SİNEMA 16 Şubat 2022
20,4b OKUNMA     422 PAYLAŞIM

The Worst Person in the World'ün Esas Kızı Julie, Gerçekten de Kötü Bir İnsan mıydı?

2020'nin en sevilen arthouse filmlerinden biri olan, Norveç yapımı The Worst Person in the World'ün (Verdens verste menneske) Julie'sine dair aydınlatıcı bir analiz.
Uyarı: Spoiler içerir.

julie kesinlikle dünyanın en kötü insanı değil ama bir insanın kendine yapabileceği en büyük kötülüklerden biri olan, kendi yaşamından kaçıp kurtulmak için belli süreliğine başka birinin yaşamına eşlik etmek, onun yaşamında yer alarak kendini unutmak ve günü geldiğinde de yine başka birinin yaşam küresinde yer almak için eski küreyi terketmek gibi sorunlardan muzdarip. film boyunca gördüğüm en parlak özelliği başkalarını baştan çıkarırken gösterdiği müthiş enerji, sınırsızlık noktasına kadar varan cesareti. fakat partilere anonim bir yabancı olarak giren, ortama dahil olarak tanınmayı başaran ve bunu partide tavladığı bir erkekle taçlandırarak sadece o geceyi değil ilerisini de elde eden bu kadının bir kez bunlar yaşandıktan sonra doğrusal olarak düşen ilk baştaki enerjisini nereye koymalı?

sanıyorum ki julie bir evsiz

yani ruhsal anlamda sığınabildiği bir içerisinin olduğunu hissedemiyor olabilirmiş gibi geldi bana izlerken. evsizlik, yalnızlık, çıplak hissediyor olmak ve üşümek.. tüm bunlar birbirinin metonimisi sayılabilecek sözcükler olabilir. bunların karşısına da evi, evin içerdiği kalabalığı, kalabalığa özgü gürültüyü ve güvende hissediyor olmayı koyabiliriz herhalde. ve ilk gruptaki evsizliğe ilişkin sözcüklerin doğurduğu hislerden kaçıp kurtulmak ve ikinci gruptaki sözcüklerin yer aldığı evrene geçebilmek için partiler harika yerler olsa gerek; yabancılarla tanışılan, kendine yabancı oluşun işe yarar hale gelebildiği akışkan mekanlar.


ama evsizlik öyle boktan bir hissediş halidir ki bunu hissediyorsanız birinin size kendi evini açtığını, o evde kendi alanınızı oluşturmanıza imkan sağladığını ve ikinci gruptaki sözcükler evreninde daimi olarak kalabileceğinizin güvenini aşılamaya çalıştığını, bunları da sizi sevdiğinden yaptığını asla anlamadığınız gibi kendinizi yer yer işgalci, bazen de bunları yapan insanı zorba olarak görmeniz çok doğaldır. çünkü önce kendi evinizi bulmaya çalışmalı, oluşturmalı ve sonra başka evlerle, başka insanların evrenleriyle yakınlıklar kurmaya çalışmalısınız. eğer başka evleri baştan çıkarıcılığınızın gücüyle kazandığınız geçici süreli ikametgahlar olarak hissediyorsanız bu elbette dayanılmaz hale gelecektir kısa sürede. böyle bir durumda her şey o denli dışarıdan geliyormuş gibi görünür ki o evden kaçıp kurtulmak istemekten, hapis hayatınızın biteceği anı iple saymaktan başka bir şey yapmazsınız. hep başka evler, başka yaşamlar arzulamaya yol açan o kendinden kaçma hali. kaçamadığınız anda kendi çıplak yaşamınızı yüzünüze vuran o şeffaflığınız ve bunun diğerleri tarafından da görünüyor olduğuna dair sanrılarınız. her cümlenin bir eleştiri gibi algılandığı o kendine güvensizlik hisleri. tüm bunlar ve daha fazlası julie'nin evsizlik repertuarını süsleyen hisler olsa gerek. böyle bir durumda kaçmaktan başka ne yapılabilir ki?

belki de julie kendisini bu yüzden dünyanın en kötü insanı olarak görüyordu: başkalarının yaşamlarını tarumar eden işgalci. oysa yaptığı tek kötülük kendi başına bir ev kurma çabasına hiç girişmiyor, kendini başkalarının kısa süreli eşlikçisi olarak görüyor oluşuydu bana kalırsa. bence insan varoluşuna dair en önemli çabalardan biri olan kendi evini dizayn etme, kendi evrenindeki dağınıklıkları düzenleyerek kaosu minimize etme mücadelesinden sadece babasının ilgisizliğini koz olarak kullanarak daha baştan vazgeçmiş gibiydi. ondaki büyük depresyonu derinleştiren bu kendi yaşamına olan ilgisizliği değilse nedir ki başka? hazıra konabileceğimiz düzenli evler varmış sanrısıyla yaşadığımızda bu bir otel odası aramaktan başka ne anlama gelir ki? ve insan otelde ne kadar uzun süre konaklayabilirse julie de o kadar kalabiliyordu o evlerde.


aksel'i yeniden görmeye gidişinde dahi bu evsizlik hissinin damgası yok muydu? adım adım yaşamının sonuna ilerleyen adamdan hala aynı yardımı bekliyor oluşu, hala onun kalan yaşamından, hasta yatağından bir pay alma çabası ama aynı zamanda onu yaralamaktan da hiç çekinmeyişi..çocuksu bir zalimlik. ya da baristalık yapmaktan memnuniyetsizliğini bir an dahi görmediğimiz eivind'e küçümseyerek yönelttiği "50 yaşında da mı barista olacaksın?" sorusu.. julie'ye dayanılmaz derecede çekici ve dayanılmaz derecede tiksindirici gelen şey insanların kendilerine ait yaşamları, yani evleri oluşuydu. ev deneyimini içselleştiren insanlar için son derce normal olan yaşam döngüsü kendini bundan yoksun bırakan julie için uç bir deneyimdi galiba; hiç denemediği yabancı bir his.

geniş ve temiz oslo sokaklarında ve açık manzaralar eşliğinde bir insanın kendi kendini hapsettiği çıkmaz sokaklarla dolu bir filmdi bana kalırsa "dünyanın en kötü insanı." dünyanın en üzgün insanını izlemiş bile olabiliriz aslında. tüm yaralayıcılığı üzüntüsünden, tüm üzüntüsü kendini konumlandırdığı evsizlikten gelen bir insan.