Quentin Tarantino Neden Kendi Jenerasyonundaki En İyi Yönetmenlerden Biri?
tarantino, kendi jenerasyonu içerisindeki en önemli yönetmenlerden biridir. kendi tarzını oluşturup stüdyoların ve sistemin kamera arkasında kalan insanları görülmez kılmaya başladığı bu zamanda önemli bir üretici oldu. bunda tabi ki bağımsız sinema yapmasının da etkisi var.
peki aynı dönemde üretim yaptığı diğer yönetmenlerden nasıl farklı? bir filmi yönetmenin üç aşağı beş yukarı belli bir çizgisi vardır. ancak tarantino bu gidişatı pek umursamıyor. kendisi yönetmenden önce bir izleyici çünkü ve kendi izlemek istediği şeyleri çekiyor. çok ileri seviyede bir sinefil olduğu için de bu sahneleri çok iyi bir araya getiriyor. mesela film yaparken diğer yönetmenler her şeyin bütçe el verdiğince iyi görünmesini isterler. tarantino ise filmlerinde "çirkin" görüntülerden kaçmaz. çirkin derken görüntü olarak hatalı demiyorum tabi ki. patlayan kafalar, garip saç şekilleri, külüstür mekanlar gibi ortalama bir yönetmenin görmek bile istemeyeceği şeyleri bulup onlardan bir güzellik yaratabiliyor tarantino.
başlarda spoiler vermemek için kendimi tuttum ancak detaylara girmek için tabi ki filmlerden örnekler vermek gerekiyor. bu nedenle şimdi spoiler hede'sini koyup filmlere geçiş yapıyorum.
--- spoiler ---
tarantino'nun ilk filmi my best friend's birthday
ancak bu film hakkında bir inceleme yapmak mümkün değil çünkü bir buçuk saat görünen filmin ikinci yarısı kayıp. film bitirildikten sonra kopyalamaya giremeden yangında ikinci bobin gittiği için böyle bir durum söz konusu. ancak filmin izleyebildiğimiz kısmında yönetmen ile ilgili çok önemli detaylar var. şimdi bunlardan bahsedeceğim.
yönetmen ile ilgili filmdeki ilk detay diyaloglar. tarantino çektiği ilk filmde bile diyalog mantığını oturtmuş durumda. diğer filmlerinde de gördüğümüz basit bir konu hakkında yapılan uzun konuşmalar bu filmde de var. ayrıca yiyeceklerden, filmlerden ve müzikten de çokça söz ediliyor.
filmin dikkat çeken diğer bir detayı da kullanılan yoğun müzik. tarantino'nun müzik hakkında ne kadar fazla bilgiye sahip olduğunu biliyoruz. kimsenin bilmediği parçaları filmlerinde kullanabiliyor. ve bu parçalar o kadar güzel anlam kazanıyor ki sahneler unutulmaz oluyor. ancak bu filmde biraz acemiliğine geldiğinden sanırım seçtiği müziklerin pek sahne ile alakası yok. yani şarkılar var ama nerede ne çalıyor belli değil. mesela kill bill filmindeki oren ishii'nin giriş müziği gibi etki yapmıyor izleyicide.
filmin konusu ile ilgili yine bir inceleme yapamıyorum çünkü başlangıcın nereye bağlandığı belli değil. bu nedenle konu iyidir yada kötüdür demek mümkün değil. ancak bir detay filmde önemli; tarantino kendi canlandırdığı karakterin ağzından ayak fetişi olduğunu söylüyor. bu da sürekli ayak gösteren bir yönetmenin itirafı gibi bir şey.
filmi youtube ortamından izlemeniz mümkün ancak film format değiştirdiği için görüntüler çok iyi değil. yine de bir filmi ile cannes'da ortalığı birbirine sokan bir yönetmenin nerelerden geldiğini görmek ilginç bir deneyim olabilir.
tarantino'nun ikinci filmi olan reservoir dogs aslında ilk film sayılır
çünkü anlattığım üzere bir önceki filmi tam izleyememiştik. tarantino bu filminde suç dünyasına adım atıyor. filmin konusu şöyle; bir grup adam bir mücevher dükkanını soymak için bir araya gelirler. ancak soygun esnasında işler yolunda gitmez. çok basit bir çıkış noktası var filmin gördüğünüz gibi. biraz tarz dışı bir iş yapacak olsanız iş kontrolden çıkıp yavan bir filme dönüşebilirdi ancak yönetmen koltuğunda tarantino olduğu için tabi ki böyle bir ihtimal söz konusu değil.
film çok iyi bir kontrast ile açılıyor. takım elbiseli insanların bir masa etrafında sohbet etmelerini izliyoruz. bu sahne tarantino diyalogu diyebileceğimiz bütün ögeleri içinde barındırıyor. madonna'dan bahsedilmesi, bahşiş meselesi gibi soygun ile alakalı olmayan pek çok konudan bahsediliyor. normal şartlar altında böyle kopuk bir sahne kabul edilemez ancak tarantino bunu bile isteye yapıyor. kahvaltı sahnesi çok sakin, bundan sonra ise mr. orange'ı bir arabanın arkasında kanlar içinde görüyoruz. bu hızlı geçiş de izleyiciyi ister istemez strese sokuyor. bir anda kendiniz ne oldu, şimdi ne olacak derken buluyorsunuz. böylece filmin atmosferine giriş yapıyorsunuz.
harvey keitel'ı gördüğüm için söylemiyorum ama filmdeki suçlular scorsese kadar iyi gözlemlenmiş. martin scorsese için bu durum anlaşılabilir çünkü kendisi böyle insanları görerek büyümüş. tarantino'nun ise bildiğimiz kadarıyla böyle bir geçmişi yok. varsa da scorsese kadar içinde değil. bu nedenle filmdeki suçlu profilini filmlerden gözlemlediğini düşünebiliriz. bu da ne çeşit bir deha ile karşı karşıya olduğumuzu bize ispatlar.
film tek mekanda geçiyor. ancak bu durum bir daralma yaratmıyor. çünkü aynı zamanda yönetmenin nefes alma anı olarak belirlediği flahsback'ler ile dışarıya da çıkıyoruz. bu nefes alma anlarında soygunun adım adım nasıl planlandığını izliyoruz. bu arada karakterlerimizi de tanıyoruz. bu kısım önemli çünkü filmi uçuran en önemli etken karakterler ve oyuncular. birbirini tanımayan bu insanların olaylara verdikleri tepkiler filmi muhteşem yapıyor.
filmin ritmi de çok güzel ayarlanmış. gerilim olduğunda karakterler ile birlikte biz de geriliyoruz onlar nefes aldığında biz de alıyoruz. bu kadar iyi bir senkronizasyon yakalamak her filme nasip olacak bir iş değil. bunun arkasında da çok iyi düşünülmüş senaryo mekaniği yatıyor. diyaloglar ile bu inişleri ve çıkışları izliyoruz. bir sahnede iniş olduğunda yönetmen başka bir sahneye geçiyor orada da işi tırmandırıp tekrar düşürdükten sonra ana hikayeye dönüş yapıyor böylece siz de hiçbir sahnede bunalmıyorsunuz.
zaten bu karakterler var iken bunalmanız pek olası değil. ayrıca filmin merkezinde bir de merak noktası var. bir köstebek var mı, varsa kim? karakterler de filmin akışı için çok uygun. herkesin özelliği birbirini destekler nitelikte. mr. orange ile mr. white arasındaki arkadaşlık ilişkisi, mr. blonde'un psikopatlığı ve steve buscemi'nin comic relief'i çok iyi doldurması filmin akıp gitmesini sağlıyor.
filmde övebileceğimiz görüntü yada sanat yönetimi yok. ancak müziklerin bu sefer oturduğunu söyleyebilirim. en azından sahne ile başlayıp sahne ile bitiyorlar ki bu basit kurala bir önceki filmde uyulmamaştı hatırlarsanız. film hakkında yazmayı bitirirken şunu söylemek istiyorum. tarantino'nun nasıl başarılı olduğunu bu filmi izleyerek anlayabilirsiniz. kendisi tarzına çok önceden karar vermiş. hiç yan yollara sapmıyor. ilk filminde yapmak istediği her şeyi yapmış bu da sadece birkaç yönetmenin başarabileceği bir şey.
pulp fiction adından da anlaşılacağı üzere bir edebiyat terimi
tarantino'nun filmin başında tanımını da verdiği bu terim ikinci dünya savaşı öncesi kalitesiz kağıda basılan, edebi değeri çok yüksek olmayan, insanları en kısa sürede eğlendirme odaklı yayın yapan dergilerin genel adı. okur kitlesi de çok eğitimli değil bu nedenle konular hep abartılı işleniyor. hep güzel kadınlar kahraman erkekler var. o dönemki insanların göremeyecekleri egzotik yerler de hikayeler de çok sık yer alıyor. ancak bu türün asıl özelliği işlediği olaylar. dergilerin asıl hedefi okuyucuyu kısa yoldan etkilemek olduğu için olaylar da genelde bol aksiyonlu bol kanlı bol adam öldürmeli oluyor. tarantino da bu filmde pulp fiction türünün neredeyse bütün ögelerini kullanıyor.
filmin konusu aslında karışık biraz karışık. film bölümlere ayrılmış ve sürekli kesişen hikayeleri anlatıyor. bu parçaların akışında da belli bir düzen yok. hatta biraz dairesel bir akış söz konusu. bir çantanın peşinde olan iki tetikçi var, yakınlaşılmaması gereken bir femma fatale var, şike yapmak için para alan ancak plana uymayan bu nedenle mafya ile başı belaya giren bir boksör ve bir restoranı soymaya karar veren bonnie ve clyde benzeri iki sevgili var. gördüğünüz gibi hikayeler aslında çok orijinal değil. pulp fiction edebiyat türünün dışında ayrıca 50'lerde sıkça işlenen konular. peki film nasıl bu kadar başarılı?
senaryo olarak filmin bir yenilik sunmadığı ortada ancak filmin anlatımı diğer yapıtlardan ayrılıyor. tarantino suçlulara başka açıdan bakıyor. onları bütün gün boyunca kötülük düşünen tek yönlü karakterler olmaktan çıkarıp günlük meseleleri olan normal insanlar haline getiriyor. jules neden iyi yazılmış bir karakter mesela? çünkü kendisi dediğim dedik bir mafya tetikçisi değil. kız arkadaşı yüzünden vegan olmuş bir insan. vincent vega neden teknik açıdan iyi? çünkü kendisi beraber olmaması gereken bir kadından uzak durmaya çalışıyor. ve bunu yaparken senin benim gibi davranıyor. onlar kahraman değiller, bildiğimiz tetikçilerden değiller. şimdiye kadar izlediklerimizden çok farklılar. mesela vincent kızı kapmak için patronunu öldürüp şehirden kaçmaya çalışmıyor. standart bir filmde bu yapılırdı. vincent ve mia da vıcık vıcık poz keserdi. buradaki vincent bir milkshake'e neden beş dolar verildiğini sorgulamak ile meşgul.
farklılık bazen hoş karşılanmaz çünkü uygulaması bir zemine oturtulmaz. pulp fiction da ise farklılık diyalog zeminine oturtulmuş. filmde yaşanan diğer olaylar daha önce görülmüş şeyler ancak diyalog akışı ve bu diyalogların konusu tarantino filmleri dışında hiçbir yerde yok. oyuncuların da çok katkısı var tabi ki. vurgu ve tonlamaları şiir gibi olmuş. vincent ve jules'un çantayı almaya geldikleri sahnede jules'un konuşmalarına inişlerine ve çıkışlarına bakın bir. şu filmde görüntüleri atsanız sadece ses kaydı olarak dinleseniz bile müthiş keyif alırsınız.
görüntü ve ses demişken teknik meselelere de değinelim. tarantino'nun tarzı görselliği pek öne çıkarmıyor aslında. yani aman tanrım dedirten kamera açıları yok yada fotoğraf izletmiyor size. ancak eli yüzü düzgün bir görüntü yönetimi var. anlatıma ekstra bir katkısı yok ancak göz de yormuyor. sesler ve müzikler ise tarantino'nun alemet-i farikası olarak yine çok iyi. tarantino'nun kimsenin bilmediği şarkıları bulup ortaya çıkarmak gibi çok acayip bir yeteneği var. bu filmde de bu yeteneğini bolca kullanmış yine.
hikayenin dairesel bir akış izlediğini söylemiştim. film aslında hikayenin ortasından başlayıp ortalarda bir yerlerde sonlanıyor. yönetmen bunu iki sebepten yapıyor. birincisi olay akışı karışık olarak verildiğinde izleyici sürekli olarak ne olacağını merak ediyor. mesela filmin başındaki soygun nasıl sonlanacak karakterler nasıl oraya geldi sürekli bunları merak ediyorsunuz. ayrıca ilk izlediğinizde bağlantı kurmanız zorlaşıyor bu da sizin olaylar karşısında sürüklenmenize neden oluyor. ki bu da yönetmenin yapmak istediği şey zaten. ikinci sebep de filmde farklı hikayeler olması. dört farklı hikaye var demiştik filmde bu hikayelerin kesişme noktaları finale değil de filmin içine dağıtıldığında etkileri artıyor. izleyici olarak sizlerin beklentisiyle oynuyor. mesela butch'ın tuvaletinden kimin çıktığını gördüğünüzde şaşırıyorsunuz. bu yüzden birbirine temas eden karmaşık dört hikayeyi anlatmak için kronolojiyi bozmayı tercih etmişler.
film hakkında yazmayı bitirirken şunu söylemek istiyorum. pulp fiction benim kişisel olarak en sevdiğim filmlerden biri. çünkü tarantino bu filmde yazım ve kurgunun pek çok kuralını yıkıyor ve bunları başarıyla yapıyor. kuralları yıkıp yerine bir şey koyamayan yada kurallara sıkı sıkıya bağlı kaldığı için klişeden can verdiğimiz onlarca filmden sonra pulp fiction'ın sinema tarihindeki en önemli filmlerden biri olarak gösterilmesi şaşırtıcı değil.
bir önceki filmde tarantino'nun suçlulara bakış açısını nasıl değiştirdiğinden ve bu nedenle farklı bir yönetmen olduğundan bahsetmiştim. hah işte bu filmde bunları yapmıyor. tarantino sinemasından diyalogları, ilginç karakterleri, sıralamadaki farklılığı atarsak elimizde ne kalır derseniz cevap jackie brown gibi sıkıcı bir film oluyor.
filmin konusu şöyle; samuel l. jackson'ın canlandırdığı ordell robbie bir silah kaçakçısıdır. kendisine çalışan bir yığın insan vardır ve ana parası meksika'dadır. bu parayı birleşik devletlere getirmek için de bir hostes olan jackie brown ile çalışıyordur. jackie gümrüğe ibraz etmesi gerekenden fazla para ile yakalanır ve polis ile anlaşma yapmaya zorlanır. yaşı ilerlemiş olmasına rağmen düzgün para kazanamayan jackie polis ile anlaşıp ordell'i aradan çıkaracak bu sırada paraya konacak bir plan yapar.
şimdi gördüğünüz üzere senaryoda pek bir farklılık yok. ancak şöyle dikkat çekici bir noktası var. tarantino ellilerdeki yada altmışlardaki suç filmlerindeki senaryo mantığını kullanmış. bir şeyi bilmek başka bir şey bildiğini uygulayabilmek bambaşka bir yetenektir. tarantino burada bildiklerini uyarlayabildiğini göstermiş. o yüzden film çekildiği döneme göre bir nebze farklı diyebiliriz. peki senaryo sadece bununla kurtarılabilir mi? tabi ki hayır. çünkü insanlar bu mantığı biliyor artık. bir farklılık getirmek gerekiyor.
oyunculuklar nasıl? tarantino burada da risk almış. daha önceki filmlerinde kalabalık ve ilginç bir kadro kullanırken bu filmde ağırlığı iki kişiye vermiş. ordell ve jackie. samuel l. jackson performans olarak pulp fiction'daki kadar parlayamamış hikaye müsaade etmediğinden ancak yine de göze batmayan bir performansı var. filmin asıl handikabı ise jackie ve onu canlandıran pam grier. filmi tek kişilik bir performans olarak taşıması gereken jackie maalesef yeterince ilgi çekici değil. bir geçmiş hikayesi var ancak bu durum bizim ilişki kurabileceğimiz bir hikaye değil. jules gibi bir tetikçi ile nasıl bağ kurdun diye sormayın. jules yeni açılan hamburger mekanını merak edecek kadar normal bir karaktere sahip. pam grier'ın filmografisini de inceledim. tam tarantino'nun seveceği türden. eskiden ünlü ancak kariyeri düşüşte olan bir oyuncu pam grier. ancak bu formül bu filmde tutmamış gibi. çünkü yapmaması gereken bir şey yapmış. daha önce son indiana jones filminden bahsederken de söylemiştim izleyiciler sevdikleri karakterlerin yada oyuncuların yaşlandık demesinden hoşlanmıyor. bu filmin temasında da bu var. bu nedenle filme zarar veriyor bu konu.
filmi teknik açıdan inceleyecek olursak müzikler yine çok yerinde. tarantino malum iki albüm dolduruyor her filmde. bu filmde de çok duyulmamış mükemmel şarkılar kullanmış. bir de görüntülerden bahsedeyim. diğer filmlerinde görüntü yönetimi öne çıkmıyor demiştim daha önce. bu filmde ise görüntü yönetimi bariz şekilde şimdiye kadar çektiği filmlerden iyi. fotoğraflara özenildiği anlaşılıyor. bunun da nedeni benim de işlerini çok beğendiğim guillermo navarro'nun görüntü yönetmeni olması. navarro hollywood'da pek çok önemli filme imza atan bir de oscar kazanmış başarlı bir insan. bu yüzden çıkan kareler de göze çok hoş geliyor. ayrıca tarantino filmlerinde benim çok sevdiğim bir renk paleti var. böyle beyaz binalar bol güneş ve açık havada yapılan dış çekimler falan. californication dizisinde de benzer bir görüntü vardı. ancak tarantino filmlerinde daha belirgin bu. sanırım filmin yıkama aşamasında renklerle oynuyorlar. yada benim kaliforniya'ya bir ilgim var bilemedim.
film hakkında son olarak şunu söylemek istiyorum. bu filmin temposu ve görüntüleri baya güzel. sanırım tek iyi yanı da bu. bir tarantino filminde tarantino olmazsa nasıl olur görmek için güzel bir örnek olmuş ama. bu da ilginç bir çıkarım oldu gider ayak.
kill bill sanırım benim en çok izlediğim aksiyon filmi olabilir
bir temiz 30'u var minimum ama tam olarak kaç oldu bilmiyorum. bu filmi bu kadar sevdiren şey ne peki? gerçekçiliği olamaz. olay örgüsü de çok orijinal değil. nihayetinde bir intikam filmi. ancak filmde o kadar iyi diyaloglar, o kadar farklı bir atmosfer, o kadar üst düzey oyunculuklar ve o kadar sağlam müzikler var ki resmen bir aksiyon şaheseri film.
filmin konusu üzerinde durmayacağım çünkü dediğim gibi bir intikam hikayesi bu. asıl bahsetmemiz gereken ise muazzam yazılmış karakterler. hep söylüyorum bir filmdeki karakterlerin her zaman birden çok yönü olması gerekiyor diye. düzgün bir geçmiş düzgün motivasyonlar bir filmdeki karakterleri izlenilebilir kılar. bu filmde ise anlatılması ve seyirciyi inandırması zor karakterler ile karşı karşıyayız. çünkü filmin merkezinde altı tane suikastçı var. bu karakterleri çok karizmatik ölüm makineleri olarak resmedebilirdiniz. düzgün aksiyon sahneleri ile film sizi bir yere kadar götürürdü. ancak bu kadar önemli bir film olmazdı tabi ki. tarantino ise bütün karakterlerine öyle geçmişler yazmış onlara öylesine boyut katmış ki yarattığı bu garip evren ekranda gerçeğe dönüşüyor. örneğin oren'in çocukluğunun anlatıldığı orijin hikayesi gerek estetiği gerek sert anime tarzı ile yıllardır aklımdan çıkmadı benim. keza eline bıçak geçince usta bir katile dönüşen vernita green'in kızı eve gelince yaşadığı anlık değişim muhteşemdi. filmde the bride'ın ve bill'in geçmişi anlatılmıyor ancak bunların ikinci filme kadar sır olarak kalması gerektiğinden.
filmde tarantino bir evren yaratıyor demiştim. şimdi biraz daha detaylı bakarsanız filmin gerçekçi olmadığını görürsünüz. mantık içerisinde yanıtlanmayacak yüzlerce soru var. the bride'ın evreninde bu soruların açıklanması gerekmiyor çünkü elinde kılıçla masadan masaya atlayan ve yaklaşık yüz kişiyi öldüren bir kadına bunları soramazsınız. bu evrende herkes savaşçı ve önemli olan tek şey alınacak intikam. mesela şu sahnede 'bu uçak nereye iniyor' diye düşünüyorsanız yanlış yapıyorsunuz:
filmdeki teknik kısım için şunları söylemek istiyorum. bir önceki filmde tarantino görüntü yönetmeni olarak guillermo navarro ile çalışmıştı. bu filmde ise üç oscar'lı robert richardson ile çalışmış. richardson, martin scorsese ve oliver stone gibi yönetmenlerle birlikte film yapan bir kişi. bu filmde çıkan karelerin de muazzam olduğunu söylemem gerekiyor. özellikle oren ve the bride kapışması çok estetik görünüyor. kompozisyonlardan aydınlatmaya kadar teknik olarak büyüleyici bir sahne bu. ayrıca tam emin olmamakla birlikte uma thurman'ın bütün kariyerinde en güzel göründüğü film bu diyebilirim.
bu filmdeki müzik kullanımı da filmdeki aksiyondan olsa gerek artmış. çünkü diyalog azaldığından tarantino bu boşluğu dj'liği ile doldurmak istedi sanırım. mesela the bride ile oren'in kapışmasında yanlış hatırlamıyorsam dört tane parça çalıyor. burada da şunu söylemek istiyorum. daha önce john williams'tan bahsederken kendisinin şeytan gibi yetenekli olduğunu söylemiştim. çünkü williams izleyiciye istediği zaman istediğini hissettirebiliyordu. tarantino'nun ise müzik konusunda bambaşka bir yeteneği var. o da aralarında milyonlarca ışık yılı fark olan bir müzik ile bir sahneyi bir araya getirip buradan bir uyum çıkarabiliyor. tokyo'da özel bir bahçede katana ile kapışan iki kadın var arkaya hangi müziği koyalım diye bütün insanlık tarihine sorsak eminim santa esmeraldaüyeleri dahil kimsenin aklına don't let me be misunderstood gelmez. ancak normalde ne alaka diyeceğiniz müzik sahne ile müthiş uyum gösteriyor işte.
filmi yeterince övdüğüme inanıyorum o yüzden diğer filme gitmeden önce son olarak şunları söyleyeceğim. film içerdiği şiddet ve fizik kuralları ile dalga geçmesi nedeniyle biraz düşük görülebilir. ancak izleyici olarak siz bu hataya düşmeyin. bu filmin arkasında pür sinema sevgisi yatıyor çünkü. bu film hepimizin izlediği uzak doğu filmlerine bir saygı duruşu. kitsch bir havası da olması bu yüzden. yoksa bruce lee'nin takımının aynısını the bride giymezdi herhalde değil mi?
kill bill volume 2 birincisine göre farklı bir film
yani sadece bir devam filmi değil. örneğin filmin teması değişmiş aksiyon sahneleri azalmış ve karakterlere farklı bir noktadan yaklaşılmış. ilk filmin teması daha çok japon kültürü üzerineydi. bu filmin ise iki teması var. birincisi western ikincisi de kung-fu filmleri. tarantino'nun büyük bir sinefil olduğunu biliyoruz zaten bu filmde de bu iki türe saygı duruşunda bulunmuş bolca. ayrıca tam olarak bad-ass bir film nasıl yapılır sorusunun cevabını vermiş.
ilk filmdeki intikam hikayesi bu filmde de devam ediyor ancak birinci filmdeki gösteriş çıkarılmış. çünkü ilk filmde the bride'ın intikam aldığı kişiler kendi yoluna giden iki insandı. bu filmde ise karakterler geçmişe takılı kalmış durumda. bu yüzden hikayelerde belli bir melankoli var. özellikle bud müthiş bir karakter olmuş. genelde diğer karakterlere göre biraz geride kalmış görünüyor ancak söyledikleri ve anlattıkları ile grubun en derin karakteri olmaya aday kendisi. bud hakkında bilmemiz gereken ilk şey kendisinin bill'in küçük kardeşi oluşu. bud, the bride'ın düğününü basma işini onaylamıyor. yaptıkları şeyden pişman olup bill'den ve organizasyonundan uzaklaşıyor. bill'e hattori hanzo kılıcını el paso'da sattım demesi de bu yüzden. olay yaşandıktan hemen sonra bill'den hediye gelen bu değerli şeyi fırlatıp attığını söylemek istiyor. bill'den ve suikast işinde uzaklaştıktan sonra derbeder bir hayat yaşamaya başlıyor. diğer karakterler gibi düze çıkamamış çünkü geçmişinde bırakamadığı şeyler var.
filmde intikam alınan diğer karakter olan elle driver ise takımın diğer üyeleri kadar iyi yazılmamış. sürekli olarak çok yönlü karakterleri sevdiğimi söylüyorum. bu filmdeki karakterler de böyle. vernita'nın ailesi var. oren çok küçük yaşta ailesini kaybetmiş daha sonra suikastçı olmuş bir yakuza patronu, bud yaptıklarından pişmanlık duyan ve kendi kendisini cezalandıran biri ancak elle'in böyle bir hikayesi yok. kendisini sadece öldürürken görüyoruz. bu yüzden poz kesmeleri diğer karakterler kadar etkileyici gelmiyor bize. peki tarantino diğer karakterleri bu kadar derin yazmışken elle'i niye atladı. çünkü elle, bill ile çalışmaya devam eden tek karakter bu nedenle kendine ait bir şeyi yok. vermek istediği ilk mesaj bu. ikincisi de tarantino izleyicinin elle'den sürekli olarak nefret etmesini istiyor. bir karakterin geçmiş hikayesini verirseniz izleyici de onunla bağ kurmaya başlar. bu da hissettiğiniz nefretin boyutunu azaltır. bu da karakterin amacının dışına çıkmasına neden olur. elle hakkında ne biliyoruz? ilk filmde the bride'ı uykusunda öldürmeye geliyor, pai mei'yi zehirliyor ve bud'ı yılan kullanarak zehirliyor. gördüğünüz üzere karakterin her yaptığı bir ihanet üzerine kurulu. bu da izleyicide sinir katsayısını artırıyor. tüm bunlar izleyiciye the bride artık bir an önce elle'i öldürsen dedirtmek için. bir beklenti yaratıyor yani yönetmen. sonunda da seyirciye istediğini veriyor. böylece seyirci filmden mutlu ayrılmış oluyor.
şimdi de filmin tekniğinden bahsedelim. filmin görüntü yönetmeni ilk filmde olduğu gibi robert richardson. bu nedenle the bride ve oren'in kapışmasına benzer bir sahne izliyoruz yine. bu sefer ise pai mei ve the bride var. ilk filmdeki sahne daha güzel görünüyordu. sanırım daha uzun sürüyordu o sahne bu nedenle daha çok özenilmiş. bu filmde ise bu sahne hikaye açısından çok önemli bir noktada değil. daha çok ilerideki sahnelere referans olması için var. bu yüzden ilk filmin finalinden daha az etkileyici olması da anlaşılabilir aslında.
filmin müzikleri de ilk film kadar öne çıkmıyor ancak atmosferi çok güzel destekliyorlar. mesela ilk filmde oren öldüğünde çalan japonca bir parça vardı. çok buruk hissettiriyordu insanı. bu filmde onun kadar akılda kalıcı bir parça bulamıyoruz.
film hakkında yazmayı bitirirken bir de bill'den bahsetmek istiyorum. bill'i canlandıran david carridine tarantino'nun çok sevdiği 70'lerde bir yığın film yapmış ancak bu filmleri pek iş yapmamış bir aktör. genelde b film estetiğine yakın işlerde bulunmuş ve tarantino olmasaydı muhtemelen yeni nesil kendisini tanımıyor olacaktı. ilginç olan bir nokta da öyle bir kariyerden böyle karizmatik bir karakter çıkması. bill gerek konuşması gerek felsefesi gerek sakinliği ile karede göründüğü her an göz dolduruyor. karakter olarak kendisi bir yıldız gibi bütün olay örgüsünü, akışı ve özellikle sarışın karakterleri etrafında döndürüyor. film çok "bad ass" demiştim yazının başında. işte bu bad ass'liğin yüzde yetmişi bill'den geliyor. finali de yine kendisine yakışır şekilde estetik olmuş diyor ve diğer filme geçiyorum.
death proof, tarantino'nun kankası robert rodriguez ile birlikte hayata geçirdiği iki filmlik proje olan grindhouse'un bir parçası
diğer parçası da planet terror. ilk defa bir tarantino filmi izliyorsanız ve bu filme denk geldiyseniz. "ne izliyorum ben şimdi?" demeniz olası. çünkü filmden tat alabilmeniz için neye bakıyor olduğunuzu bilmeniz gerekiyor. gerçi filmin ikinci yarısı sürekli aksiyon bu kısım da belki yakalayabilir sizi bilemedim.
filmin konusu çok derin diyemem. araba ile cinayet işleyen bir seri katilimiz var. filmin ilk yarısında bir grup kadına saldırıyor ikinci yarısında ise diğer bir gruba. burada dikkat çeken nokta ilk grubu çok kolay bir şekilde öldürürken ikinci grupta baltayı taşa vurması oluyor. bu iki grubun karakter olarak birçok farkı var. okuma yapılıp pek çok alt metin çıkarılabilir ancak ben çıkarımı erkeklere yaklaşımlarına göre yapacağım. filmin ilk yarısındaki kadınlar cinselliklerini bir meta olarak kullanıyorlar. onlar için önemli olan şey sarhoş olup erkekleri etraflarında döndürmek. ne kadar fazla erkek o kadar iyi. ancak bu konuda göründükleri kadar kontrollü değiller. dışarıdan bakıldığında erkekler onların peşinden koşuyor gibi görünüyor ancak film ilerlerken anlıyoruz ki aslında onlar erkeklerin peşinden koşuyor. bu nedenle ortaya seksiliklerini koyup en iyi adayı beklemek gibi bir durumları var. ikinci gruptaki kadınlar ise bunun tam tersi. onlar da ilk grup gibi erkekler ile ilişkilerinden söz ediyorlar ancak bu grup kontrolü tamamen elinde tutuyor. var olmak için erkeklerin ilgilerine muhtaç değiller, bağımsız bir şekilde kendi karakterlerini ortaya koyabiliyorlar. sonlarının farklı olmasını da buna bağlıyorum ben.
filmin genel yapısı b tipi filmlere bir saygı duruşu olarak dizayn edilmiş. filmin başındaki kurgu hataları renklerin 70'lere özgü kontrastı düşük ve pozlaması yüksek yapılması, müzikler ve ortam ile her şey size bu tarz bir film izleyeceğinizi söylüyor. filmin dramatik yapısı bile oldukça basit yapılmış ki bu gibi detaylar izleyicinin karşısına çıkmasın. size izleyici olarak sunulan şey güzel kadınlar, hızlı arabalar, bar muhabbetleri ve dönem müzikleri. diğer şeyleri kafanızdan atıp sadece bunlara odaklanmanız gerekiyor filmi izlerken. ayrıca ayaklar, dj'lik müessesesi, poz kesen eski oyuncular da eksik edilmemiş tabi ki.
filmin tekniği için şunu söylemek istiyorum. dramatik yapı olarak aslında bu zor bir film. çünkü ilk yarıda bir grup insana yatırım yapıyorsunuz ve filmin ortalarına doğru hepsini öldürüyorsunuz. sonra sıfırdan bir grup daha oluşturup onları izletiyorsunuz. bu çok radikal bir uygulama. çünkü birincisi hikaye tamamen kopuk olabilirmiş. bu nedenle de izleyiciyi kaybedebilirsiniz. ancak tarantino kadın gruplarını merkeze alıp onları karşılaştırma şansı verdiği için bize bir anlamda tematik bir bağ kurmuş. başka türlü de bu dramatik yapı nasıl olurdu bilmiyorum. ayrıca bir dikkat çekici özellik de filmde bilerek kesme hataları yapılması, yani film birkaç yerde yanlış kesiliyor falan. bu durum ucuz bütçeli dönem filmlerine bir gönderme olarak kullanılmış filmin başlarında yapılan bu hatalar da neyle karşı karşıya olduğumuzu bize söylemek için. filmin teknik anlamda dikkat çeken bir diğer özelliği de görüntü yönetmenliğini tarantino'nun yapması. görüntüler daha önce bu filmografide bahsettiğim guillermo navarro yada robert richardson kadar gözünüzü okşamıyor ancak yine de kötü değil.
film hakkında yazmayı bitirirken şunları söylemek istiyorum. tarantino belli ki bu filmi çok severek çekmiş. kendi izlediği şeylerle ve kendi sinematik evrenindeki detaylar ile doldurmuş. ayrıca bütün b tipi film türüne de saygı duruşunda bulunmuş. ancak bunlar yeterli mi? yani gönderme yaptı diye bir filmi iyi kabul edebilir miyiz? şimdi bu filmi ben beğendim ve estetize buldum. çünkü tarantino aldığı şeyleri doğru yerlere koymak ve yorumlamakta çok usta ancak bunu deneyen başka bir yönetmenin çuvallama ihtimali çok yüksek. ayrıca yazının başında belirttiğim gibi filmin bir handikabı var. o da sinefil olmayanlara yada tarantino filmlerini bilmeyen insanlara anlamsız gelme ihtimali var. ben bir filmin tek başına ayakta kalabilmesi gerektiğine inanıyorum o yüzden bu durum genel olarak filme olumsuz bakmama sebep oluyor.
inglourious basterds çıktığı zaman çok tartışmaya sebep olmuştu
özellikle süresi çok eleştirilmişti. ancak filmin asıl eleştirilme nedeni filmin beklentilerin dışında, kural yıkan bir yapıda olması. filmin neyi farklı yaptığını uzun uzun anlatacağım ama süresi çok uzun diyenlere şunu söylemek istiyorum. her film gişe filmi gibi doksan dakikada bitmek zorunda değil. şunu bir aşın önce. film iki buçuk saat de olur üç saat de. kendi içinde ritmi bozmadığı sürece istediği kadar gidebilir. buna ancak yönetmen ve kurgucu karar verir. şimdi bu saçma argümanı atlattığımıza göre filmin konusundan başlayarak incelemeye giriş yapabiliriz.
filmin konusu şöyle; bir grup yahudi kökenli asker ikinci dünya savaşı sırasında suikast ve pusu gibi görevler için savaş hattının gerisine gönderilirler. filmin ilk farklılığı burada yatıyor. film ilk duyurulduğunda insanlar tarantino'yu tanımıyor olacak ki saving private ryan gibi bir film beklediler. hatırlarsanız o filmde bütün ekip şefkat timsali gibi geziyordu. bu filmde ise ekibin dinamikleri farklı. ekibin üyeleri askerden çok western filmlerindeki çete üyelerine benziyorlar. filmin adının da haykırdığı üzere amaçları onurlu bir şekilde savaşmak değil olabildiğince çok nazi öldürmek ve bunu düşmana korku salarak yapmak. bu ekibin bütün üyelerini tanıma fırsatımız olmuyor film boyunca. ancak ekipte til schweiger, eli roth ve brad pitt dikkat çekiyor. til schweiger'in karakteri nazi öldüren bir nazi. ancak kendisi az konuştuğu için nazileri öldürmeye başlama sebebini öğrenemiyoruz. bu da karakterini ürkütücü bir hale getiriyor. duygusal bir anı da olmadığı için nazilerden intikam alıyor diyemiyoruz. daha çok öldürmek istemiş de öldürmüş gibi duruyor. ikinci dikkat çeken karakterimiz eli roth'un canlandırdığı sgt. donowitz. filmde kendisini the bear jew olarak biliyoruz. bu karakterin dikkat çeken yönü de nazilerin kafasını beysbol sopasıyla patlatması. çetedeki son karakterimiz ise aynı zamanda lider olan lt. aldo raine. brad pitt'in canlandırdığı bu karakter güneyli bir amerikalı. o yüzden pitt film boyunca ağır bir güney aksanı ile konuşuyor. insanlar bu aksanı abartılı bulmuşlar ancak tarantino filmin bir western olduğunu hatırlatmak için bu şekilde istedi sanırım. aldo bu psikopat sürüsünü hizada tutan adam. çünkü kendisi diğerlerinden de beter. mesela ilk sahnelerden birinde the bear jew tam olarak ünlü olduğu işi yaparken kendisi bir kenarda oturup tost yiyebiliyor. kafa derisi yüzme gibi adetleri bulan kişi de kendisi. ayrıca grubun comic relief'i de sayılır. çünkü her ne kadar direkt bir savaş sahnesi görmesek de filmler, belgeseller, kitaplar olsun ikinci dünya savaşı ortamının neye benzediğini biliyoruz. filmin farklı olabilmesi için bu ortamı farklı kılacak bir karaktere ihtiyaç varmış, onu da aldo'ya vermişler. genelde şöyle gönderme var böyle gönderme var demeyi sevmem ama mesela brad pitt'in kural bir bodrum katta dövüşmek zordur demesi çok hoşuma gitti. bunu da es geçemeyeceğim.
film farklı demiştim. zaten ikinci dünya savaşı filmi yapıp savaş sahnesi göstermemişler üzerine western dinamikleri kurmuşlar. bu kadar değişiklik yeterli olacakken tarantino burada durmayıp tarihin en iyi kötü adamlarından birini yazmış. christopher waltz'un canlandırdığı hans landa'dan bahsediyorum tabi ki. landa filmin başında shosanna'yı öldürmeyerek olaylar zincirini başlatan kişi. insanlar ile konuşurken sesinin sakin tonu, güler yüzlü olup insanları köşeye sıkıştırması ve karizması ile muhteşem bir karakter. ayrıca filmin yine bir farklılığı olarak kendisi elinde silah yahudi peşine düşen bir ss subayı değil. kendisi sherlock holmes piposuna sahip çalışma yöntemi olarak da hercules poirot'a benziyor. hayranları hatırlayacaktır. piorot da olayları çözmek için gerekli bilgileri insanlarla konuşarak ve onlara sorular sorarak buluyordu. mesela hans landa'nın diane kruger'ın karakteri ile konuştuğu sahneye bakın. piorot'a benzer detaycı bir zeka var konuşmasında.
bir de filmin sonunu yazan karakter var o da shosanna. bu karakter çete'ye farkında olmadan yardım eden ve savaşın bitirilmesinde çok önemli rol oynayan biri. ailesi de hans landa tarafından öldürülüyor. burada daha önce okuduğum bir teoriden bahsetmek istiyorum. bildiğiniz üzere film alternatif bir tarih çizgisi izliyor. denilene göre gerçekte hans landa shosanna'i vuruyor. ve tarih çizgisi bizim bildiğimiz şekilde ilerliyor. landa shosanna'i vurmamaya karar verirse de filmdeki tarihi olayları izliyoruz. bir nevi kelebek etkisi gibi düşünebiliriz. filmler hakkında teori yazmayı sevmem ama bu teori hoşuma gitmişti okuduğumda. ancak shosanna karakterinin bir handikabı var. o da kendisini canlandıran melanie laurent. laurent'in oyunculuğunu hep donuk bulmuşumdur. shosanne nazilerin arasında kendini belli etmemeye çalışan bir yahudi tabi ki pasif bir duruşu olacak diye savunmayın. çünkü kendisi diğer filmlerde de böyle. mesela diane kruger rolünde ne kadar iyiyse sevgili laurent de o kadar kötü geliyor bana.
filmin konusundan ve dikkat çekici karakterlerinden bahsettik şimdi de biraz teknik yönüne bakalım. film yönetmenin çoğu filmi gibi chapter'lara bölünmüş ancak chapter'lar ufak flashbackler dışında kronolojik bir sıra izliyorlar. tarantino bu filmde şöyle düşündü sanırım bir final var ve sinemadaki suikast gerçekleşecek mi gerçekleşmeyecek mi izleyiciler bunu merak ediyor. eğer pulp fiction'daki gibi finali ortaya alsa idi bu sefer merak kalmayacaktı. pulp fiction da böyle yaptı çünkü filmde çok da merak edeceğiniz bir olay yok aslında. tahmin edebiliyorsunuz sonunu bu yüzden kronolojiyi bozmak işe yarıyordu burada ise yaramayacaktı bu nedenle düz kronoloji tercih etti.
görüntü yönetmeni de bir önceki filmlerinde de görev alan robert richardson. richardson'ı başlarda estetikten uzak buluyordum. ancak sonradan fark ettim ki kendisi diyalog çekmekte aşırı iyi. özellikle tek plan iki kişi varsa açı seçimleri ve kompozisyonları çok iyi. bu durum da tarantino gibi bol diyaloglu filmler çeken bir yönetmenin çok işine geliyor tabi ki.
film hakkında yazmayı bitirirken şunları söylemek istiyorum. sanırım bu film yapılmış en farklı ikinci dünya savaşı filmlerinden biri. gerçi böyle adlandırmak ne kadar doğrudur bilmiyorum. ancak ikinci dünya savaşı atmosferine western dinamiği eklemek ve bu senaryo mekaniğini işletmek gerçekten bir dahinin yapabileceği bir iş. hep derler ya dahilerin farklı bakış açıları olur diye. bu filmde tarantino bunu kanıtlamış. bir de yine anlamsızca eleştirilen bir noktaya değineyim. film ilk çıktığında yahudi propagandası olarak adlandırıldı. tabi ki bu filmin yanlış anlaşıldığını gösteriyor. bir kere yahudilerin nazileri öldürdüğünü göstermek propaganda mantığına aykırı. bu minvalde yapılan filmler genelde toplama kamplarına falan odaklanıyor. böyle elinde sopa nazi öldüren kimseyi göstermiyorlar. ayrıca tarantino filmine giren herhangi bir grubun toplum tarafından onaylanma ihtimali yok. yönetmenin adını duymak bile yeter bu iddianın ne kadar çürük olduğunu göstermeye diyor ve diğer filme atlıyorum.
tarantino, basterds'da western ögelerini kullanmıştı. bu durumu çok sevmiş olacak ki django unchained'da tamamen bu türe yöneliyor
ancak tabi ki yine tarantino'ya özgü farklılıklar var.
filmin konusu şöyle; kendisini dişçi olarak gizleyen alman asıllı dr. king schultz aslında bir ödül avcısıdır. bir ödül peşindeyken çeteyi görmüş olan django'yu bulur. filmin başında köle olan django dr. schultz tarafından kurtarılır ve azat edilir. birlikte ödül peşine düşerler. ödül avı sırasında dr. schultz, django'nun iyi bir nişancı olduğunu fark eder ve yanında kalmasını ister. django ise halen bir köle olan karısını kurtarmak istemektedir. beraber bir çok çetenin peşine düştükten sonra ikilinin django'nun eşini kurtarmak için leonardo dicaprio'nun canlandırdığı calvin candie adındaki bir plantasyon sahibi ile başa çıkmaları gerekir.
gördüğünüz gibi filmin senaryosu aslında normal sayılabilir. ancak tabi ki uygulamalarda farklılık var. mesela filmin siyahilere ve kölelik meselesine yaklaşımı çok farklı. ana akım sinemada kölelik ve siyahi insanlar konusunda genel bir tutum var. kölelik sadece dramatik anlamda kullanılır. siyahi insanların da üzerine çok gidilmez. kazanan tarafta çok gösterilmezler çünkü bu durum gerçek hayatta yaşanan mağduriyete bir saygısızlık olarak görülebilir. ancak bu kaideler sadece şekille alakalı. bu dönemde geçen filmlerde kötü bir siyahi bile bulamıyorsunuz çünkü insanların bu tavırdan rahatsız olabileceği düşünülüyor. peki bu durum tarantino'nun umurunda mı? tabi ki değil. filmde ırkçı bir terim olan nigger kelimesini kimse ağzından düşürmüyor. beyaz oyuncular siyahilere siyahiler de yine siyahilere bu şekilde hitap ediyorlar. hatta tarantino filme girip kendisi bile başrol oyuncusuna "black" diye hitap ediyor. ikinci farklılık da sameul l. jackson'ın canlandırdığı stephen karakteri. hatırlarsanız broomhilda'yı kurtarma planı yaparken django siyahi bir köle tüccarından daha aşağı bir şey yoktur diyordu. işte stephen böyle bir karakter. kendisi de köle ancak kraldan çok kralcı bir tip. insanları tanıyor ve calvin'in yerine imza atabilecek kadar işlere hakim ancak kendi gibi köle olanları köle sahiplerine ispiyonlamaktan yada onları cezalandırmaktan geri durmuyor. bunu hayatta kalmak için de yapmıyor. çünkü calvin ile yalnızken görüyoruz ki aslında başka bir insan. sadece insanları yönetebilmek için bu şekilde bir rol üstlenmiş biri kendisi.
filmin bu yönleri farklı ve çarpıcı. ancak filmdeki hiç bir şey christoph waltz ve leonardo dicaprio kadar etkileyici değil. bir önceki filmde de waltz'un oyunculuğu muhteşemdi. bu filmde de böyle. film boyunca yarattığı bütün kaos içindeki sakinliği ile sahnede parlıyor. dr. schultz'un karakteri şöyle. kendisi önce hiçbir şey söylemeden birilerini vuruyor. daha sonra insanlara bu adamı neden vurduğunu açıklıyor ve olaydan kurtuluyor. kendisi bir sahne yaratmayı ve insanların tepkilerini yönetmeyi çok seviyor. mesela broomhilda'yı kurtarma planını mantıksız yada çok karışık bulan insanlar olmuştu. neden direkt gidip parayı ödemeye çalışmadılar diye düşündüler. ancak şöyle bir durum var. birincisi broomhilda'nın calvin ile birlikte olduğundan emin değillerdi. ikincisi calvin işi inada bindirip vermiyorum deseydi broomhilda'yı asla alamazlardı. üçüncüsü de calvin eksantrik bir karakter bu nedenle para konuşmadan önce ilgisini çekmeleri gerekiyordu. son olarak da dr. schultz film boyunca bize gösterdi ki hiç bir şeyi doğrudan yapmayı sevmiyor. illaki bir yalan bir şaşırtmaca olması lazım yaptığı işlerde bir de tabi ki bu ödeme sırasında kontrolün kendisinde olmasını istiyor. bu yüzden olay bu kadar karışık.
filmin bahsetmemiz gereken diğer karakteri de dediğim gibi calvin candie ve onu canlandıran leonardo dicaprio. scorsese filmleri sağ olsun dicaprio'nun bol inişli çıkışlı patlamalı karakterleri iyi oynadığını biliyoruz. bu filmde de the wolf of wallstreet'tekine benzer bir performans sunuyor bize. ancak tabi gerek sanat yönetimi olsun gerek karakterin açıklanmayan merakları olsun candie daha orijinal bir karakter.
filmin teknik kısmından bahsederken şunları söylemek istiyorum. film evet güzel bir hikaye anlatımına sahip ancak genel tarantino özelliklerinden uzak. bu filmde belki sırası bozuk kronoloji için uygun değil ancak geçişler bile chapter olarak belirtilmemiş mesela. yine uzun diyaloglar var ancak bütün diyaloglar filmin konusuyla ilgili. royale with cheese gibi bir diyalog arıyorsanız bu filmde pek bulamayacaksınız. sadece raid sahnesi ve maskeler hakkında konuşma bu isteğimize cevap veriyor ancak bu tutum da genele yayılmamış durumda. ayrıca filmin finali olabilecek bol kanlı çatışma sahnesi gereksiz yere ikiye bölünmüş gibi. dr. schultz öldü django bir şekilde broomhilda'yı kurtaracak işte. tam kill bill'deki crazy 88 sahnesine benzer bir şey izleyeceğiz diye heyecanlanırken django silahını atıyor ve bizim de hevesimiz kursağımızda kalıyor maalesef.
film hakkında yazmayı bitirirken şunu söyleyeyim. film genel itibariyle sürükleyici ancak aradığımız tarantino özelliklerine pek sahip değil. ayrıca görüntü yönetmeni robert richardson genel olarak doğru işler yapsa da bu filmde etkilendiğimiz bir kare yok aslında. belki son sahnede django'nun kameraya attığı bakış sayılabilir ama onun da afiş için hazırlandığı çok belli. ancak tabi bir western filminde rap müzik kullanmak gibi dehşetli farklılıklar da yapmışlar diyorum ve diğer filme geçiyorum.
her yönetmen hakkında yazarken bir tane çok sevdiğim bir tane de çok hoşuma gitmeyen film oluyor genelde. bu filmografide sevmediğim film kategorisini jackie brown doldurdu sanıyordum ama öyle değilmiş. the hateful eight'i yerden yere vurmak için hazırlık yapmıyorum yanlış anlaşılmasın film aslında güzel ama tarantino çıtayı çok yukarı çektiği için bu film bile aşağıda kalıyor, sorun burada. şimdi olabildiğince objektif bir şekilde filmi inceleyeceğim ve hatalı bulduğum noktalardan bahsedeceğim.
filmin konusu şöyle; kurt russell yakaladığı suçluları öldürmeden teslim etmeyi tercih eden john ruth adlı bir ödül avcısını canlandırıyor. bu ödül avcısı daisy domegue adlı bir kadını yakalamıştır ve red rock adlı kasabaya götürüyordur. yoldayken kar fırtınası başlar, yolda birkaç kişiyle daha karşılaşırlar ve kendilerini bir durağa atmayı başarırlar. fırtına geçene kadar bir odada yabancılar ile birlikte kalmaları gerekir. ruth, daisy'i kaçırmaya geleceklerinden emindir. bir oda dolusu yabancı kendilerini anlatmaya başlar ancak kimin doğru söylediği belli değildir. biz de kim hayatta kalacak diye izlemeye başlarız.
film tek bir mekan ve bir sır etrafına kurulduğu için ister istemez reservoir dogs filmini hatırlatıyor. ancak reservoir dogs filmindeki aksiyon ve gerilime bu film sahip değil. çünkü ilk filmde seyirci ana karakter ile bağdaşım kuruyordu. mr. orange'ı kanlar içinde çığlık çığlığa gördüğünüzde hemen karakterin yaşamasını istiyordunuz. çünkü birincisi film boyunca karakter ilmek ilmek işleniyor, gizli polis olduğunu öğreniyorsunuz, aslında kötü adam olmadığını biliyorsunuz ayrıca mr. white karaktere kardeşi gibi davranıyor. bu nedenle siz de karakterin bir an önce kurtulmasını bekliyorsunuz. bu filmde ise karşımızda western filmlerinde gördüğümüz berbat suçlulardan biri var sadece. karakterin herhangi bir back-story'si olmadığı için onun tarafında yer alamıyoruz. bu yüzden kurtulmuş kurtulmamış izleyicinin pek de umurunda olmuyor. back-story derken illaki masum olduğunu göstermeniz gerekmez. mesela vincent vega da iyi bir insan değildi ama karakter olarak onu seviyoruz. daisy'nin de anti-kahraman bir halini yada çete üyesiyken başından geçen komik bir olayı görsek karakter daha tarantino sinemasına yakışır olurdu. yönetmen ruth'un tarafında duruyor derseniz de bu pek tarantino'nun tarzı değil derim. çatışmalar da iki tarafı da ilgi çekici yapıyordu genelde. bu yüzden filmin ana çatışması sönük geldi bana.
tarantino'nun diyaloglar konusunda başarısı malum. kill bill 2'deki superman monologundan pulp fiction'daki big kahuna burger sahnesine kadar ikonik pek çok diyalog var filmlerinde. bu diyalogların asıl kaynağı da tarantino'nun popüler kültüre olan hakimiyeti. ancak bu filmde böyle bir tane bile diyalog yok. nedeni de basit aslında. filmin geçtiği çağda popüler kültüre gönderme yapamazsınız. çünkü popüler kültür diye bir şey mevcut değildi o tarihte. ancak django'daki maske tartışmasına benzer bir sahne yazabilirdi istese. demek ki bilinçli bir tercih var ortada. sanırım daha ağır oturaklı bir film yapmak istedi. peki bu kararı iyi olmuş mu? bence olmamış. çünkü tarantino kendisini ileri taşıyan bir özelliği bile isteye kesmiş filmde. umarım ileriki filmlerinde böyle bir şey yapmaz.
filmdeki oyunculuklar iyi. ancak beni genel olarak rahatsız eden bir durum var. tim roth'u oyuncu olarak severim. hak ettiği yeri bulamadığına da inanırım ancak bu filmdeki rolü net bir şekilde christoph waltz için yazılmış. mimikleri, konuşma tarzı, film içinde oynadığı rol ile dr. schultz'tan hiçbir farkı yok. hatta filmi izleyenler içinde tim roth'un oynadığı fark etmeyenler bile var. her ne kadar rol tim roth için yazıldı dense de bana pek inandırıcı gelmiyor bu. michael madsen'ın rolü kendisi için yazılmış mesela o belli ancak tim roth'un rolü onun için yazılmamış. yada tarantino'nun aklında dr. schultz'a yakın bir karakter vardı. bu da çok belli. christoph waltz'un bu filmde yer almama sebebi de şu; iki tarantino filminde oynayıp ardı ardına iki tane oscar aldığını biliyoruz. ancak kendisi bir yönetmenin ekürisi olarak bilinmek istemiyor. bu nedenle daha çeşitli işler yapmak istiyor. ki yetenekli bir oyuncu olarak buna hakkı da var. ancak ileriki zamanlarda kendisini tekrar tarantino ile görmek isteriz.
filmin teknik yönünden bahsederken mecburen 70mm olayından konuşmam gerekiyor. tarantino çok kazanan bir yönetmen olduğu için elindeki film yapma imkanları çok fazla. bu nedenle filmi ortalama bir yönetmenin yanına yaklaşamayacağı 70mm formatında yapabiliyor. çoğu yönetmenin dijitali tercih ettiği bu ortamda eski tarz filmlerin peşine düşerek tarantino aynı zamanda sinemanın tekniğine de aşık olduğunu gösteriyor. kısa bilgiler vereyim konu hakkında. genelde filmler 35mm ile çekilir. çünkü en yaygın format odur ve diğer formatlara göre ucuzdur. ancak 70mm kadar çok çözünürlük ve genişlik sağlamaz. 70mm ise 35mm filme göre çok daha büyüktür, bu filmdeki gibi manzaraları göstermek için uygundur ancak film başına maliyeti çok daha fazladır. şuan yönetmenler dijitale geçiyor o yüzden bu filmi 70mm yapmak masraf olarak çok daha fazla. peki tarantino neden bu yöntemi tercih etmiş. birincisi elinde bunu yapabilecek imkan var. ikincisi 70mm bir yönetmen için prestij meselesi. 60'larda yapılan çok büyük bütçeli filmlerde kullanılan bir format bu. ben-hur olsun, lawrance of arabia olsun hep bu formatta çekilen filmler. üçüncüsü de yönetmenler 65 mm'nin görüntü açısından daha iyi olduğunu düşünüyor. (filmler aslında 65mm ile çekiliyor daha sonra sinemaya verilirken 70mm'ye getiriliyorlar) bu film de genişlik açısından 70mm'nin nimetlerinden faydalanmış. bir diğer sinema delisi olan nolan da 70mm kullandı dunkirk'te bu yüzden millet dijitale koşarken garip bir akım başlattılar diyebiliriz bu iki yönetmen için.
teknikten bu kadar bahsetmişken kurguya da girelim. filmin kurgusu tarantino filmlerine yakışmayacak kadar uzun kesmeler barındırıyor. bu da tempo olarak yavaş kalmasına sebep oluyor. django yada pulp fiction uzun süresini hak ediyorlardı çünkü çok olay vardı filmde. bu filmde ise üç saate yaklaşan süresini hak edecek kadar ilgi çekici olay barındırmıyor. hatta film bir şekilde iki saate çekilse çok daha ilgi çekici olabilirmiş. yada kronolojiyi bozsa en azından yine farklı bir film olurdu ancak şu anki haliyle pek ilgi çekici bulmadığımı itiraf etmeliyim.
film hakkında yazmayı bitirirken şunu söyleyeyim. film tarantino filmi olmasa belki şansı daha yüksek olurdu ancak tarantino'nun adı geçmese bu filme bu kadar şans da verilmezdi. yazı boyunca tarantino'nun özellikleri bunlardır dediğim ne varsa atmışlar sonuç olarak elimizde bu film kalmış. yönetmenin tabi ki kendini sürekli tekrar etmesini beklemiyorum ancak tarantino'nun tekrardan bir şikayeti yok gibi o yüzden madem tekrar edecek bari bir sonraki filmini pulp fiction'a benzer yapsın diyorum ve filmler hakkındaki kısmı bitiriyorum.
--- spoiler ---
gördüğünüz gibi tarantino çok nevişahsına münhasır bir yönetmen
ancak son filmlerinde kendi tarzından uzaklaştığı da anlaşılıyor. pulp fiction'daki basit orijinallik ve diyaloglardaki akıcılık django'da yok mesela.