TELEVİZYON 4 Haziran 2025
6,3b OKUNMA     119 PAYLAŞIM

The Wire Gibi Dışarıdan Standart Gözüken Bir Polisiye, Nasıl Oldu da En İyi Dizilerden Biri Oldu?

The Wire'ın, bugün dizi tarihinin en iyilerinden biri olarak gösterilmesinin bütün sebepleri.

televizyon tarihine adını altın harflerle yazdırmış ender yapımlardan biri olan the wire, 2002-2008 yılları arasında hbo kanalında yayınlanmış ve aradan geçen yıllara rağmen hak ettiği takdiri fazlasıyla toplamıştır. öyle ki bbc culture'ın 43 ülkeden 206 eleştirmenle yaptığı kapsamlı ankette 21. yüzyılın en iyi dizisi seçilmiştir. başlarda geniş kitlelere ulaşamaması ve emmy gibi büyük ödüllerde adının neredeyse hiç geçmemesi (yalnızca birkaç senaryo dalı adaylığıyla yetinmesi) şaşırtıcı gelebilir. ancak the wire, klasik televizyon kalıplarına meydan okuyan üslubuyla ve ele aldığı büyük temalarla zaman içinde bir kült mertebesine yükselmiş; imdb gibi platformlarda da en yüksek puanlı diziler arasına girmiştir.

ilk bakışta baltimore şehrinde geçen bir polisiye suç draması gibi görünse de, the wire'ı basitçe bir “polis dizisi” olarak tanımlamak haksızlık olur

dizinin yaratıcısı david simon onu “kurumların çalışmasına dair bir hikâye” olarak nitelemişti; nitekim the wire, kahraman polislerin suçla mücadelesini anlatan geleneksel formülü alt üst eden, neredeyse bir anti-polisiyedir. cesur bireylerden ziyade bozuk düzenin bizatihi kendisini odağına alır: her sezonda baltimore'un farklı bir kurumu mercek altına yatırılır ve polis teşkilatından liman işçilerine, belediye siyasetinden okullara ve yerel medyaya kadar şehrin tüm damarları didik didik edilir. beş sezon boyunca uyuşturucu ticareti, emniyet birimleri, sendikalar, şehir yönetimi, eğitim sistemi ve gazetecilik gibi farklı alanlardaki çürümüş düzen gözler önüne serilir. bu dallanıp budaklanan hikâyelerin ortak noktası, sistemlerin çoğunlukla güçlü ve ayrıcalıklı kesimlerin çıkarına hizmet ederken, sıradan halkı nasıl öğüttüğünü göstermesidir. the wire, amerikan rüyası'nın iç yüzünü, yani amerikan gerçeğini ortaya seren; sözünü sakınmadan, sert bir sistem eleştirisi yapmayı başarabilen bir dizi olarak öne çıkar.

peki the wire'ın böylesine derinlikli bir portre sunabilmesinin ardındaki sır nedir?

en başta, arkasındaki yaratıcı ekibin gerçek hayattan beslenmesi denebilir. dizinin yapımcısı/yazarı david simon, baltimore'da yıllarca polis muhabirliği yapmış; ortağı ed burns ise yıllarca baltimore polis teşkilatı'nda dedektiflik yapmış ve sonrasında öğretmenlik deneyimi de olan biri. ikili, şehirde bizzat gözlemledikleri olayları ve insanları kurgularına yansıttıkları için ortaya neredeyse belgesel gerçekliğinde bir eser çıkmış. hatta baltimore emniyet müdürlüğü'nden bazı yetkililer dizinin gereğinden fazla gerçekçi olduğunu söylemiştir. the wire, hiçbir popülist unsur barındırmayan, olduğu gibi anlatma iddiasındaki bir yapımdır: ne abartılı aksiyon sahneleri, ne aşırı dramatik tesadüfler, ne de süper kahramanlaştırılmış karakterler görürüz. öyle ki dizide rol alan bazı oyuncuların gerçek hayatta baltimore sokaklarından gelme, sabıkalı kişiler olduğunu biliyoruz – adeta kendilerini oynayarak projeye katkı sunmuşlar ve bu da otantikliğe büyük katkı sağlıyor. sonuç itibariyle ekranda izlediğimiz dünya, nefes alıp vermek kadar doğal ve gerçek geliyor; yok artık dedirtecek hiçbir uydurma unsur yok.

dizinin sosyolojik temellerine inince, arka planda amerika'nın kent yapısına dair kapsamlı bir eleştiri görüyoruz

baltimore'un yoksul mahallelerinde çocukların bile uyuşturucu işine sürüklendiği, sanayinin çöküşüyle işsiz kalan emekçilerin suça ve umutsuzluğa itildiği bir tablo çiziliyor. bu tablo, çürümüş bir bürokrasinin ve sorumsuz yerel yöneticilerin ihmaliyle daha da karanlık hale geliyor. the wire, abd'nin şehirlerinde yıllardır süren “uyuşturucuyla savaş” politikalarının aslında yoksullarla ve özellikle siyahlarla savaş haline geldiğini çarpıcı biçimde anlatıyor. polislerin başarı ölçütünün suç oranını düşürmek değil de tutuklama istatistiklerini şişirmek olduğu bir düzende, uyuşturucu çeteleri de varoşlardaki gençler için neredeyse tek geçim kaynağına dönüşmüş durumda. bu kısır döngü içinde asıl kaybeden hep alt sınıflar ve sistemin dışında kalanlar oluyor. the wire tam da bu nedenle “iki ayrı amerika” gerçeğini hissettiren bir yapım: bir tarafta amerikan rüyasına dahil olabilenler, öte tarafta ise sistemin tamamen unuttuğu, kenarda kalmış bir toplum. dizideki hemen her olay, işte bu unutulmuş kesimin hayatına bir pencere açıyor ve izleyiciyi empati yapmaya zorluyor. ayrıca the wire, büyük ölçüde afro-amerikalı karakterlerin omuzladığı hikâyesiyle, ana akım tv'de pek görülmemiş bir temsil çeşitliliğine ulaşıyor; siyah karakterlere klişelerden uzak, derinlikli bir alan açarak bu konuda da çığır açıyor.

tüm bu ağır toplumsal meseleler, the wire'ın karakter galerisi sayesinde ete kemiğe bürünüyor. dizi, son derece zengin ve ezber bozan karakterlere sahip. hiçbir karakter tam anlamıyla “iyi” ya da “kötü” değil; her birinin zaafları, çelişkileri, insani yönleri var. mesela polis teşkilatında makam hırsıyla her değeri çiğneyebilen bürokratlar (valchek, burrell gibileri) varken, sokakta belki de başka şansı olmadığı için torbacılık yapan ama özünde vicdanlı gençler de var (d'angelo barksdale veya bodie broadus'u düşünün). hırsızın da polisi de aynı gri tonlar içinde eriyor; iyi-kötü ayrımı bulanıklaşıyor. bu yönüyle dizi, “kötüler cezalandırılır, iyiler ödüllendirilir” gibi basmakalıp formülleri reddediyor. ayrıca alışıldık dramalardaki gibi tek bir ana karaktere de yaslanmıyor – her sezonda farklı karakterler ön plana çıksa da, aslında baltimore şehri ve onun düzeni asıl başrol konumunda.


yine de, the wire'ın unutulmazları denince bazı isimler var ki ayrı bir paragrafı hak ediyor

jimmy mcnulty

diziye yön veren karakterlerden biri olan dedektif james “jimmy” mcnulty, yetenekli fakat ukala tavırları ve otoriteyle başı hep dertte olan bir polis. mcnulty'yi klasik anlamda bir “kahraman” polis kalıbına sokmak imkânsız; o, yozlaşmış amirlerine inat gerçek suçlunun peşine düşmek için kural dışına çıkmaktan çekinmeyen, bir yandan da alkol problemi ve dağınık aile yaşantısıyla boğuşan bir anti-kahraman. suçla savaşmak uğruna sistemi manipüle etmeye dahi kalkışacak kadar gözü kara oluşu, aslında polis teşkilatının içindeki çarpıklığı gözler önüne seriyor. mcnulty'nin takıntılı adalet arayışı, the wire boyunca hem trajik hem de ironik gelişmelere yol açıyor ve izleyiciye “düzenin çarkları arasında birey ne yapabilir?” sorusunu sorduruyor.

omar little

belki de the wire denince akla ilk gelen figür, efsanevi omar little'dır. omar, ne polis ne de çete üyesi; kendine has bir ahlak kodeksi olan, sadece uyuşturucu satıcılarını soyarak geçinen bir sokak haydudu. yüzünde taşıdığı yara izi, omzunda asılı çiftesi ve ıslıkla çaldığı “farmer in the dell” melodisiyle baltimore sokaklarında korku salar; hatta adı anıldığında köşe başındaki adamların kaçıştığı sahneler artık televizyon klasiği olmuştur. fakat tüm tehditkarlığına rağmen omar “sivil”lere, yani suça bulaşmamış masum insanlara asla zarar vermez; kendince robin hoodvari bir duruşu vardır. dahası, sert mizacına karşın sevdiği adama aşık, eşcinsel bir siyahî karakter olarak televizyon tarihindeki klişeleri yıkmıştır. omar'ın her sahnesi tarifi zor bir gerilim ve karizma taşır – öyle ki abd eski başkanı barack obama bile favori the wire karakterinin omar little olduğunu söyleyip, onu “büyüleyici bir karakter” olarak nitelemiştir. gerçekten de the wire izleyicileri arasında omar'ı sevmeyen neredeyse yoktur; suç dünyasının “anti-kahraman” arketipine hayat veren bu karakter, dile pelesenk olan “you come at the king, you best not miss” gibi replikleriyle popüler kültüre de mal olmuştur.

stringer bell

dizinin bir diğer unutulmaz karakteri ise avon barksdale'in sağ kolu ve beyin takımının lideri olan russell “stringer” bell'dir. stringer bell'i benzer mafya dizilerindeki herhangi bir figürle kıyaslamak zor, çünkü kendisi sokak diplomasisinin yanı sıra iktisat teorisine de hakim, uyuşturucu imparatorluğunu adeta bir fortune 500 şirketi gibi yönetmeye çalışan bir suç patronu. akşamları açık öğretim derslerine gidip ekonomi okuyan, adam smith üzerine kafa yoran bir gangster düşünün – işte karşınızda stringer. onun bu vizyoner ama bir o kadar da pragmatik yaklaşımı, ortaklarıyla arasında gerilim yaratır: mahalle efsanesi avon için “sokak” her şeyden üstünken, stringer “işi büyütme” peşindedir. the wire, stringer karakteri üzerinden yeraltı ekonomisinde bile sınıf, hiyerarşi ve kapitalist mantığın nasıl işlediğini ince bir şekilde işler. izleyici, bir yandan suç örgütünün iç işleyişine dair şaşırtıcı ayrıntıları öğrenirken, diğer yandan zekâsına hayran kaldığı bu adamın acımasız dünyada yaptığı stratejik hatalara tanık olur. stringer bell, tüm güçlü yönlerine rağmen sistemin dişlilerinden kaçamayacağını bizlere gösteren trajik bir figür olarak akıllarda kalır.

elbette bu üçlünün yanı sıra the wire evreninde sayısız karakter unutulmaz izler bırakıyor. dürüst ve babacan dedektif bunk moreland, sabır timsali bilge polis lester freamon, kendi yöntemleriyle suça çözüm arayan idealist komiser bunny colvin, sokakların yaşlı bilgesi bağımlı bubbles, acımasız yeni nesil uyuşturucu kralı marlo stanfield, hayatını bu işe adamış haberci gus haynes… her biri ayrı bir yazının konusu olabilecek derinlikte kişiler. dizinin belki de en etkileyici yanı, çok geniş bir kadroyu ele almasına rağmen her karakterin hikâyeye bir şekilde hizmet etmesi ve unutulmaz birer portre olarak çizilmesidir. kısacası the wire, karakter gelişimi konusunda usta seviyesinde bir iş çıkararak ilk sezondan son sezona kadar herkesin yaşadıklarının izlerini taşıdığını hissettirir.

anlatım biçimi bakımından da the wire, çağdaşlarından tamamen ayrılır. deyim yerindeyse, kolay tüketilen dizilere alışık izleyici için tam bir “bölüm sonu canavarı”dır. bölümler tek başına ele alındığında klasik anlamda “sürükleyici” bulunmayabilir, çünkü dizi olaydan olaya koşmak yerine ağır ağır örülen bir roman gibidir. her sezonun başında pek çok alt hikâye dalı yavaş yavaş kurulur; sabırla izlerseniz tüm parçaların büyük resimde nasıl birleştiğini görür ve hayran kalırsınız. bu yönüyle the wire, dikkatini vermeyen veya hızlı aksiyon peşindeki seyirciye zor gelebilir. nitekim yayınlandığı dönemde geniş kitlelere ulaşamamasının bir sebebi de budur: the wire asla seyirciyi ucuz numaralarla tavlamaya çalışmaz. bölüm finallerine şok edici sürprizler koyup “cliffhanger” yöntemiyle merak uyandırma klişesine bel bağlamaz. onun yerine, katmanlı senaryosunun meyvelerini yavaş yavaş verir ve izleyicinin emek vermesini talep eder. karşılığında ise, televizyon tarihinde benzeri zor bulunur bir doyuruculuk sunar. örneğin final bölümlerine gelindiğinde, evvela ağır tempolu görünen onlarca hikâye izleğinin nasıl ustaca birbirine bağlandığını fark edip derin bir tatmin duygusuna kapılırsınız. bu nedenle the wire izlemek, bir bakıma iyi bir edebi roman okumaya benzetilebilir – hızlı tüketilecek bir ürün değil, sindire sindire deneyimlenecek bir ziyafet.

günümüz dijital dizi platformları çağında the wire gibisi pek gelmedi desek yanlış olmaz. netflix ve benzeri platformlarda içerikler artık ilk dakikada ilgimizi çekmek, her bölümde trend oluşturacak anlar yaratmak üzere formüle ediliyor. buna karşın the wire, “sabırla büyüyen” bir yapım olmasıyla bu trendlere meydan okur nitelikte. örneğin benzer şekilde övgüler alan breaking bad veya yakın dönemin popüler hbo draması succession gibi dizilerle kıyaslandığında, the wire'ın tarzı bambaşkadır. breaking bad müthiş bir karakter dönüşüm hikâyesi anlatır ve gerilim dozu yüksektir; succession keskin diyaloglarla medya patronluğu ve aile içi iktidar oyunlarını hicveder. ne var ki bu dizilerde bile zaman zaman dramatik abartılar veya izleyiciyi ekran başına çivilemek için tasarlanmış anlar bulunabilir. oysa the wire izleyiciyi avucunda tutmak için asla ucuz hilelere başvurmaz. onun çizdiği dünya, gerçek hayatın ta kendisi kadar çarpıcı olduğu için drama yaratmak adına ekstra süslemelere ihtiyaç duymaz. bu bakımdan the wire, televizyonun sanatsal potansiyelinin farklı bir doruk noktasıdır diyebiliriz.

sonuç olarak the wire, sadece bir dizi değil, bir şehir ve toplum panoraması olarak değerlendirilmelidir. baltimore özelinde anlattığı hikâyeler aracılığıyla amerika'nın şehirleşme, yoksulluk, suç, bürokrasi, ırk ve sınıf meselelerine tutulmuş bir aynadır adeta. diziyi izlerken bir kurgu eserinden ziyade sosyolojik bir inceleme okuyor gibi hissedebilirsiniz; karakterler ve olaylar öylesine sahici ve düşünce uyandırıcıdır. ben kendi adıma the wire'ı izlerken defalarca sarsıldığımı, her sezon finalinde uzun süre ekrana dalıp gittiğimi hatırlıyorum. kimilerince “gelmiş geçmiş en iyi dizi” payesini alması boşuna değil: bugün dünya çapında sayısız eleştirmen tarafından bu şekilde anılıyor ve en iyiler listelerinin zirvesine yerleşiyor. dizi, yayınlanmasının üzerinden geçen onca yıla rağmen güncelliğini yitirmedi; aksine, ele aldığı sorunlar hala çözülememiş olduğu için değeri daha da iyi anlaşılıyor. the wire, televizyonun bir eğlence mecrası olmanın ötesine geçebileceğinin kanıtı niteliğinde bir başyapıt. eğer sabır gösterir, kendinizi onun detaylı örgüsüne bırakırsanız, sonunda size televizyon tarihinde ender rastlanır büyüklükte bir ödül sunuyor: gerçek bir sanat eseri izlemenin tatmini. bu nedenle, the wire'a gelen övgüleri abartılı bulanlar varsa, onlara da şu mottoyu hatırlatmak isterim: “hepsi oyunun içinde.” bu oyunun parçası olmayı seçen herkes, the wire'ın sunduğu derinlikten payına düşeni alacaktır.