Türk Askerinin Ne Denli Güçlü Olabildiğine Dair Kore Savaşı Yıllarına Uzanan Nefis Bir Hikaye
mehmetçiğin buraya yazmak istediğim yüzlerce tanımı var, ama aralarından seçim yapmak da zor. tanım yapmak yerine ilginç dayanıklılığına dair bir hikayesini anlatayım.
tarih 1953 nisanı, yalu nehrinin batısı.
kore savaşında esir olmuş müttefik askerlerinin tutulduğu bir komünist çin esir kampı.
komünist çin cenevre anlaşmasının esir askerlere davranışları düzenleyen üçüncü bölümünü komple yok saydığı için kampta koşullar korkunç. çin bunun yerine esirlere konfüçyan bazı temellere dayanan bir "tolerans rejimi" uyguladığını yazıyor. ama aslında ortada belli bir organizasyon var gibi de durmuyor. esir edilenlerle teslim olanlar aynı yerde tutuluyor. subay astsubay rütbeleri sökülüyor. esirler sıfır hijyen koşullarında, tıkış tıkış barakalarda, açlıkla terbiye ediliyorlar. dayak ve rastgele idamlar artık vaka'yı adliyeden sayılıyor. esirler ağır işlerde çalışmaya zorlanıyor.
açlıkla terbiye etmekten kastım da çinliler bunu literal (kasıtlı) olarak yapıyorlar. ülkede aslında yiyecek bol. ancak zannedersem bir türlü üstesinden gelemedikleri bir lojistik sıkıntıları var. gelen yiyeceği de esirlere vermek istemiyorlar. esirlerin her kabahatine bambu sopalarla ağır bir dayaktan sonra kamp genelinde bir öğün yarılama uygulanıyor. mesela o gün biri kamptan kaçmaya çalışırken vuruldu mu? kamptaki herkes ertesi üç gün boyunca yarım öğün yemek yiyor. bu süre içinde bir olay daha mı oldu, öğün çeyreğe iniyor. kore savaşında katılan yirmi beş kadar ülke olduğu için, çinliler de bunu bildiği için bu kampta esir olan ve birbiriyle anlaşmakta zaten yeterince zorluk çeken müttefikleri de birbirine karşı iyice gaza getirmiş oluyorlar. yine yunanlılar kaçmış, yine falanca olaya karışmış diye kampta laf çıktı mı millet birbirine düşmanlık besliyor. bunun da yanında yetersiz beslenme, aşırı kalabalık yatakhaneler ve sıfır hijyen esirleri dizanteriden kırıyor. ancak çinlilere bu yetmiyor. esarette ölen her müttefik askeri onlar için beslemekten kurtulacakları bir emperyalist düşman olduğu için müttefiklerin açlıktan hastalıktan ölüyor olmalarını hiç de iplemiyorlar.
gelen esir sayısı düzenli olarak artış trendinde olduğu için çin ordusu esirlerden kurtulmanın çin usulü bir metoduna başvuruyor ve tüm kampı iki haftalık çok ağır bir perhize sokuyorlar. yiyecek genel günlük kalorinin %12 seviyesine kadar düşüyor. kişi başı 200-250 kalori arasına iniyor. bu da kampta yaşamı çok zorlaştırıyor. ağır işte çalıştırmalar falan hiç azalmadığı için esirlerde dizanterinin de etkisiyle epey ölüm de vuku buluyor.
ikinci haftanın sonunda çinliler hiç beklenmedik bir şey yapıyorlar ve bir pazar akşamı kazanlarla yemek getiriyorlar. sütsüz pişmiş pirinç lapası. kişi başı iki tabak kadar yemek geliyor. tüm kampta bir bayram havası esiyor. yiyen bir daha yiyor. bitiren bir daha alıyor. sonraya saklamak için torbalarına yemek koyan askerler falan peyda oluyor. o gece herkes yatağa mutlu giriyor.
ama gece büyük acılarla uyanıyorlar. uzun süre açlıktan sonra sindirilmesi en zor besinlerden birini böyle birdne deli gibi yiyince esir askerler hayatlarında gördükleri en büyük karın ağrılarıyla karşılaşıyorlar. bağırsakları çatlıyor. çoğu iç kanamadan kıvrılarak korkunç acılarla inleyerek yataklarında ölüyor. kampta revir zaten yok. amerikalılar, yunanlılar, ingilizler, hollandalılar, avustralyalılar, filipinliler hepsi mide kanamasından bağırsak çatlamasından sapır sapır ölüyorlar.
ama türkler ölmüyor.
cesetlerin kamptan çıkarılması sırasında çinli kamp muhafızları ölenin ismi, yaşı ve milliyetini kaydederken bu hayatını kaybedenlerin sayılarındaki garip milli disparite (uyumsuzluk) muhafız komutanının ilgisini çekiyor. karın ağrısı çekip ölen türk askeri var mı diye diğer ceset toplama istasyonlarına kapılara gidip bakıyor ama orada da listelerde ölen türk göremiyor.
muhafız komutanı kamp komutanına gidiyor ve esirleri yiyecekle kırma planının işe yaradığını ve kampta yüzlerce kişinin öldüğünü sayılarla birlikte raporluyor. "ama" diyor. "hiç türk askeri ölmedi, nedendir biz de anlayamadık"
daha sonra belki ölürler diye düşünüp bekliyorlar ama bakıyorlar ki ölmek bir yana türk askeri pirinci yiyince sanki daha bir kuvvet gelmiş, siperleri daha bir şevkle kazıyorlar. koskoca ağaç kütüklerini taşırken türkü söylüyorlar. hiç ölecek gibi bir halleri yok. çinli komutanlar da bu ne lan diye birbirlerine bakıyor.
kamp komutanı o haftasonuna kadar hiç türk askeri ölmeyince içtimada türk esirlerin grubuna gidip bir süre duruyor. öğrenmenin başka yolu olmadığından esir türk komutanı olan yüzbaşıyı parmağıyla çağırıp tercüman vasıtasıyla ingilizce soruyor.
-"siz nasıl böyle herkes ölürken hayatta kalıyorsunuz?"
-"allah'ın hikmeti işte kumandan bey"
çinli komünist komutan cevaptan hiç hoşlanmıyor. hışımla dönüp türk esirlerin 7/24 kuleden gözetlenmesi, neyi farklı yaptıklarının hemen bulunmasını istiyor. gözetleme kulelerinde çinli gözetçiler dürbünlerle türk esirleri bir bir izlemeye başlıyor.
çinliler bakıyorlar ki türk esirler ikili üçlü gruplar halinde dikenli tellerin hizasında kamp boyunca volta atarken habire eğilip kalka kalka yürüyorlar. yerden bir şey alıp kalkıp yürümeye devam ediyorlar. özellikle yeşil otluk çimenlik olan yerlerde daha bir eğilip kalkıyorlar. çinliler hemen alarm verip diz boyunda otların olduğu yere süngü takmış vaziyette koşup türklere yetişiyor ve hepsini yere yatırıyorlar. don gömlek soyup ceplerini arıyorlar ve ot buluyorlar. ot!! ebegümeci, yılanyastığı, kuzukulağı, ısırgan.
1950'lerde türk tugayındaki askerlerin çoğu çiftçi olduğundan ve köyden geldiğinden ne otu yenir ne otu yenmez manhattan new york'tan gelen bir amerikalıya göre çok daha iyi biliyorlar. zaten hepsi gariban olduğundan açlık bunları bir kere kolay kolay vurmuyor. adamlar gezinirken boş gezmeyelim diye yerde yenebilir ot buldukça alıp koparıp arkadaşlarına veriyorlar. sebzeler ve otlar çok lifli olduğundan mide ve bağırsağı sürekli faal tutarak tembelleşmesine asla izin vermiyor. dolayısıyla mehmetçiği aç bırakarak öldürmek öyle kolay değil. adam zaten açlıktan gelmiş, bulgura talim bir hayat yaşamış. conilerin tomilerin sapır sapır öldüğü bir ortamda pirinç görünce oh be doyacağız seviniyor mehmetçik.
çinli kamp komutanı bunu duyunca hiç bir şey dememiş. gülümseyip türklerin rahat bırakılmasını emretmiş.
işte maoist köylü devrimi yapmış bir ülkeye esir düşüp orada da garibanlığı sayesinde düşman subayının kafasında oluşturduğu emperyalist stereotip çerçeveden bir anda çıkabilen bir anti kahramandır mehmetçik. tarihi boyunca düşmanının üzerinde bıraktığı bu rustik delikanlı etkisi de kendisine duyulan saygının ana kaynaklarından birini oluşturur. bir taşralının olması gerektiği gibi dayanıklıdır, saftır ve dürüsttür. kötü koşullar altında 1870'lerden beri pek çok batılı gözlemcinin de raporladığı üzere hesapta olmayan zorluklara beklenenin ve batılı akranlarının çok üstünde bir bir katlanma gücü vardır.
sayılara vurursak 7 bin amerikalı esirin katastrofik (feci) sayılacak 2800'ü kore savaşında esir kamplarında bu şekilde yöntemlerle ölmüştür. esarette %40 zayi de auschwitzden biraz daha hallice koşullara işaret eder. buna nazaran türk tugayı 217 esir verip amerikalıların %40 öldüğü kamplarda kimseyi geride ölü bırakmamıştır.