Tarım Toplumlarının Yaşamı, Feodalizm Öncesi ve Sonrasında Birbirinden Ne Kadar Farklıydı?
tarım toplumunu iki dönem şeklinde, yani feodaliteye kadar olan dönem ve feodaliteden sonraki dönem olarak incelemek gerekir.
feodaliteye kadar olan dönem
toprak bu yapının temel merkezidir. bu döneme geçişte toplayıcılık en önemli etken olmuştur.
toprak, avcılık ve toplayıcılık döneminde de var olan sahiplik duygusu açısından önemlidir. o zamana kadar taşınır eşya olarak nitelendirebileceğimiz elle tutulur eşyaların zilyetliği=mülkiyeti vardı. ancak tarım toplumu döneminde toprağın önem kazanmasıyla beraber toprak üzerindeki hakimiyet de önem kazanmıştır. toprağın buradaki rolü, toprak üzerindeki ürünlerin ekonomik olarak değerlenmesini sağlamıştır. topraktan elde edilen ürünler “üretici” kavramını ortaya çıkarmıştır. ekonomideki üreticilik faaliyeti tarım toplumuyla başlar.
tarım toplumuyla beraber insanlar düşünme yeteneğinin ve aklın gelişmesiyle yerleşik düzene geçtiler. hayvanları hem besininden hem de gücünden yararlanmak için evcilleştirdiler. avcılık ve toplayıcılık döneminden gelen ekonomik faaliyetlere tarım toplumunda hayvancılık da katıldı. bu dönemde toprağın merkez olması nedeniyle insanlar toprağı kullanabilecekleri yerlere yerleştiler. böylece tarım toplumunun sonucu olarak kırsal alan yerleşimleri/köyler oluştu. yerleşik düzenin etkisiyle yaşadıkları bölgelerde düzeni sağlamak için organizasyon yapma ihtiyacı doğdu. yani siyasi nitelikte organizasyonlar oluşmuştur. insanların birbirleriyle ve hayvanlarla olan mücadeleleri ölümlere neden olmuştur. bu nedenle bu dönemde yaşam süreleri çok kısadır. dolayısıyla insanlar arasında aile ve birlik düzeni sıkı değildi. ancak göçlerden kaynaklanan karmaşık düzen “aile” kavramını ortaya çıkarmıştır. çünkü toprağın işlenmesinde insan gücü birinci sıradadır. dolayısıyla insan gücünden yararlanmak için insanlar aile şeklinde yaşayarak toprağı birlikte işlerler. böylelikle bu dönemde belirli sosyal kavramların oluşmaya başladığını görüyoruz.
tarım toplumundaki değişiklikler çok uzun bir süreyi kapsamıştır. bölgeler arasında geçiş zamanları farklılık gösterse de tarım toplumuna geçişi m.ö. 9000-8000’lerde başlatabiliriz.
bu dönemde sümerler tarafından yazı bulunmuştur. roma döneminde 12 levha kanunları tabletlere yazılmıştır. ayrıca çivi yazısı kullanılmıştır. yazının bulunmasıyla tarihi dönemler başlamıştır.
tarım toplumuna geçişle toprağın taşıdığı önem hukukta da etkili olmuştur. çünkü üretimin kaynağı topraktır. toprak edinme hukukun en önemli konularından biridir. sahip olunan toprak miktarı ekonomik, sosyal ve siyasi gücü belirtir. bu nedenle en önemli gelişme toprak mülkiyetinin oluşmasıdır.
burada roma hukuku’ndaki “zaman yönünden kim önceyse hak yönünden de o öncedir.” ilkesi uygulanmıştır. yani burada bilek ve zaman gücüyle hakkı kazanmış bir kişiye rağmen, sonradan gelen güçlü kişi hakkı kazanabilir. dolayısıyla zayıfı koruyacak mekanizma gelişmemiştir. zamanla toprağa yerleşimle beraber koruyucu mekanizmaların gelişmesine ihtiyaç duyulmuştur. roma hukuku’ndaki bu ilke güçlüyü koruyacağı için buna karşı hakkı koruyacak hakların yaratılmıştır. yani düşüncenin de etkisiyle haklarla korunacak bir mekanizma oluşturulmuştur. bunun yanında bazı kişilere kurallar koyulmuş, ödev yüklenmiş ve bu haklara saygı duyulması sağlanmıştır.
din faktörü ön plana çıkmıştır.
din insanın iki duygusundan kaynaklanır/oluşur:
1-korku. insanlar doğadan gelen tehlikelere karşı kendisini koruyacak bir güç arar.
2-hayranlık. tanrının verdiği nimetler insan için çok önemlidir. topraktan elde ettiği ürünler tanrının/doğanın sayesindedir.
dinler önceleri yazılı olmayan, çok tanrılı dinlerdi. tek tanrılı dinlerdeki kurallar yoktu ancak tanrı olarak nitelendirdikleri varlıklar tanrıyı arkalarına aldığı için yönetimde etkili olmuşlardı.
kesin olmamakla birlikte, dinlerin varlığından önce geleneklerin içinde ahlak kurallarının olması, ahlak kurallarının din kurallarından önce ortaya çıktığını gösterir. buna karşı din kurallarının içinde ahlak kurallarının olması din kurallarıyla ahlak kurallarının paralel gittiğini de gösterir. ayrıca özellikle yazılı din kurallarının çıkmasıyla ahlak kurallarının din kurallarının dışında kalak gelişmesi de mümkün olabilir. dolayısıyla ahlak kuralları ile din kuralları arasındaki öncelik sırası kesin olarak bilinmemektedir.
hukuk kuralları ile ahlak kuralları açısından genelde hukukçular insanın ortaya çıktığı andan beri hukukun var olduğunu söylerler (insan=hukuk anlamına gelir). ancak bu aşırı bir görüştür. çünkü ilk dönemlerde (avcılık-toplayıcılık) hukuktan bahsetmek mümkün değildi. özellikle avcılık-toplayıcılık döneminin tarım toplumuna yakın dönemlerinde hukuktan söz edebiliriz. bu dönemdeki hukuk düzeni din kurallarıyla ahlak kurallarının bir karmasıydı.
tarım toplumu medeniyetlerin kurulmasıyla (sümerlerden) başlar. yerleşmiş olan toplumlar uygarlaşan toplumlardır. yani avcı toplumdan bir uygarlık ortaya çıkmaz ancak yerleşik toplumlardan ortaya çıkar. bu uygarlıklar çoğu kez avcı toplumlar tarafından sona erdirilmiştir. antropoloji ve diğer tarihi bilimlere göre eğer avcdı bir toplum yerleşik bir toplumun içinde kaldıysa, avcı toplum zamanla yerleşik topluma kaynaşır. çünkü yerleşik toplumun kültürü baskın gelir. dolayısıyla avcı toplumlar yönetimde kalsalar bile eski yerleşik toplumlardaki kültürden etkilenirler ve zamanla o topluma adapte olmaya başlarlar.
toprak ve toprak üretimi üzerine kurulmuş bir yapılanma vardır. diğer sosyal ve siyasi yapılar hep bunun üzerine inşa edilmiştir. yani marx’ın da belirttiği gibi toprağın ekonomik süreçlerini alt yapı olarak ve onun üzerindekileri üst yapı olarak ele alırsak toprak mülkiyetine dayanan yeni bir yapılaşmanın oluşmaya başladığını görürüz.
toprak mülkiyetinde ilk önce bir aile mülkiyeti söz konusuydu. çünkü geniş aileler toprağın üzerinde egemenliklerini kurdukları için bir aile mülkiyetine dayanmaktaydı. daha sonra klanlar ve şehir devletleri oluştu. şehir devletlerindeki konseylerin/senatoların yönetiminde geniş aileler temsil ediliyordu. dolayısıyla onların lehine olan kurallar çıkarılıyordu. bu güçlerin etkisiyle çıkarılan kurallar ise hukuk düzeninin yansımasıydı.
orta çağ’da kilisenin egemenliği söz konusuydu. kilise burada bizim dinimizden farklı olarak bir organizasyon içinde olan bir kurumdu. islam dininde bu organizasyon olmadığı için toprak mülkiyeti de yoktu. kilise toplum içinde çok önemli bir rol oynamıştır ve bunu bir organizasyonla yapmıştır. bu organizasyon ileride devlet oluşumunda örnek alınır. yani devlet fikrinin ve organizasyonlarının altında kilise organizasyonlarını görebiliriz. organizasyonlar sadece ekonomi yönüyle değil, eğitim yönüyle de etkili olmuştur. orta çağ sonunda açılan üniversitelere kadar okullar kiliseye bağlı kalmıştı. (ingiltere’de oxford ve cambridge, italya’da bologna, fransa’da paris üniversiteleri). bu üniversitelerin hepsi papa’nın izniyle açılmıştır. rektörler bile papa tarafından belirlenmiştir. böyle bir yapı içerisinde papa imparatorların atanmasına karışırdı. dolayısıyla ortaya çıkan devlette imparatorlar papa’nın onayına ve seçimine tabi tutulmuştur.
iktisadi açıdan baktığımızda toprak mülkiyeti ilk önce ailelerin elindeki mülkiyet şeklinde devam etmiştir. daha sonra özellikle feodalite döneminde bu aileler devletin içinde önemli rol oyanayan aristokratlar olmuşlardır. bir taraftan aristokratlar (feodaller), diğer taraftan da kilise toprak ürünlerinden rant sağlamışlardır.
feodal toplum yapısı avrupa’da tarım toplumuna egemen olmuştur. bu durumun siyasi ve sosyal yapı üzerinde de etkili olmuştur. burada aristokratlar senyör olmuştur. toprağın sahibi oldukları için buradan gelecek rantı aristokratları alır. aristokratların altında toprağı işletecek olan kahya vardır. feodal düzende kahyaya vassal denir. vassalların altında ise serfler vardır. sosyal yapı bu ekonomik yapı içinden çıkmıştır. serfler herhangi bir ücret almaksızın barınması sağlanarak toprağa bağlanmış kişilerdir. iki tür serf vardır. birincisi toprakla beraber satılanlar yani eşyaya bağlı olanlardır. ikincisi doğrudan doğruya senyöre veya vassala bağlı olanlardır. toprak satılsa bile bağlı oldukları kişilerle kalırlar. senyörler elde ettikleri rantlarla aynı zamanda siyasi bir güç olmuşlardır. senyörler daha ileriki devlet yapılarının içinde prenslikleri oluşturmuşlardır. feodal düzende prenslerin üstünde ya federal bir sistem yada konfederasyon şeklinde bir sistem oluşur, yani ya imparator konfederasyonun başıdır, onun altında senyörler/prenslikler vardır. ya da imparator ile prens arasındaki bağ sıkıdır ve prenslikler imparator savaş açtığında onu mali veya askeri yönden destekler. çünkü ilk zamanlarda imparatorluklarda paralı askerler yoktu, dolayısıyla bu prensliklerden elde edilirdi. (imparatorluğun güçlü olduğu yerlerde bir federal ilişki vardır veya merkezi yönetimin ağırlığının artması nedeniyle merkezi idarelere benzeyen bir ilişki vardır. ancak konfederasyonlarda prensliklerle imparatorluk arasındaki ilişkiler daha zayıftır. örn: fransa imp.’da güçlüyken kutsal cermen imp.’da bu ilişkiler oldukça zayıftır.)
ekonomik yapıdaki gelişmeler sosyal yapıda belirli sınıfların oluşmasını sağlamıştır. avcılık ve toplayıcılık dönemindeki sosyal yapıda bir sınıflaşma yoktu. yani herkes birbirine eşitti ve bu nedenle aydınlanma döneminde ortaya çıkan sosyal sözleşme kavramının temelini oluşturan doğal durumda insanların özgürlüklere sahip olduğu söylenir (john locke bu konuya ilişkin olarak "özgürdürler ve mutludurlar çünkü henüz sınıf yok" demiştir). buna karşın thomas hobbes bu durumu felaket olarak nitelendirmiştir (çünkü herkes birbirini öldürmüştür). dolayısıyla doğal durumun yol açtığı sonuçlar tartışılmaktadır.
bu dönemde fransa merkezi otoritenin gücünün olduğu bir yerdi ve avrupa’daki en güçlü imparatora sahipti. bu nedenle her imparatorun dediği yasa olmuştur. böyle toplumlarda çok otoriter bir yönetim söz konusudur. buna karşılık ingiltere’de daha farklı bir siyasal yapı vardır. diğer feodal toplumlarda da olduğu gibi özellikle ingiltere’de sosyal yapının içinde yavaş yavaş başka bir sınıf olan tüccar sınıfı oluşmaya başlamıştır. bu sınıf roma imp.’dan beri vardır. tüccarları aristokrasi tüccar sınıfını kendi içine, roma imp. senatoya ve ingiltere’de meclise kabul etmemişlerdir.maddi yönden varlıklı olsalar da siyasi yönden serflerle aynı durumdaydılar. 1680’lerdeki ingiliz ihtilali’nde en önemli rolü tüccarlar oynamışlardır. çünkü kendilerinin meclise kabul edilmesini ve özellikle bir danışman gibi değil normal bir aristokratın/vatandaşın işgal ettiği mevki gibi davranılmasını istemişlerdir. yani burada tüccarlarla rant sahipleri (burjuvazi) arasında bir çatışma başlamıştır. burjuvazi hükümdara karşı fransız ihtilali’ni yapmıştır. bu ihtilalin sonucunda hukuki kavramlarda çeşitli değişiklikler olmuştur. örneğin mülkiyet konusunda roma’da sadece roma vatandaşları, feodal toplumlarda vassallar ve yanlarındaki senyörler mülkiyet sahibi olurken fransız ihtilali’yle mülkiyet sahipliği herkese yayılmıştır. ancak yapı çok fazla değişmemiştir.
insanların ilk olarak sahiplik duygusunu yaşadıkları için mülkiyet kavramı önemlidir. avcılık ve toplayıcılık döneminde de mülkiyetin varlığını görüyoruz. bu dönemde ortak mülkiyet vardır ama irade yoktur. irade olmadığı için mülkiyet sadece fiili ve içgüdüsel bir durumdur, hukuki bir durum değildir çünkü herhangi bir ihlal durumunda başvurulabilecek hukuki yollar yoktur. avcılık ve toplayıcılık döneminde bir zilyetlik (elde tutma) vardır. bu nedenle tarım ve sanayi toplumlarında mülkiyet önem kazanmaktadır. tarım toplumunda toprak mülkiyeti varken, sanayi toplumunda sanayi ürünlerinin mülkiyetine geçilmiştir. dolayısıyla mülkiyet her toplumda ayrı bir öneme sahiptir. özellikle günümüzde çıkan ihtilafların temelinde çoğunlukla mülkiyet vardır.
sahiplik, avcılık ve toplayıcılık döneminde bir şeyi elinde tutma, hakimiyeti altında bulundurmadır. mülkiyet eşyayı elinde tutma, üzerinde hakimiyet kurmadır. elde tutmak eşyadan her an yararlanabilecek nitelikte olmaktır. örneğin yakınımızdaki bir eşyanın maliki olduğumuz karine olarak kabul edilmektedir çünkü eşyanın hakimiyeti bizdedir. ancak hakimiyet kurulan her eşyanın maliki olunmayabilir. hakimiyet, mülkiyet karinesi olarak önemlidir. mülkiyetin temel kavramı olan hakimiyete zilyetlik denir.
mülkiyet zilyetlikle başlar. çünkü avcılık ve toplayıcılık döneminde irade olmadığı için içgüdüsel bir elinde tutma söz konusuydu. daha sonra irade ile birlikte (insanın maliki olma istenci ile) eşyayı elinde tutma isteği sonucunda zilyetlik kavramı mülkiyet oldu. roma’da buna animus domini (malik olma iradesi) denir. mülkiyette malik olma/elde tutma iradesi gereklidir, eğer bu irade yoksa malik olunamaz. daha sonraki dönemlerde bu irade zilyetlik için de aranmıştır. zilyetlik için irade animus possidendi, mülkiyet için irade animus dominidir. hakimiyete dayanan mülkiyet nedeniyle malik eşyadan kullanma (usus), yararlanma (fructus) ve tasarruf etme (abusus) şeklinde istifade etmiştir.
bu yetkileri kullanırken başka bir 3. kişiyle kurulan karşılıklı irade beyanı (devretme, ariyet…) bir hukuki işlem olarak eşya üzerinde tasarruf etme anlamını taşır (hukuki olarak tasarrufta bulunmaya hukuki işlem denir). hukuki işlem çeşitlerinden en önemlisi ise sözleşmedir.
eşya üzerindeki hakkı birisi ihlal ederse içgüdüsel olarak tepki verilir. mülkiyetin elden çıkması sonucunda ya geri almak için uğraşılacak ve karşı tarafa ait bir sorumluluk ortaya çıkacak ya da habersiz bir şekilde mülkiyete tabii eşya alındığı için müeyyide olarak ceza ortaya çıkacak.
genelde bütün kavramların mülkiyetten ortaya çıktığını görüyoruz. aile kavramı içinde mülkiyetin etkileri vardır. bunun yanında hakimiyet ve egemenlik kavramları için hem mülkiyet açısından hem de siyasi açıdan bir gelişim göstermiştir. mülkiyet toplumsal yapılarda değiştikçe etrafındaki diğer kavramlar da değişmektedir.
özellikle roma hukuku’nda mülkiyet kavram olarak gelişmiştir. (mülkiyet bugün sosyal olgu olarak geçer fakat aynı zamanda bir değerdir.). roma hukuku’nda toprak mülkiyeti son derece önemlidir ve mülkiyet bir eşyaya dayanır. o dönemde matbaa olmadığı için fikir ürünleri çok fazla satudda basılamamıştır ve dolayısıyla telif hakları yoktu. ancak sanat eserleri vardı. genellikle tiyatro oyunları hukuki ihtilaf yaratmıştır. sanat eseri olarak heykeller vardı ancak yine telif hakları yoktu. matbaanın bulunmasından sonra eserlerin basılmasıyla telif hakkı denilen fikir ve düşünce üzerindeki haklar ortaya çıktı. bu eserler ilk zamanlar eşya statüsündeydi. eser anlamındaki eşya üzerinde iki tür hak vardı. birincisi eşyanın fiziksel varlığı nedeniyle mülkiyet hakkı. ikincisi içinde barındırdığı fikir ve düşüncelerden kaynaklanan fikri mülkiyet (telif) hakkı. eşya yönüyle devir yapıldığında tasarruf hakkı kullanılır, yani ayni hak devredilmiş olur. ancak içindeki fikir ve düşüncelerin sahibi elinde tutan kişi değildir. fikirler üzerindeki mülkiyet devredilemez ve üzerinde bir hakimiyet kurulamaz. sadece fiziki varlık devredilebilir. işte matbaanın keşfi bunları ortaya çıkarmıştır. (mesela sanayi toplumunda en önemli şey sanayi ürünü elde etmektir. ürünlerin çoğalmasıyla birlikte taklit etme de çoğalmıştır. taklit etme sonucunda ürün üzerinde emek sarf edeni korumak için patent hakkı (sınai mülkiyet hakkı) ortaya çıkmıştır.
bu dönemde toprağın önem kazanması taşınır eşya yerine taşınmaz eşyanın ön plana çıkmasına neden olmuştur. (mesela sanayi toplumunda da hem ürün yönünden hem de imar yönünden toprağın önemi artmıştır. imar yönünden sanayi toplumu kentleşmeyi de gerekli kılmıştır. kentleşme imarı gerektirir ve şehirlerdeki arsanın önemini ortaya koyar. bugün türkiye’de de arsa önemli bir değerdir. bu da taşınmazın değerini arttırır.)
feodaliteden sonraki dönem
ekonomik olarak merkantilizm dediğimiz bir yapı söz konusudur. merkantilizm ulus devlete hazırlık yapan aradaki bir ekonomik okuldur. merkantilizm sonrasında kapitalizm ortaya çıkmıştır.
merkantilizm öncesinde tarım toplumunda bir üretim söz konusuydu. bu üretim topraktan elde edilen ürün üretimiydi. (bu üretim insanlık sona erene kadar devam edecektir. ileriki dönemlerde başka üretim tarzları da ortaya çıkacaktır. mesela sanayi toplumu için fabrikalarda elde edilen sınai ürünler tarım ürünlerinden çok daha değerli ve önemli olmuştur ve bu üretim şekli toplumsal yapıya yeni bir şekil vermiştir.). üretim biçimleri marx’ın da görüşüne göre alt yapı olan ekonomik süreçlerden oluşur. ekonomik süreçler üst yapıdaki kurumları (sosyal, siyasi, hukuki ve kültürel yapı) oluşturur. bu şekillenmenin temelinde (altında) insan faaliyetleri vardır. toplumsal yapı oluştuğunda evrim şeklinde gelişme söz konusu olmuştur. bunun etkileri kendiliğinden ortaya çıkmıştır. örneğin sosyal yapı bakımından avcılık döneminde göçbe hayat varken tarım toplumunda yerleşik hayata geçilmiştir. burada yerleşme toprağın önem kazanmasıyla ve toprak ürünlerindeki ekonomik yapının gelişmesiyle kendiliğinden gerçekleşmiştir. böylece sosyal yapıdaki gelişmelerden sonra siyasi yapıda gelişmelerle ve yerleşmenin etkisiyle insanlar arasında organizasyonlar oluşmaya başlamıştır..ilk olarak klanlar kurulmuştur. ve en geniş ailenin fertleri klanın başına geçti. çünkü güç o fertlerde olduğu için lider olmaya başlamışlardı. (yani siyasi yapı bugünkü gibi devlet değil, başında ailelerin olduğu klanlar var). daha sonra klanlar büyüyerek şehir devletlerini oluşturmuştur ve böylece şehir yönetimleri başlamıştır (yunan siteleri ve roma sitelerinde olduğu gibi).
daha sonra toprağın taşıdığı önemin etkisiyle o dönemde iktisadi nlamda elde edilen güç topraktan elde edilen ürüne bağlıydı. zenginlik toprak ürünlerine bağlı olduğu için önce klanın daha sonra sitenin içindeki zenginler, toprak sınıfından gelen aristokratlar oldu. toprak zenginliğin kaynağı olduğu için daha fazla zenginleşebilmek amacıyla toprak iktisabı (kazanma) yapılmıştır. bu nedenle etraftaki diğer topraklar zapt edilmeye başlandı. buna bağlı olarak savaşlar yapıldı. burada emperyalizm kavramını görmeye başlıyoruz. bu toplumsal yapı içerisindeki emperyalizm toprağın elde edilmesine dayanıyordu. bu yüzden toprak çok önemlidir.
siyasi yapı olarak devlet organizasyonları oluşmaya başladı. eskiden devletin elindeki ordu devamlı bir ordu niteliğinde değildi. feodaliteyle beraber beylerin sahip olduğu serfler askere alınırdı ve beylerin himayesinde savaşa katılırlardı. devlet yapısı özellikle yunan ve roma devletlerinde oluşmaya başlamıştı. antik yunan’da aristo ve platon’un devletle ilgili iyi ve kötü tarafları eleştiren eserleri vardı. siyaset felsefesi o dönemlerde başladı.
bu dönemde önemli bir sınıf olan tüccar sınıfı (sonraki dönemlerdeki adı ticaret burjuvazisi) ortaya çıktı. elde edilen ürün orada yaşayanların ihtiyacını karşıladıktan sonra belirli bir kısmının el değiştirebilmesi için tüccar sınıfı doğmuştur (özellikle yunan ve roma’da, sonra akdeniz’de). roma daha sonra özellikle orta çağ’da önemli bir tüccar sınıfına sahip olmuştur. tüccarların doğudan aldıkları ürünler tarıma dayalı ürünlerdi. ticaret sınıfının güçlenmesi nedeniyle devlet tüccarları korumaya başlamıştır.
ulus devlet bu dönemde oluşmaya başlamıştır. ulus devlette uluslaşmayla birlikte ulusun zenginliği için ticaret artmıştır. ihracat artmış böylece ülkenin zenginliği de artmıştır. bu ticaret şekline merkantilizm denir. merkantilizmin temeli ticarete dayanır. artık zamanla korumacılık da başlamıştır, yani ulus devlet korumacılığın bir sonucudur. ulus devlet kendi tüccarını korurken kendi yetiştirdiği ürünü de korumuştur. (küreselleşmenin karşısındaki ulus devlet günümüzde de tartışılan bir konudur ve çatışmaların temelini oluşturmaktadır.) ulus devletin getirdiği en önemli kavamlardan birisi de gümrüklerdir. çünkü koruma gümrüklerle sağlamıştır. (bugün küreselleşme gümrükleri kaldırma yönündedir.)
ticaret burjuvazisinin ekonomik faaliyetleri sermaye birikimine yol açmıştır. sanayi toplumuna yaklaşılan bu dönemde sermaye birikimi, ileride sermayeye dayanan kapitalizmi oluşturacaktır. yani kapitalizmin oluşmasında tarım toplumundaki sermaye birikiminin etkisi vardır. osmanlı kapitalizme geçememiştir çünkü topraktaki rantların birleşik bir sermaye birikimi olmamıştır. dolayısıyla kapitalizme geçemediği için sanayi toplumu da olamamıştır. bu durumlar birbirleriyle bağlantılı olan olaylardır. avrupa’da ise kapitalizmin varlığı sanayiyi doğurmuştur.
feodal toplumda ve sonrasındaki merkantilist dönemde sermaye 3 grupta toplanmıştır. birincisi feodal beyler (aristokratlar). ikincisi kilise (çünkü organize bir kurumdu ve geniş toprakları vardı.). üçüncüsü tüccar sınıfı. bunların içinde sanayi toplumuna geçişte en fazla etkili olan tüccar sınıfı olmuştur. tüccar sınıfı merkantilist dönemde ticaretin sadece ulusal değil, uluslararası olması sebebiyle sermayelerini daha fazla geliştirmiştir. tüccarların senyörlere göre 2 avantajı vardır. çünkü bu sınıf neyin satılacağını, nerede üretileceğini çok iyi bilen kişilerdi. dolayısıyla hem üreticileri hem de tüketicileri iyi biliyorlardı. senyörler ise ellerinde sermaye olmasına rağmen tüccarlar gibi halk arasından değildi ve dolayısıyla üretici ile tüketici arasındaki bağı tüccarlar kadar iyi kuramamışlardır. senyörlerin bunu yapamamasından dolayı aracı sınıf olan tüccarlar ortaya çıkmıştır. bu sınıf tahıl üretiminin nereden sağlanacağını biliyorlardı. bunun yanında atölyelerde çalışan zanaatkarların nova (üretim süreçleri) bilgisi ve tüccarların sermaye birikimleri ve pazarlama bilgisi sanayi toplumunda birleşerek sanayicileri oluşturdu. (o dönemde küçük atölyeler sanayi döneminde fabrikalara dönüştü.). görüldüğü gibi tüccarların sanayi toplumuna geçişte büyük bir önemi vardır. özellikle ingiltere’de avrupa’ya nazaran tüccar sınıfı parlamentoya daha önce girmişlerdir ve muazzam bir mücadele vermişlerdir (1688).