SİNEMA 4 Ağustos 2022
42,4b OKUNMA     370 PAYLAŞIM

Titanic'teki Jack ve Rose Arasındaki Aşkın Size Farklı Şeyler Düşündürecek Analizi

1997 yapımı kült filmdeki iki karakterin ilişkisini biraz incelersek, bu aşkın maksimum seviyede ideal olduğunu görüyoruz. Buyrun detaylara.

bu başlığı nasıl açacağımı bilemedim. çünkü insan psikolojisine dair son derece önemli bulduğum bir konu bu. elimden geldiğince sade bir dil kullanarak tespitimi açıklamaya çalışacağım. bu yazı: james cameron'un meşhur titanic filmindeki "jack dawson ve rose dewitt bukater" karakterlerine dair derin analizler içerme olup, tamamen kişisel yorumlamalarımdan ibarettir. öncelikle kendi aforizmamı sunarak başlayacağım. akabinde, gelin bu iki karakter ve aralarındaki ilişkiyi biraz inceleyelim:

rose'un "özgürlük" arzusunun nesnesi jack karakteridir. jack'in "ölüm" arzusunun nesnesi ise rose karakteridir. rose; yaşamak isteyen, cıvıl cıvıl bir kadındır. jack; yıllarca oradan oraya savrulmuş ve iyi bir amaç uğruna ölmek isteyen, yorgun bir adamdır. rose özgür olmak için jack'e, jack ise ölebilmek için rose'a aşık olmuştur! ikisi de intihar etmeyi beceremez. ve asıl arzularını gerçekleştirmek uğruna birbirlerine sarılırlar! birbirlerini, kendi arzularının nesnesi haline getirirler! bu birliktelik; idealize edilmiş, mükemmel bir aşk yaratır. bu aşk o denli mükemmeldir ki: nihayetinde, iki karakter de arzularını gerçekleştirir! biri özgürlüğüne kavuşmuş, diğeri ise iyi bir amaç uğruna ölmüş olur.

rose

rms titanic'e bindiğinde henüz 17 yaşında olan rose: varlıklı bir ailede büyümüş, liseyi yeni bitiren genç ve güzel bir kızdır. babasının ölümünün ardından suyunu çeken para ve miras kalan borçlar sebebiyle; annesinin türlü manipülasyonları sonucu, zengin bir çelik tüccarı olan caledon nathan hockley ile nişanlanmıştır. hockley; rose'dan 13 yaş büyük, paragöz, kendini beğenmiş ve narsist bir adamdır. dar fikirleri ve sıkıcı hayal dünyası; haliyle henüz 17 yaşındaki rose'da, karşı koyamadığı bir tiksinti uyandırmaktadır. her ne kadar hockley, yeri geldiğinde nişanlısına 56 karat elmaslar hediye edebilse de rose'u bir türlü etkileyemez. zira büyüdüğü ortam itibariyle rose'un çevresi, çocukluğundan beri zaten bu tür adamlarla doludur. rose'un asıl arzusu: fazla paranın satın alabildiği, zenginlik göstergesi olan şeyler olmadığından; hockley, rose'un arzu nesnesi olamamıştır! fakat rose; aptalca romantize edilmiş, melankoli budalası bir karakter asla değildir! paranın anlam ve gücünün farkındadır. filmin bir sahnesinde jack'e söylediği "fakir birine göre çok dolaşıyormuşsun" cümlesi: rose'un paranın getirilerinin farkında olduğunun önemli bir kanıtıdır!

fakat rose'da eksik kalan bir şeyler vardır. 17 yaşında, özgür ruhlu ve hayat dolu bir kız olan rose; kendisini kapalı bir zırhın içine hapsetmek isteyen ailevi ve sosyal dayatmalardan nefret etmektedir. ailevi dayatmaların baş faili tabii ki annesidir. filmde; rose'u hockley ile evlenmeye ikna etmeye çabalayan annenin, bir yandan rose'a sertçe korse giydirdiği bir sahne mevcuttur. işte o korse; annenin rose'u içine hapsetmek istediği zırha bir atıftır aslında! sosyal dayatmalara ise örnek olarak verebileceğim sayısız sahne mevcut filmde. öyle ki: birinci sınıf yolcuların sürekli belli kalıplar-kurallar dahilinde eğlendiği, yemek yediği ve konuştuğu sürekli olarak vurgulanmaktadır. işte bu sahneler: rose'u o zırha hapsetmek isteyen sosyal dayatmaların birer dışavurumudur! fakat rose, o zırha girmemek için ölürcesine direnir. dışarıda bir yerlerde, asla sahip olamadığı özgürlüğü ona öğretecek, hediye edecek birini (özgürlük arzusunun nesnesini) bekler sanki! o zırha girmemek uğruna attığı sessiz çığlıklardan sonuncusu, hiç şüphesiz geminin kıçından aşağı sallanmak olmuştur. ve tabii ki intihar değildir amacı! attığı çığlığın duyulmasını ister yalnızca. ve duyulur! özgürlüğü rose'a öğretebilecek en doğru insan tarafından...

jack

jack karakterine dair beni en çok üzen şey, hiçbir zaman yeterince incelenmeye tenezzül edilmemiş olmasıdır. bana göre, sinema tarihinde jack dawson kadar yanlış anlaşılmış çok az karakter vardır! her fırsatta bu karakterin fedakarlığı, sadakati konuşulur da konuşulur! filmdeki ölümü üzerine dahi: sosyoloji temelli birçok tespit ortaya atılır. kim bilir, belki de doğrudur bu tespitler! fakat ben jack karakterine, her zaman bambaşka bir yerden baktım. jack dawson, rose'un arzusu olan özgürlüğü rose'a öğretebilecek tek adamdır. yani rose'un arzu nesnesidir! öyle ki, bir zırha hapsolmamak uğruna direnen rose'un sahip olmak için yanıp tutuştuğu o “kural tanımazlık, amaçsızlık ve anı yaşamak” gibi meziyetlerin tamamı; jack'te halihazırda mevcuttur! bu sebeple jack, bir mıknatıs gibi rose'u kendisine çeker. peki rose, buna karşılık olarak jack'e ne vadeder? cinsellik mi, para mı? elbette ki hayır! zira jack hiçbir zaman rose'da fiziki ya da maddi kazançlar öngören bir erkek profili çizmemiştir! rose'a sırılsıklam aşık olmasından gördüğümüz üzere, jack'in arzu nesnesi rose'dur. peki "rose nesnesi" üzerinden, hangi arzusuna ulaşmak ister bu adam? işte bu soru, jack karakteri üzerine şimdiye kadar yaptığım en ilginç tespiti beraberinde getirdi.

film boyunca, istemsizce sürekli olarak rose karakterinin iç dünyasındaki sorunlara odaklanır ve jack karakterini adeta "ilahi bir kurtarıcı" gibi görürüz. zira jack, rose'da eksik kalan şeyler bütünüdür! ancak görmediğimiz şey: jack'in aslında bu durumdan çok da memnun olmadığıdır! jack dawson; yıllar boyunca oradan oraya savrulmuş, karın tokluğuna yaşamaktan bir türlü hayata tutunamamış, kök salamamış bir adamdır. ve yaşamında ilk defa, sahip olmaktan nefret ettiği bu özelliklerin; bir başka insanın nezdinde meziyet olduğunu fark etmiş, ve kendi varoluşunda bir anlam sezmiştir. bu insan, rose dewitt bukater'dır! zaten yorgun ve çaresiz bir insan olan jack, hayatında ilk defa rose sayesinde "oldum" diyebilmiş, kendiyle barışabilmiştir! jack'in birinci sınıf zenginlerin arasına karıştığı ve onlara "her günü değerlendirmek" üzerine tirat attığı sahnede; mükemmel bir adam gördüğümüzü zannederiz. zira jack, tüm bunları inanarak söylüyor gibi görünmektedir! "ciğerlerime çektiğim hava, birkaç sayfa boş kağıt, yarın sabah neler olacağını bilmemek hoşuma gidiyor" diyen adama, rose ile birlikte biz de hayranlıkla bakarız! fakat jack karakterini; rose’u tanımadan önceki haliyle görmeye çalışın bir de! jack'in bu lafları inanarak söylemesinin yegane sebebi: rose'un arzu nesnesinin kendisi olduğunu fark etmesi ve kendi varoluşunda bir anlam keşfetmesidir! bu sebeple jack "oldum" der. zaten yorgun bir adam olduğundan, “bu olmuşluğun” zamana yenik düşmesini istemez ve gizlice ölümü arzulamaya başlar.


şimdi buradaki olmuşluk kavramından bahsedelim biraz

jack, rose sayesinde artık kendisiyle barışmış bir adamdır. ancak bir sahnede "aptal değilim, cebimde 10 dolar var. sana verecek hiçbir şeyim yok, bunu biliyorum" der rose'a. şimdi düşünelim biraz. jack şayet ölmeseydi, rose ile ne kadar süre mutlu olabilirlerdi? meseleye yalnızca parasal olarak bakmayın. jack'in sahip olduğu meziyetler; eninde sonunda rose'un nezdinde önemini yitirmeyecek miydi? zira ne kadar önemli olsa da, bir defaya mahsus öğrenilebilecek şeylerdi bunlar! işte bu raddede, halihazırda zaten yorgun olan jack'in elinde; rose’a verebileceği hiçbir şey kalmayacaktı! aslında belki kalırdı! fazla kötümser bir tablo çizdiğimin farkındayım! belki de rose ve jack beraber büyüyecek, beraber öğreneceklerdi. fakat yıllarını sefalet ve öz değersizlik içinde geçiren jack; bu kötü ihtimalden korktu! bu sebeple "oldum" düşüncesine sığındı! hazır olmuşken, bu olmuşluğun bozulmasını, zamana yenik düşmesini istemedi! bu sebeple gizlice arzuladı ölümü ve bu arzuyu; rose nesnesi üzerinden gerçekleştirdi! rose ile jack: aralarında öyle mükemmel bir idealize edilmiş aşk ilişkisi yarattılar ki; jack'in gizliden gizliye ölmek arzusu, aslında bu idealize edilmiş aşkı bozmamak gayretinden ibaretti yalnızca...

ideal aşk

jack'in gizliden gizliye, "rose nesnesi" üzerinden, adım adım ölümü arzulaması; filmde kronolojik olarak detaylıca işlenmektedir! malum intihar sahnesinde jack; "sen atlarsan ben de arkadan atlayacağım" diyerek, istemsizce rose'a kendisini bir "kurtarıcı" (bkz: mesih) olarak sunmaktadır! zamanla aralarındaki diyalog gelişir ve birbirlerine aşık olurlar. hatırlayın: gemi buz dağına çarptıktan sonraki o hareketli dakikalardan birinde jack, rose'u bir filikaya bindirir. rose aşağı doğru inerken, jack'in gözlerindeki hüzün o kadar bellidir ki! rose dayanamaz ve filikadan gemiye atlar. ve nihayet jack'e o malum cümleyi hatırlatır: sen atlarsan ben de atlarım! işte bu hatırlatma: jack'in kendi varoluşuna addettiği "kurtarıcı" rolünü, rose'un da kabullendiği andır aslında! o vakitten itibaren jack, rose için ölmeyi bilinçaltında kafasına koyar! düşünün; rose o filikayla inseydi, jack gemi battığında, o tahtanın üzerinde yalnız başına hayatta kalabilirdi! fakat hayır! jack’in isteği yalnızca rose'u kurtarmak değildi! jack aslında, kendi ölümüyle rose'u kurtararak: "oldum" dediği var oluşunu baki kılmak ve hayattaki en büyük başarısı olan idealize aşkı, rose'un kalbinde sonsuza kadar yaşatmak niyetindeydi! bu sebeple rose'a: "bensiz devam edeceksin, çocukların olacak, sıcak yatağında çok yaşlı bir kadın olarak öleceksin" diyebildi. zaten jack'in ölümü arzulayarak aşkı idealize etme çabasına en büyük kanıt, o meşhur cümledir: "winning that ticket, rose, was the best thing that ever happened to me... it brought me to you. and i’m thankful for that, rose" / "o bileti kazanmak rose, başıma gelen en güzel şeydi... beni sana getirdi. bunun için minnettarım rose."

beni sana getirdi! bakın "seni bana getirdi" değil, beni sana getirdi! işte burada jack'in kendi varoluşunu bir "kurtarıcı" olarak anlamlandırmasına yönelik eşsiz bir gönderme var! jack'in bilinçaltı ise şüphesiz şöyle söylemektedir: "ben senin kurtarıcınım rose! hayat beni sana getirdi! bunca yıl yaşadığım sefaletin bir anlamı varmış meğer! o anlam da senmişsin! ve şimdi o anlam bozulmadan ölmeliyim..."

sonsöz: bu tespitler tamamen kendi çıkarımlarımdır

james cameron ilgili sahnelerde, bu çıkarımların hiçbirini kastetmemiş olabilir. fakat bir filmi "kaliteli" yapan unsur: çeşitli yorumlamalara açık kapı bırakmasıdır bana göre. yazımdaki "arzu nesnesi olan rose, jack" benzeri ifadeler; hakaret-küçümseme içermeyip, yalnızca idealize edilmiş aşkı anlamlandırmaya yönelik terimlerdir. ne diyeyim? filmde işlenen söz konusu aşk sebebiyle, ne zaman rms titanic’e dair bir şeyler duysam aklıma şu fotoğraf gelir:


bu fotoğrafta özgürlüğüne kavuşmuş, mutlu bir kadın değil; varoluşunu anlamlı, aşkını baki kılmaya çabalayan yorgun bir adam görürüm! o hear us when we cry to thee, for those in peril on the sea...