SİNEMA 25 Mart 2024
9,2b OKUNMA     191 PAYLAŞIM

The Zone of Interest'in Komşuluk ve Yabancı Olma Durumlarını İnceleyen Derin Analizi

Jonathan Glazer tarafından yazılıp yönetilen ve Martin Amis'in 2014 tarihli romanından uyarlanan filmin en derinlerine bir bakalım.

höss ailesi toplama kampındaki yahudilerle komşu ve aralarını ayıran ama aynı zamanda onları komşu yapan tel çitlerle örülü bir duvar var. bu komşuluğu düşündüğümde aklıma "komşunu kendin gibi seveceksin" emri geldi galiba yeni ahitte geçen. psikanaliz etiği üzerine verdiği seminerde lacan bu emri yorumluyordu ve şöyle diyordu; insanlar komşularını kendileri gibi seviyorlarsa vah o komşuların haline. çünkü bazı insanlar kendilerinden nefret ediyorlar.

filmde ete kemiğe bürünmüş bir nefreti yok höss ailesinin yahudilere yönelttiği. höss işini yapan bir nazi memuru (tüm nazi rejimi sapkındı çünkü başka insanların yıkımını getiren soykırımı gündeliğe indirgemişler, katliamların faili olduklarını bildikleri halde bunu sıradan bir iş gibi algılamayı seçerek insan haklarını ve failliği boşa çıkarmışlardı), karısı evi çekip çeviren ve bunu yaparken de toplama kampına yollanan zengin yahudilerin kürklerinden, giysilerinden, takılarından faydalanan bir kadın. ama nefretin pek çok kılığa girebildiğini ve bu kılıklardan bir tanesinin de ilgisizlik/umursamazlık/apati olduğunu düşününce aslında normalliğe bürünmüş nefret kendisini açık ediyor bana kalırsa. normopat bir ailenin hikayesini sunuyor bize jonathan glazer.

benim ilgilendiğim şey ötekine karşı bir cüruma, eyleme geçmiş bir kötülüğe dönüşmeden önce bu nefreti nasıl yakalayabileceğimiz. çünkü höss sadece bir karakter, uygun şartlar oluştuğunda ölüm makinesine dönüşen ama bu şartların yokluğunda da sıradan vatandaş olarak kendi normopatisi içinde yaşayan biri.

Normopati: Sağlıksız bir şekilde başkaları gibi olma isteği. Normallik deliliği. Anormal derecede normal olan insanlar. (Editörün notu)

uygun şartlar oluşmadığında ve eyleme geçmediklerinde höss gibi karakterlerin içindeki nefreti nasıl ayırt edebiliriz ki? bir ölüm makinesine, kötülüğün ellerine dönüşmeye hazır ne kadar çok aşırı normal (normopat) insanla bir arada yaşıyoruz, kim bilir?


kendinden nefret eden kişi uygun şartlar oluştuğunda bunu komşusuna yansıtıyor ve nefretini onu öldürerek, ona işkence ederek boşaltıyorsa, komşusunun çığlıklarına karşı sağırlığı, ihtiyaçlarına karşı körlüğü seçiyorsa bu nasıl bir komşuluk? "komşu komşunun külüne muhtaçtır"ın içerdiği ihtiyaç hali nasıl oluyor da komşu cinayetine varabiliyor?

oysa lacan etik seminerinde başka bir komşuluk ilişkisinden de bahsediyordu; insanın kendisiyle komşuluğu. kendi varlığımız kendilik imgemizle örtüşmüyor ve bu eksiklikten dolayı sürekli bir arayış, isteme halindeyiz diyordu. kendimizle konuşmayı bıraktığımızda, kendi içimizdeki yabancının bize söylediklerine sağırlaştığımızda, içimizdeki yabancıyı öldürdüğümüzde ya da içimizdeki yabancıyla aramıza ses geçirmez duvarlar ördüğümüzde höss karakterinin doğduğu anı yakalayamaz mıyız? kendine yabancılığın yabancı düşmanlığına, kendilikten duyulan nefretin komşunun üzerine kötülük eylemi halinde boca edilerek yansıtılmasına karşı hangi duvar dayanabilir? değil mi o duvarlar bu nefretleri ortaya çıkarıyor ve nefrete hiçbir duvar dayanamıyor. kötülüğün dönüşümlerinin gücünü yabana atmamak lazım. sıradanlık kisvesi altında, görev adamlığı ve görev bilinci maskelerine bürünmüş halde, efektiflik söylemiyle kendini gizleyebilir nefret ve onun eyleme geçmiş hali olan kötülük.

komşumuzun evi yanıyor ve biz çekirdek çitlemeye devam ediyorsak höss'ten sadece bir adım uzaktayızdır. apati kötülüğün büründüğü bir maskedir ve bu aslında kendi varlığına dayanabilmek için, nefretten ölmemek, intihar etmemek için kendini uyuşturma halidir. insan bu nefreti dönüştüremediğinde, ondan yüz çevirdiğinde, ona karşı apatik bir tavır aldığında öldürmeye çok yakındır.

höss gerçekten yaşadı. nazizmin kötülüğünün maşalarından biriydi, en iyi maşa olmak için rakipleriyle yarışıyordu, tıpkı eichmann gibi, himmler gibi, hatta her ne kadar nazizmi o yaratmış gibi görünse de aslında kendi psikopatisini ancak nazizmde sakinleştiren, intihar etmekten uzun bir süre boyunca öldürerek kurtulabilen hitler gibi. hiyerarşiler var ama en temelde kötülüğün avladığı apatik insanlar var. bu onları suçsuz yapmıyor elbette. höss'ü oraya götüren etkenler vardı, kimse bir anda höss ya da hitler olmuyor neyse ki. bu nedenlerin peşine düşmediğimiz sürece kötülüğün avı olma tehlikesi her daim mevcut ve bir kere kötülk ederek yatışmaya başladığında insan, işte o zaman en tehlikeli canlıya dönüşüyor.

höss olmamak için sadece sağır ve kör olmamakla başlamak gerekiyor. kendi içimizdeki komşudan, içimizdeki yabancıdan yükselen ve bu filmdekinden daha az acı olmayan haykırışları duymak, içimizdeki çığlıklara sağırlaşmamak gerekiyor. bunun devamında da gerçekten "komşusu aç yatarken tok olan bizden değildir"e dayanan bir etiğe sahip çıkmak gerekiyor. çünkü zannettiğimizden daha fazla kötülük saklanıyor karanlıklarda ve her an uyanık olmazsak bunu durduramayız.


bu film benim yazmaya çalıştığım kadar dramatik unsurlar içermiyorsa, izleyeni sıkacak kadar normalse, hatta ne çekti bu yönetmen dedirtecek kadar bayıyorsa izlerken aslında amacına ulaşmış demektir. çünkü insan önce komşu olmaktan sonra da insan olmaktan çıkarılmış o dönemde. insan insan olmaktan çıkarıldığında onun attığı çığlıklar duyulabilir mi? nazizmin kötülüğü insanı insanlıktan çıkarıp sürüler halinde imha edilebilecek bir kütleye dönüştürmesiydi. bunu yapan ideolojinin memurları herhangi bir yaşam işareti gösterebilir miydi? mekanik şekilde rutin hayatını sürdürmeye programlanmış ölüm robotlarıydı onlar çünkü komşularını insanlıktan çıkartarak kendilerinin insanlığını da imha ediyorlardı. film bu yüzden kıpırtısız. çünkü insan kisvesi altındaki bir ölüm robotunun yaşamını gösteriyor.

çatışmalar, etik muammalar, zorlanmalar bu yüzden de önemli; bunlar insanı insan yapan sert kayalar ve insani olan bu çarpışmaları göze alabilmekten doğuyor. zihin dünyamız bu muammalarla gelişiyor. bu zorlanmaları yaşamamak için onları defettiğimizde işte yine zihinsel bir fakirlik, düşünmeme hastalığı ve bunları takip eden apati, kötülük, cinayet gibi negatif dönüşümler meydana geliyor.

ben son olarak christopher bollas'ın "the fascist state of mind"ını şiddetle öneriyorum höss figürünün zihinsel yapısını okumak için: https://www.ccc.ox.ac.uk/…scist state of mind_0.pdf

bu yazının sonlarına doğru faşistin zihinsel sakinliği (“sea of inner tranquillity”) şeklinde bir karakteristikten bahsediyor bollas. film boyunca höss’ün asla paniklemeyişini, kendinden hiç şüphe duymayışını, emin tavırlarını anlamanıza yardımcı olabilir bu. çünkü höss kendisinde anksiyete uyandıran tüm yabancılıkları kusmuş zihninden ve bomboş, sakin bir denizi andıran kafasının rahatlığıyla yaşıyor. bu tam olarak bollas’ın faşist zihin tanımı. zorlandığı anda anksiyeteyi kusan ve zihnini boşaltan, kusmuğu da ötekinin kiri olarak niteleyen bir zihin yapısı.