EDEBİYAT 26 Şubat 2019
28,1b OKUNMA     671 PAYLAŞIM

Türk Edebiyatının Son Dönemdeki Durgunluğuna İsyan Eden Bir Yazar Eleştirisi

Edebiyatımızın tekrara düştüğü konuları, yazım yöntemlerini ve yeni dönem yazarların eksikliklerini eleştiren sivri bir yazı.
iStock

birkaç istisnai ismi elersek türk öykücülüğü: babadan anneden, dededen anneanneden, mevlütte yapılan helvadan yazlık ve köylerdeki anı fragmanlarından, yarım kalmış sevdaların tortulanmış hüzünlerinden, mahalle içi yaşamdan, yurt arkadaşlarından, okul hatıralarından, kasabalardan esnaftan, ayıcılardan lunaparklardan, intihardan melankoliden bozkırdan, çiçekten böcekten ve aldatmaya temayülden geçilmeyen kendine has bir tür.

başı omzuna düşmüş, kirli sakallı dağınık saçlı, sigara tüttüren hüzünlü erkek yazarlardan, aşk yalnızlık ve ıstırabı bir fetiş haline getirmiş kadın yazarlara, öyküyü, bu neo-arabesk, bu kabuğundan çıkamayan, fetüsüne hac yolculuğuna çıkmış şu hüzün loncasından kurtaracak biri var mı acaba? aforizmalardan kurtulabilir miyiz mesela? yazarlarımız anılarının ve duygularının güvenilir sularından ayrılıp başka, bambaşka şeyler yaratabilir mi? edebiyatın salt boşalım değil yaratmak olduğunu hatırlayabilir miyiz lütfen?


çok merak ediyorum, türk eleştirmenlerle akademisyenler, yazarlarla fuar – sosyal medya – dergi ve yazar atölyesi münasebetiyle kurdukları abi abla- kardeş ilişkisinden azade bir gün bu meseleye tam manasıyla eğilip “ne oluyoruz?” diye sorabilecek mi? değerlendirmek için ellerine aldıkları öykü kitaplarına hatır için güzelleme yazacakları yerde, dosdoğru eleştirecek, dün konserde beraberken fotoğraf çekip twitter’da paylaştığı yazarı bugün tenkit edecek güce ve karaktere kavuşabilecek mi? nurullah ataç, fethi naci veya günümüzden orhan koçak olmalarını beklemiyor kimse ama yetmedi mi artık?

semih gümüş’ünki başta olmak üzere, yazar atölyelerinden yetişme yazarları yazdıklarında en ufak özgünlük ve sanat tınısı olmamasına karşın edebiyatımızın başına gelmiş en güzel şeymiş gibi palazlandıran, her ay başka bir dergide o isimlere yer veren edebiyat mecrasındaki ahbap çavuş ilişkisini bir gün şapkayı önümüze koyup tartışabilir miyiz?

Duayen eleştirmen Nurullah Ataç

short story (kısa öykü) denen türün evrensel olarak 7.500 kelimeye kadar (hatta novella’yı es geçersek 18.000 kelimeye kadar) yolu olduğunu biri anımsayabilecek mi? kısa öykü denen şeyin sadece ve sadece 2.000 kelime ve aşağısı öykülerden oluşmadığını biri anlatabilecek mi bu yazarlara? her konuyu ve meseleyi 2.000 kelimeyi baz alarak yazmanın yazarı hazır tariflere mecbur bıraktığını, her öykünün illaki etkili bir cümle ile başlamak mecburiyetinde olmadığını, her öykünün illaki sade olmayacağını; tekniğin sanatın önüne atılamayacağını, teknik ve üslubun kimi zaman anlatılacak şeye göre şekillendiğini biri dile getirebilecek mi? tüm bu yanlış anlamaların ve kolaycılığın, yazarı farklı olsa da çoğu öyküyü tek bir kalemden çıkmış gibi hissettirdiğini biri itiraf edebilecek mi?

atölye veya benzeri oluşumların, müfredat- rehber dinleyici ikiliği vb nedenlerle ister istemez normlar yarattığını, edebiyat gibi kendini yıkarak her defasında koza örerek var olan bir sanat dalı için bu kadar çok norm ve tekniğin boğucu olduğunu aktarabilecek, onun bunun ne düşündüğü telaşına kapılmadan yazabilecek biri var mı? dramatize etmek istediğim yok, bugün anadolu’da öykü yazmaya kendini adamış yüzlerce genç varken, bazı metropol yazarlarının yazar atölyelerine girip ona buna dalkavukluk yaparak network kurup kitabını yayımlattığını, kurduğu bu arkadaşlıklar sayesinde her iki ayda bir kesinlikle bir dergide kendi hakkında yazılmış bir makaleyi garantiye aldırdığını itiraf edebilecek miyiz?


kadınların yüzlerce yıl boyunca -neredeyse her alanda olduğu gibi- görmezden gelindiği edebiyat dünyasında yer edinebilmeleri için pozitif ayrımcılık yapıldığını, kendini kesinlikle geliştirmesi gereken, dile getirildiğinin aksine kesinlikle eril dili çözümleyemeyen kadın yazarların sırf kadın oldukları için okşanıp övüldüğünü biri anlatabilecek mi? var mı bu cesaret? uluslararası camiada kimi zaman bazı türk romanlarının ilgi gördüğü aşikarken neden bir türk öykücünün sınır ötesinde tutunamadığını, kitabı çevrilse bile okunmadığını, ilgi görmediğini; velhasıl kelam türk edebiyatındaki agorafobiyi (açık yerlerde bulunmak korkusu) izah edecek, lokalden yola çıkıp salt kendimize seslendiğimizi, salt türkiye’yi gören ve dünyaya dar gelen bir perspektifimiz olduğunu açıklayıp çözümlemelere gidecek biri var mı?

böyle biri varsa mümkünse freud’un sadece baba oğul çatışması ve oedipus kompleksinden ibaret olmadığını anlatsın zira anladığım kadarıyla türk öykücüsü (ayrıca türk sinemacısı) freud’u okuyup anca bu iki şeyi anlamış, onun da cılkını çıkarmış. babanız kadar başınıza taş düşsün!

Yeni Kitabı Antika Titanik'ten Hareketle Sade Bir Murat Menteş Edebiyatı Eleştirisi