SİNEMA 12 Mayıs 2020
38,2b OKUNMA     555 PAYLAŞIM

There Will Be Blood Filminin, İlk Bakışta Fark Edilmeyen Düşündürücü Alt Metinleri

Daniel Day-Lewis'in 3 Oscar'ından ikincisini almasını sağlayan filmin bölüm bölüm analizini paylaşıyoruz.

baş karakterin sade bir analizi

çoğu kişinin "para pul düşkünü" diye tanımladığı bazı kişiler vardır. halbuki bu kişilerin önem verdiği asıl olgu para değildir aslında. hep en iyiye sahip olmak isterler. dimdik rekabet edebilecek durumda olmak isterler ve hep yeni bir şeyler peşindedirler. bunun için de para lazımdır. yani bu kişilerin asıl istediği para değil, güçtür. bir fabrika sahibini düşünelim. sürekli çok çalışarak, kafasında onca sorunla hep fabrikasını ilerletmeyi düşünür. çok iyi üretim yapar ve çok kar sağlar. ama asla yetinmez, bununla daha fazla hamle yapar. çoğu kişi bu fabrika sahibini "aç gözlü, doymak bilmez para pul düşkünü" olarak tanımlar. ama şunu düşünmeyi pek akıl edemez, adam fabrikasını sattığında milyonlarca dolara sahip olabilir ve kafasında iş güç tasası olmadan rahatça bir hayat sürebilir. para kazanıp rahat bir yaşam sürmek değildir onun derdi, güç sahibi olmaktır. onun için herkesin çalıştığını görmek, herkesin ona itibar etmesi, tek kelimesiyle birçok kişinin hayatını değiştirebilmesi bu kişinin gizli cennetidir. işte bu filmde buna benzer bir adam anlatılıyor: daniel plainview.

bu adam şöyle anlatıyor bir cümlesiyle kendisini "i have a competition in me. i want no one else to succeed. i hate most people." filmin diyalogsuz o ilk sahnelerinden anlarız daniel'in asiliğini. o kuyu içindeki azmini. yoktan, bir şeyler var etmek için çabalamasını. bir şeyler başarmıştır artık, içindeki bu asilikle, hırsla bir şeyler başarmaması da imkansızdır zaten. diğer insanlar onun için bir şey ifade etmez, işçilerin sondaj kuyusunda ölmesi doğaldır. zaten doğal olmasa, duyguya yer verse yaşamında bu başarısını yakalayamayacaktır.

bu film, amerikan liberalizminin prototipidir

bilindiği gibi abd yasaları ekonomide bireysel girişime çok önem verir ve bunu neredeyse ekonominin temeli sayar. bunun ilk işaretleri de filmde görülüyor. daniel yükselmek (işleri büyütmek ve daha fazla kazanmak) uğruna hiçbir ahlaki değer tanımıyor. cinayet işliyor, kendisine ayak bağı olan -finalde, aslında niye yanında tuttuğunu açıkladığı- çocuğunu uzaklaştırıyor, büyüdüğünde kendisine rakip olduğu için onu reddediyor, kiliseye vadettiği parayı ödemiyor. bütün bunlar günümüz kapitalizminin karakteri hakkında da yeterli ipucu veriyor bize.

yine bu liberal düşüncenin, abd'nin doğumundan beri kulaklara fısıldadığı, belki bilinçaltına yerleştirdiği "her şeye rağmen yüksel, işleri büyüt, daha çok kazan" düşüncesinin bir yansıması da muhteşem finalde ortaya çıkıyor: "draaaainaaaage!"

burada eli'ın şahsında dinin insanların gözlerini kapadığını düşünmek yanlış olur. eli ve cemaatinin, aslında tarım toplumunun bir üyeleri olduğunu görüyoruz. yani mevcut şartlarda zenginliğe ulaşması zor, kapalı bir toplum yapısı bu. din de bu toplumsal yapının bir parçası.

daniel'in, finalde bahsettiği pipet, yüz yıl önce komşu arazinin petrolünü çekerken bugün on binlerce kilometre ötedeki petrole kadar uzanıyor ve onu çekip alıyor. ekonomideki liberal düşünce, hedeflerine ulaşmak için yine elinden geleni ardına koymuyor.

filmin genel izleklerini işaretleyecek olursak

proleterleşme, kırsal yaşamın sakilliği ve aptallığı, sınıfsal hareketlilik -sınıfsal konum/belirlenim diyalektiğini akla getiriyor, hırsız baronların yükselişi, işçi sınıfının ister istemez -neredeyse a priori- ilericiliği, emeğin biçiminin bu ilericilikteki belirleyiciliği, proleterleşmenin altını oyduğu -ve buna karşı kırsal hayatın sakilliğine sımsıkı sarılan- gerici dinsellikler (evanjelizmin ortaya çıkışı), biraz daha ekonomi-politik kritiğine ilerleyecek olursak farklılık (aslında doğru çevirisi diferansiyel olmalı) rantı ve katı rant arasındaki diyalektik (marks-engels'in kapital üzerine mektuplaşmalarında mağriplinin kapitali yazarken başlangıç noktasının ricardo'nun rant kuramının eleştirisi olduğunu düşünürsek bu alanın hala gayet kaba ve unutulmuş olduğunu düşünürüz, ki bir filmde buna dokunabilmek bile takdire şayan, tabii marks fark rantıyla katı rant arasında böylesine bir diyalektik görmemiş idi, ben bu konuda hiyerarşik bir ilişkidense birbirini tanımlayan bir ilişkinin varolduğunu düşünüyorum), ve de belki en önemlisi artık kârların realizasyonu meselesi...

daha bireysel bir düzeye inersek, gelsin freud, gelsin lacan: baba-oğul ilişkisi, kardeşlik ve fratrisid, yabancılaşma, burjuvazinin yaratıcı tahripkarlığı, kapitalin emek sürecinin basamakları içinde yeniden ürettiği bedenler, sakatlıklar, -tabii ki- kan, et ve yeme eylemi, vs. vs...

başlangıç sahnesinin, 2001: a space odyssey filmindekine benzerliği

“amerika nasıl amerika oldu?” sorusunu hem kapitalizm hem de din yönünden, bir sinema filmi için başarılı bir şekilde cevaplayan, aynı zamanda girişteki 10-15 dakikasıyla stanley kubrick'in 2001 a space odyssey'inin the dawn of man adlı giriş bölümüne derinlemesine bir gönderme yapan, yapmasıyla bizleri sevindiren ve izleme isteğimizi daha en baştan 3'e 5'e katlayan film. ilk başta yazdığım soru cümlesi hakkındaki gerekli yorumlar zaten diğer yazarlar tarafından güzelce yapılmış olduğundan dolayı ben de yazımın ilk bölümünü “2001’e gönderme” teması ekseninde yazarak bu konuya detaylıca değinmek, konu hakkındaki kişisel çıkarımlarımı paylaşmak, bunu da zaman zaman yukarıdaki soruyla birleştirerek yapmak isterim.

ilk olarak her iki film de panoramik bir dağ-bayır manzarası ve de gergin bir tını ile başlıyor. kubrick, panoramik görüntüleri daha uzun tutarken anderson birkaç saniyeyle geçiştirmiş olsa da, her iki filmin girizgahındaki sinematografi, müzik kullanımı ve de mekanların arasındaki benzerliğin had safhada olması kesinlikle su götürmez bir gerçek. ayrıca, ana karakter daniel plainview'un henüz petrolcü değilken merdivenden düştüğü ve akabinde bir adet gemstone bulduğu anlarda sarf ettiği "nooo, nooo. there she is, there she is." gibi azıcık bir konuşmayı saymazsak, her iki filmin giriş sekanslarında hiçbir şekilde konuşma duymayız. onun yerine hırıltılar, bağırışlar veya doğadan gelen başka sesleri işitiriz.

kubrick, the dawn of man'deki maymun insanlarıyla (yanılmıyorsam homo habilis veya homo erectus türlerinden birine ait olmalılar) insanoğlunun ilk zamanlarındaki, insan/hayvan doğasının temelinde yatan survival güdüsünü anlatmaya çalışırken, yaşam için elzem olan su kaynaklarının kontrolünü ele geçirmeye çalışan iki klan arasındaki çatışmayı, yani rekabeti resmetmiştir. there will be blood ise 19. yüzyılın ortalarında amerikan ekonomise girmiş (amerika birleşik devletleri sınırları içerisinde petrol ilk kez 1859 yılında sondajlanmıştır), ve yine 19. yüzyılın dördüncü çeyreğinden itibaren kapitalizm için en az “insanlar için suyun önemi” kadar önem kazanmış olan petrolün, bir grup insan tarafından 20. yüzyılın başlarında bulunması ve çıkarılması üzerinden, rekabetçi ve tam bir kurtlar sofrası olan amerikan kapitalizminin gerçek anlamda doğduğu ve hızlıca palazlandığı dönemi (hatta bu döneme de "the dawn of american capitalism" diyelim) anlatmaktadır. hatta tarihi bilgi açısından şundan da bahsetmek gerekir ki, filmde bahsi geçmekte ve gerçek dünyada da varolmuş diğer iki petrol şirketi olan; ilki, sayesinde "the richest man of all time" ünvanına sahip olan john d. rockefeller tarafından 1870'de kurulan standard oil company ve ikincisi de ondan tam 20 yıl sonra, yani 1890'da kurulan union oil company veya unocal da, amerikan ekonomisinin suyu olan petrolü ellerinde tutmaları sayesinde, amerikan kapitalizminin şahlandığı, boost edildiği sürecin en önemli etkenlerinden, katalizörlerinden ikisidir.

işte tam bu noktada, 2001’deki bir maymun insanın, ölü bir canlının iskeletinden çıkardığı bir kemiği, silah olarak kullanmayı keşfedip kendini içgüdüsel olarak superior, ve hatta ulvi hissettiği o anın there will be blood’daki karşılığı da, daniel plainview'un kuyunun dibinde, petrole bulanmış olan kazığın iple yukarı çekildikten sonra elini kazığa sürüp de bulaşan petrolü diğerlerine gösterip keyiflendiği andır.

bu durumda gerek alegorik açıdan, gerek insan-nesne ilişkisi bakımından 2001: a space odyssey'deki monolith'in karşılığı, there will be blood'ın girişinde oil derrick'e denk gelmeli. simgesel bir benzerlik arandığında monolith, insanoğlunun varoluşunun özünü temsil etmekteyken, there will be blood’daki oil derrick ise amerikayı amerika yapan petrolün çıkarıldığı araç olmasıyla kapitalizmin özünü simgelemektedir. nesnel ilişkiye bakıldığında ise her iki obje de çevresindeki insanların o objeleri kullanarak gerçekleştirdikleri ritüellerinin, ve aynı zamanda da birbiriyle olan etkileşimlerinin fiziksel açıdan merkezi olmalarıdır. 2001’in maymun insanları monolith’in çevresinde toplanıp hep beraber ona tapınırlarken, there will be blood’ın girişimci insanları ise oil derrick’in çevresinde, altında toplanıp iş bölümü yaparak hep beraber petrol çıkarmaktadırlar.

Oscar'ların Efendisi Daniel Day-Lewis'in İnsanı Şaşırtan Film Hazırlık Süreçleri