişseydi diyor insan. nereden geldi o eve, o baktığı kişi küçüklüğünde ona nasıl baktı, nasıl sevdirdi kendini... eksik kalmış evet bu kısım. belki biz dolduralım diye boş bırakılmıştır, kim bilir.

film aynı zamanda türkiye'nin çok kültürlülüğünü ele alıyor aslında. iki ucun yan yana nasıl yaşadığını. aslında olması gerekenin bu olduğunu biliyor ve anlıyoruz. ve film clara'nın italya'ya gidişiyle uğurluyor bizi, musa'nın hislerini dile getirememesi ve sevdiği kızın gidişini izlemesiyle. iç çekişlerle. boğazımıza biriken hüzünle.

Spoiler'ın sonu.

bilindik, izleyici sevinsin diye sevenleri kavuşturan bir senaryo yok, hayat kadar gerçek ve acı bir son var. oyunculuksa harika.

filmde beni rahatsız eden noktaysa çekimi. sürekli eşyaların arkasından sanıyorum ki el kamerasıyla çekilmiş sahneler. bir biblonun arkasından, bir yatağın, bir demirin, bir başka şeyin. bunlar filme çekicilikten ya da gizemlilikten ziyade fazlasıyla iticilik katmış.
bu tür sahnelerde normal çekim ya da yakın çekim yapsalarmış daha ilgi uyandırırdı bana kalırsa. başka da bir rahatsızlığım olmadı, olduysa da hatırlamıyorum.


uzak ihtimal, polis ile birlikte modern türk sinemasının zirve yapıtlarından bir tanesidir

iki yapıt da ortalama seyirciye hitap etmez. ortalama bir seyirci bu iki filmin sonunu zar zor getirir. bu filmlerden sonra yapacağı yorum "bok gibiydi. çok sıkıldık. sonu bağlanmamış, bazı sahneleri aşırı komik." şeklinde olacaktır.

fakat lakin ki öyle değildir. birisi realist (uzak ihtimal) akımda, diğeri post-modern(polis) akımda türk sinemasında çığır açmış eserlerdir. örneğin musa rami gibi 63 yaşındaki birisinin o dövüş sahneleri saçmadır. bir ortalama türk seyircisinin bu sahneler hakkında yapacağı yorum şu olacaktır: "çok güldüm, çok komikti. komik olduğu kadar da saçmaydı.". bunu söyleyen adama "amaç da zaten saçma bir sahne ortaya çıkarmak." dersen, "sikeyim öyle filmi." der. çünkü bilmez post-modern akımın ne olduğunu. aynı adam, quentin tarantino'nun filmlerine bayılır. çünkü holywood bir kere. ayrıca kan çok, dövüş sahneleri mükemmel. aksiyon doludur. ama o da post-modern eserler vermektedir. polis'te olduğu gibi o da bazı sahne tekniklerini kullanmaktadır.

uzak ihtimal'de de durum böyledir. film genel olarak çok sıkıcı bulunmuş, kötü film listesine hiç düşünülmeden eklenmiştir. ortalama seyircinin umrunda değildir çünkü hangi akımdan etkilenildiği. aksiyon olsun, duygusal kısımlar abartılı şekilde olsun, melankoli hâli yaşayan ve yakışıklı/güzel kahraman olsun yeter. ama ömründe fyodor mihailoviç dostoyevski, lev nikolayeviç tolstoy, stendhal, honore de balzac gibi realist yazarları okuyan birisi için yani realizmi ve örneklerini iyi bilen birisi için bunlar pek önemli değildir. onların realist bir eserde aradığı nitelikler şunlardır: "kahramanlar, gerçekten sahip olduğu statü gibi mi yansıtılmış?", "abartı yapılmış mı?", "filmin gerçeklik kısmında kusurlar var mı?", "gereksiz detaylarla yüklü mü?" gibi sorular ışığıyla filmi izlerler. eğer bu soruların bütün cevabı kendi aradığı cevap gibiyse, film onun için kusursuzdur.

şimdi uzak ihtimal, bu sorulara realist birisinin beklediği cevapları veriyor. işte bu filmi muazzam yapan da budur. müezzin müezzin gibi yansıtıldığı için sever filmi. ama ortalama seyirci, müezzin werther (die leiden des jungen werthers) gibi yansıtılsaydı o filmi göklere çıkartırdı.

işte ben bu iki filmi, bu yüzden seyirci testi olarak görürüm. kolay hazmedilmeyen, yeri geldiği zaman sahneyi geri sarmayı isteyen filme tahammülü olan birisi gerçek seyircidir.

Filme dair bir eleştiriyi de buraya bırakalım

rahibeler ya da rahiplerin herhangi bir din bağı olmayan insanlarca ayartılması veya birbirlerini ayartmaları bir çok edebi ve görsel eserce işlenmiş popüler muhalif konulardan.

m. fazıl coşkun'un uzak ihtimal'i de ilk bakışta işlediği “rahibe ve müezzin yakınlaşması” ile bu tipolojinin uç örnekleri arasında kabul edilebilecekken film bir “olamama” ya da “mümkün olamama” durumuna bağlandığı için farklılaşıyor.

bu olamama hali filmin isminin de çağrıştırabileceği gibi bakış açısının -yönetmenin ve karakterin-böyle bir ilişkinin uzak ihtimal dahilinde olduğu şeklindeki ön kabulünden ileri geliyor. filmi tamamıyle müezzin in açısından izlememiz bu şekilde düşünmeme sebep olan etkenlerden biri. olaylar, olaylara müezzinin verdiği safiyane tepkiler, müezzinin şehir kültürüne yabancılığı filmin ilgilendikleri. asıl problem olarak görünen türkiye'de-istanbul'da rahibe olmak olgusu filmde yeterince detaylandırılmıyor hatta görkem yeltan'ın kiliseden çıkıp hızlı hızlı evine yürüyüşü ve şile'ye dahi o yaşına kadar gitmeyişi dışında filmde bu bahse dair pek bir şey yok . bu izolasyonun sebebinin toplum baskısı mı , kızın farklı bir din mensubu veya öksüzlüğünden kaynaklanan bir karakter sorunu mu olduğu şeklindeki sorular cevapsız kalıyor . kızın adeta asosyal bir karaktermişçesine sunulup sahafla tanıştıktan sonra yavaş yavaş açılması şeklinde verilen bilgi akışı filme hakim olan gercekçi bakış açısına aykırı düşüyor.

bunların yerine müezzin karakterinin taşralılığı, edilgenliği ve şaşkınlığı filmin temposunu belirliyor. filmdeki baba-sahaf figürü iki karakteri birbirine bağlayacak eskiliği-yaşanmışlığı ya da tarihselliği ki bunu iki büyük dinin derin geçmişleriyle de ilişkilendirebiliriz, taşıyor. bu sorumluluk hadi sizi yalnız bırakıyım'cılıktan öteye gitmese de karakterlerin birbirleriyle temasının ancak ve tek belirleyicisi/müsebbibi olması bakımından filmin omurgasını oluşturuyor. ancak bu figürün, ki bunu tarihin ta kendisi olarak anlamlandırmayı uygun görüyorum, daha babalığını açıklamanın zamanının gelmediğini belirtmesi ve akabinde müezzinin de aynı yönteme başvurmasıyla filmdeki sonsuza giden ihtimalsizliğin ve asla bir araya gelemeyişin de tek sebebi olarak görülebilmesi filmdeki önemli bir çelişki olarak göze batıyor. müezzin ve rahibenin bir araya gelişi babanın kol kanat germesiyle pekala olabilecekken, bu durumun akışına bırakılması rahibenin anavatanına dönmesiyle sonuçlanıyor ve olası bir birleşmenin ve yıkılası bir tabunun daha da derinleşmesine ve en fazla uzak ihtimal olabilecek kadar yakınsayabileceğine ispat görünüyor. film bu tespiti yaparak bize bir şey söylemiş olmuyor, sadece olamamasının meşrulaştırılması ya da toplumsal ve psikolojik kökenleriyle tanışıklığımızın artmasına yardımcı oluyor.