SİNEMA 31 Ağustos 2023
12,8b OKUNMA     334 PAYLAŞIM

The Florida Project Filminin Gelir Uçurumuna Dair Anlattığı Sert Şeyler

2017 tarihli Sean Baker dramasını, temasını derinden inceleyerek ele alıyoruz.

"zenginlerle yoksullar arasındaki fark çok büyük ve derin. bu derinlik her geçen gün daha da artıyor."

bu cümlenin bir çoğumuza fazlasıyla klişe geldiğine eminim. işte mesele de bu zaten. hayatın içinde yaşanan pek çok yakıcı gerçeğe alışıyor, kanıksıyoruz. kanıksama da duyarsızlaşmamıza ve körleşmemize neden oluyor. insani acılara ve insanın insana ettiği gündelik zulme alışıyor; hayatı anlamlı, birlikte yaşamayı mümkün ve zevkli kılan değerlerin yavaş yavaş ve fark edilmeksizin erozyona uğramasını kanıksıyoruz. bir şeylerin değişebileceğine olan inancımızı böyle böyle kaybediyoruz.

önce kanıksadığımız gerçekliğin boyutlarını görelim:

dünyadaki 120 büyük şehir esas alınarak mevcut kent gelişimleri dikkate alınarak hazırlanmış bir birleşmiş milletler raporunun uyarısı şöyle: "yüksek eşitsizlik seviyesi; toplumlar üzerinde istikrarı bozucu etki yapabilir, olumsuz sosyal, ekonomik ve politik sonuçlara yol açabilir, toplumsal huzursuzluk ve güvensizlik doğurabilecek siyasi ve toplumsal kırılmalar yaratabilir."

bm raporu, latin amerika veya sahra altı afrika'nın kent görünümlü köylü kalabalıklarından bahsetmiyor yalnız. new york'u yeryüzündeki dokuzuncu eşitsiz şehir sayıyor mesela.
veya abd'nin atlanta, new orleans, washington ve miami gibi büyük şehirlerinin nairobi ya da abidjan ile benzer eşitsizlik seviyesinde olduğunu söylüyor. sadece hollanda, danimarka, finlandiya, slovenya bu evrensel trendin dışında kalmış gözüküyor.

peki eşitsizlikten kasıt ne?

"eğitim, iş olanakları ve sosyal bağlantılara ulaşmaktaki ve dolayısıyla mülkiyet ve hayattan zevk almaktaki eşitsizlikler."

göran therborn maddi eşitsizliğin yanı sıra yaşamsal eşitsizlikten bahseder. therborn'a göre "sosyal statü hiyerarşisi, kelimenin gerçek anlamıyla ölümcüldür." şöyle ki; resmi istatistikler, ingiltere'de en düşük gelir seviyesindeki insanların en yüksek gelir seviyesindekilere göre emeklilik yaşına ulaşma ihtimalinin dört kat az olduğunu söylüyor. ayrıca fakir mahallelerde yaşayanların yaşam beklentisi zengin semtlerdekilere göre 28 yıl daha kısa imiş.

therborn bir de "varoluşsal eşitsizlik" olduğunu söyler. saygısız davranılan, değersiz görülen, aşağılanan kesimler. kimler bunlar? amerika'da kızılderililer, genel olarak batı'da siyahlar, yoksul göçmenler, aşağı tabakalar ve damgalanmış etnik gruplar gibi.

therborn'a göre; küresel ekonomik krizler güneye daha fazla yoksulluk, açlık ve ölüm getiriyor. ayrıca yoksul ile zengin arasında açılan sosyal mesafe toplumsal bağları zayıflatıyor, bu da daha fazla suç ve şiddet gibi kolektif soruna yol açıyor.


gerçekten öyle mi, toplumsal eşitsizlik toplumsal sorunları azdıran bir rol mü oynuyor?

bu sorunun cevabını richard wilkinson ve kate pickett su terazisi başlıklı ortak çalışmalarında birtakım istatistiklerle ikan edici şekilde veriyor. mesela, japonya ve isveç'i örnek veriyorlar. farklı yapıda ülkeler bunlar aslında. mesela isveç tam bir sosyal refah devleti iken japonya'da devletin aldığı sosyal önlemler çok az. ama ortak noktaları gelir dağılımlarının adil olması. nüfusun en zengin yüzde beşi ile en fakir yüzde beşi arasındaki açık nispeten daha az. yazar ikilisi bu iki ülkede, gelir ve zenginliğin eşitsiz dağıtıldığı zengin sanayi ülkelerine kıyasla daha az toplumsal sorun olduğunu söylüyor.

bir de iki komşu ülke üzerinden bakalım: portekiz, ispanya'ya göre iki kat daha eşitsiz bir toplum. ve toplumsal sorunlar açısından tartışmasız üstün durumda. abd ve ingiltere gibi yeryüzünün en eşitsiz toplumlarında, refahı adil dağıtabilen toplumlara göre akıl hastalığı üç kat fazla, hapishanelerdeki insan sayısı, obezite, çocuk yaşta hamilelik ve ölüm oranları çok yüksek.

araştırmacı ikili, eşitsiz bir toplumda sosyal statü kaybetme, küçük düşme, toplumdan dışlanma, onurun zedelenmesi ve aşağılanma korkusu daha güçlü diyor. haliyle bu gibi korkular aşırı kaygı doğuruyor ve insanları psikolojik rahatsızlıklara daha yatkın hale getiriyor. tüm dünyada tahtı sallanan orta sınıf için fazlasıyla geçerli bir durum. alt ve üst gelir grubu arasındaki uçurumun her geçen gün ivmelendiği, orta sınıfın yok olma tehlikesi yaşadığı, nüfusunun yüzde ellisinden fazlasının (normal ücret haline gelen) asgari ücretle geçinme savaşı verdiği bizim gibi ülkelerde yaşanan toplumsal şizofreni gözlenerek yazarlar teyit edilebilir.

bunların hepsi istatistiki veriler ve arkasındaki nedenlere dair pek bir şey söylemiyorlar belki ama bauman'ın dediği gibi alarm veriyor, yaygın ahlaki uykumuzu ve manevi aldırışsızlığımızı sorguluyor, sarsıyorlar.


"zaman onları yavaş yavaş öldürürken yapabildikleri tek şey zaman öldürmekti."

zygmunt bauman hayatın çeperinde yaşayan ve sosyal atık olarak görülen aylaklar sınıfının özelliklerinden bahsederken kullanır bu cümleyi. polonyalı düşünür bauman, tüketim toplumunda tabakaları; yukarıdakiler-aşağıdakiler, birinci dünyanın insanları-ikinci dünyanın insanları veya turistler-aylaklar şeklinde tasnif eder. bauman'a göre zenginlerin oluşturduğu birinci dünyada zamanın içinde yaşanır fakat mekan önemini yitirmiş, küreselleşmiş turistler için mesafeler anlık hale gelmiştir. karşı dünyanın kara kara düşünen sakinleri ise mekan içinde yaşarlar, zamanı dışarıda tutan bir mekanda. zira onların zamanında "hiçbir şey olmaz."

bauman'ın terminolojisinde, dünya kendini turistin (kabaca zengin diyelim) hizmetine adamıştır ve aylaklar bu dünyanın artıklarıdır. turist seyahat eder çünkü bunu ister. aylaklar da seyahat eder, çünkü katlanabilir başka bir seçenekleri yoktur. aylaklar, turiste dönüşme hakkı tanınmayan gezginlerdir. aylaklar kuralı çiğner ve düzeni kemirirler, sırf ortalıkta dolaşmakla bile eğlencenin içine ederler.

yoksulluk, mültecilik, ötekilik durumunu yaşayanlar "dışarı atılmışlık" psikolojisiyle yaşamak zorunda oldukları gibi hareket kabiliyetine de sahip olmadıklarından gittikleri her yerde getto, banliyö veya varoşlarda bir çeşit kapatılmaya uğrayarak bulundukları yerin "tüketim katedralleri"nden de aforoz edilirler. şiddete ve suça meyilli olan aylaklar toplum tarafından tehlikeli olarak addedilir ve fazlalık olarak görülürler. dolayısıyla bireyselleşmenin ve yalnızlığın hakim olduğu tüketim toplumunda yoksulluk kendi başına katlanılacak bir sorundur.

modern dönemde ekonomik ve askeri olarak kullanılabilir ve işe yarar olarak görülen alt sınıflar, post-modern dönemin "sürümü yükseltilmiş eşitsizlik" toplumunda "işe yaramaz sınıf" veya "gereksizler sınıfı" olarak görülüyor. ve görünen o ki, ilerleyen aşamada alt sınıfların ekonomik, siyasi hatta sanatsal üretimde herhangi bir rolü olmayacak, toplumun refahına, gücüne ve şanına hiçbir katkı sunamayacaklar. dolayısıyla sadece işsiz olmakla kalmayacak istihdam da edilemez olacaklar...

işte sean baker'ın senaryosunu yazıp yönettiği florida project, tam da bauman'ın aylaklarını ele alıyor

bir amerikan rüyası olan disneyland'ın gölgesinde ayakta kalma savaşı veren dar gelirli insanların, daimi kaldıkları motellerde sürdükleri yaşamlarını çocukların gözünden aktarıyor.
2017 yapımı bağımsız filmde, kendileri için rüyadan öteye gitmeyecek olan disneyland'a on km. uzakta varlık-yokluk arası bir düzlemde yaşayan insanların birbirleriyle, çocuklarıyla ve diğerleriyle ilişkisi işleniyor.

geçmişlerine dair herhangi bir şey bilmediğimiz, geleceğe dair de herhangi bir ufku olmayan bu insanların hayatına çocukların gözünden orta yerinden dalıyoruz. kamera daha çok altı yaşındaki afacan moonee ve yirmili yaşlarının başındaki işsiz annesi halley'e odaklanıyor. fakat motelin diğer odalarında da yalnız anneler ve çocukları, yalnız babalar ve oğulları, yalnız anneanneler ve torunları ile de muhatap oluyoruz. yanı başındaki disneyland'a gitme, oraya ait hissetme gibi bir hayalleri bile olmayan bu insanlar zenginlere ait bir sitenin banklarında dinlendikleri için bile cezaya maruz kalabiliyorlar. bir evleri veya yurtları olmayan bu insanlar ya işsizler ya da boğaz tokluğuna çalışıyorlar. en büyük dertleri ise günlüğü 38 dolar olan motel parasını ödeyebilmek. başlıca geçim kaynakları kaçak ürünler vb şeyler satmak, dilenmek, çalmak ve son aşamada da bedenini pazara sürmek.


başvurduğu hiçbir yerden sonuç alamadığı için kronik işsiz olan genç ve güzel anne halley çok öfkeli ve nefret dolu. sık sık kendini kaybedip kontrolden çıkabiliyor. tükürükler saçarak kurduğu argo dolu cümleleri bol küfürlü. kısa sürede izleyiciyi kendinden nefret ettirmeyi başarabilen sağduyu ve merhametten yoksun hallley, karşısındakine rahatsız etmek için iğrenç şeyler yapmaktan çekinmeyen biri. kızı moonee dışında herkesten nefret ediyor. moonee ile ilişkisi çok iyi ve birlikte eğlenebiliyorlar ancak çocuğun eğitimi anlamında oldukça sorumsuz ve duyarsız davranıyor.

çok şirin olmasına rağmen, güzel ama itici olan annesi gibi, rahatsız edici bir çocuk moonee. özgür, öz güvenli, pervasız ve sorumsuz. yaptığı tüm kötü şeyler annesi tarafından ya görmezden gelindiği ya da teşvik edildiği için bir yerden sonra izleyiciyi bıktırırcasına yaramazlığı aşan kötü şeyler yapmaktan vazgeçmiyor. onun da ağzı en az annesi kadar bozuk, o da annesi gibi dileniyor, o da belli ki ileride her yönüyle annesi gibi olacak.

moonee ve arkadaşları bugünkü evde pc başında izole bir biçimde büyüyen çocuklara kıyasla sokakta, akranlarıyla, oyun merkezli şekilde çocukluklarını gerçek anlamda yaşıyorlar. çok mutlu ve hayat dolular. yoksulluğu eğlenceye dönüştürebiliyorlar. ancak ebeveynlerinin kontrol, denetim ve terbiyesi dahilinde gerçekleşse ideal bir çocukluk olarak sunulabilecekken bilhassa moonee'nin çılgınlığı başkalarının güvenliğini tehdit eder hale geliyor...

güçlü bir hikaye barındırmayan, çok düşük bütçesi ve farklı tarzıyla belgesel havası da hissettiren, uzun süresi ve tekrarlarıyla sıkıcılaşabilen filmde başat rol verilen halley ve kızı moonee, motelin diğer sakinleri gibi bauman'ın aylaklar sınıfını teşkil ediyor.
zamanla bir işleri yok, bir mekana sıkışık yaşıyorlar. suça ve şiddete meyilliler. tüketim katedrallerinden, turistlerden uzak tutuluyorlar. dışarı atılmışlık psikolojisini iliklerine kadar yaşıyorlar. toplumsal yaşamda doldurdukları herhangi bir boşluk yok. işe yaramıyorlar, istenmiyorlar. potansiyel suçlu ve günah keçisi olarak görülüyorlar. aynı turistler gibi onlar da tüketiciler ancak kusurlu tüketiciler. kaynakları gibi tüketim potansiyelleri de sınırlı, bu da onları tehlikeli hale getiriyor. hiçbir politik gündemleri, alternatif bir ütopyaları bulunmuyor sadece turistler gibi yaşamalarına izin verilmesini istiyorlar.