Papa'nın Türkiye Ziyareti ve İstanbul’da Kilise Dışında Yapılan Ayin Ne Anlama Geliyor?
yaklaşık 4 bin kişilik kalabalığın doldurduğu maslak'taki volkswagen arena'da, türkiye tarihinde ilk kez bir kilise binası dışında böylesine büyük ölçekli bir katolik ayini icra edildi. güvenlik bariyerleri, protokol sıraları ve arena ışıklarının arasında, iznik'teki 1700. yıl nikaia anmasına ve gün boyu süren ekümenik temaslara eklemlenen bu büyük ayin, belli ki papa'nın türkiye ziyaretinin duygusal ve sembolik zirvesi olarak kurgulanmış.
vatikan'ın resmi anlatısında bu ayin, farklı mezheplerden ve milletlerden oluşan bir mozaikin birlikte dua ettiği bir buluşma olarak tarif edildi. latin, ermeni, keldani ve süryani ayin geleneklerinin temsil edildiği, iran'dan gine'ye, anadolu'nun farklı şehirlerinden istanbul'a gelen küçük ama çok renkli bir hristiyan azınlık, aynı altarın etrafında toplandı. papa leo, homilisinde boğaz'daki üç köprüyü birlik köprülerine dönüştüren bir metaforla hem katolikler arası, hem diğer hristiyan kiliseleriyle, hem de diğer din mensuplarıyla barış ve birlik için köprü kurma çağrısı yaparak; savaşların, özellikle de din diliyle meşrulaştırılan çatışmaların ortasında, kılıçların sabana dönüştürülmesi gerektiğini vurguladı.
günün programı da bu mesajın altını kalın çizgilerle çizmiştir. sabah sultanahmet camii'nde kısa bir dua, ardından mor efrem süryani kadim ortodoks kilisesi ziyareti, fener rum patrikhanesi'nde ortodoks dünyasının ruhani lideri bartholomeos'la ortak deklarasyon ve akşamında, müslüman çoğunluklu bir ülkede kilise duvarlarının dışına taşan bu büyük ayini tamamladı. istanbul'un hem fiziksel köprüleri hem de yüzyıllardır biriken dini-siyasi fay hatları üzerinde yükselen bu sahne, türkiye'nin ötesinde, küresel düzeyde din-siyaset-jeopolitik denkleminde yeni bir perde açıldığı hissiyatını vermiştir.
zaten 20. yüzyılın son çeyreği, uluslararası ilişkilerde din olgusunun geri dönüşüne sahne olmuştu. özellikle 1970'lerin sonunda, gilles kepel'in tanrı'nın intikamı (bkz: la revanche de dieu) olarak kavramsallaştırdığı üç kritik gelişme, dinin küresel siyasette yeniden etkinleştiğini gösteriyordu. 1977'de israil'de laik siyonist geleneği sarsarak likud'un iktidara gelişi, 1978'de polonyalı ii. jean paul'ün papa seçilerek katolik dünyasında aydınlanma karşısında daha muhafazakar bir çizgiyi öne çıkarması, ve 1979'da humeyni liderliğinde iran islam devrimi'nin gerçekleşmesi, farklı coğrafyalarda eşzamanlı bir dini yükselişi işaret ediyordu. bu 1977-1979 üçlemesi, yahudilik, hıristiyanlık ve islam'ın modern dünya siyasetinde yeniden belirleyici bir rol üstlenmeye başladığının sembolik bir göstergesi olarak okunabilirdi. nitekim sosyolog peter berger, 1990'larda sekülerleşme kuramını gözden geçirerek “dünyanın her zamanki kadar hararetli biçimde dini” kaldığını vurgulamış; modernliğin otomatik olarak dine ilgisiz bireyler yaratmadığını dile getirmiştir. jose casanova da modern dünyada kamusal dinler çalışmasında dinin özelleşme (deprivatizasyon) sürecine girerek kamusal alana geri döndüğünü ve siyasal alanı yeniden şekillendirdiğini ortaya koymuştur. kısacası, soğuk savaş'tan çıkış ve küreselleşmenin başlangıcıyla birlikte, dini tamamen arkaik sayan sekülerleşme anlatısı sarsılmış; din, ideolojik bir boşluğu dolduran ve uluslararası siyaseti yeniden anlamlandıran bir güç olarak geri dönmüştür.
tekelci kapitalizm, yeni feodalizm ve “aşırı dinsellik”
küresel düzende yaşanan dönüşüm sadece dinin geri dönüşüyle sınırlı değildi; aynı dönemde kapitalizmin neoliberal ve tekelci bir evreye geçişi yaşandı. 1980'ler itibariyle, reagan ve thatcher gibi liderlerle sembolleşen neoliberal devrim, refah devleti politikalarını geriletip piyasa disiplinini merkezi değer haline getirirken, yeni bir ideolojik meşruiyet sorunu doğurdu. mesela yalçın küçük, bu dönemi yeni bir ortaçağ benzetmesiyle ele alarak, devlet iktidarının büyük şirket tekelleriyle paylaşıldığı bir tekeliyet düzeni oluştuğunu ve bunun halk egemenliğini fiilen ortadan kaldırdığını savunur. küçük'e göre tekelci kapitalizmin bu yeni feodal düzeni, halkın yerini “sürü”lerin aldığı, yurttaşlık bilincinin yok edildiği bir toplumsal yapıya yol açmaktadır. bu süreçte kitlelerin rızasını üretmek ve muhalefeti etkisizleştirmek amacıyla ideolojik alanda “aşırı dinsellik” teşvik edilir. nitekim küçük, devlet ve bağımsızlık incelemesinde, monopol düzeninin bekası için yoğun bir dini bağnazlığın bilinçli olarak desteklendiğini belirtir. öyle ki dünyada küreselleşme rüzgarları eserken, hemen aynı tarihlerde toplumların “din kisvesine büründürülmesi” tesadüf değildir; yeni tekeliyet düzeni kendini meşrulaştırmak için dini coşkuya muhtaçtır.
aslında bu tespit, batı'da bazı düşünürlerce de dile getirilmiştir. siyaset kuramcısı wendy brown, neoliberal projenin toplumu piyasa mantığıyla yeniden şekillendirirken, ortaya çıkan boşluğu geleneksel ahlak ve din ile doldurmaya çalıştığını vurgular. brown'a göre neoliberal ideologlar, hristiyan muhafazakar değerleri canlandırmanın, sosyal devletin geri çekildiği bir dönemde vatandaşları “ahlaki otorite ve hiyerarşiler” altında tutarak düzeni koruyacağına inanmıştır. bu bakımdan neoliberalizm ile yeni dindarlık arasında bir çıkar evliliği doğmuştur. piyasanın katı rekabetçiliği ve eşitsizlik üreten doğası, din aracılığıyla dizginlenmeye ve kitlelerin rızası sağlanmaya çalışılır. david harvey'in de belirttiği üzere, 1970'lerden itibaren kapitalizmin yapısal krizine verilen neoliberal yanıt, sadece ekonomi-politik bir yönelim değil, aynı zamanda toplumsal dokuyu dönüştüren ideolojik bir hamledir; ki bu hamlede din ve gelenek, ortaya çıkan meşruiyet boşluğunu dolduran başlıca unsurlardan biridir. böylece günümüz tekelci kapitalist düzeni, sadece finansal küreselleşme ve kuralsızlaştırma ile değil, aynı zamanda milliyetçi-dini bir ideolojik hamasetle kendini sürdürmektedir. küçük'ün mısırlaşma kavramı da bu bağlamda anlam kazanır. görünüşte egemen ama gerçekte dışa bağımlı bir devlet modeline işaret eden “mısırlaşma”, yeni küresel düzende ulus-devletlerin giderek siyasi bağımsızlığını yitirip, iç politikada din ve kimlik vurgusuyla halkı mobilize etmeye çalıştığı bir tabloya benzetilebilir. vatandaşın yerini ümmetin veya cemaatin, kamusal aklın yerini dogmatik sadakatin aldığı bu ortam, yeni ortaçağcı bir toplumsal sözleşme gibidir.
ibrahim anlaşmaları'ndan imec'e yeni ittifaklar
dinin yumuşak güç ve ideoloji olarak yeniden yükselişi, uluslararası ittifakların söylemlerine de yansımaktadır. 2020'de ilan edilen ibrahim anlaşmaları, bu durumun çarpıcı bir örneğidir. israil ile birleşik arap emirlikleri, bahreyn ve ardından bazı diğer arap ülkeleri arasındaki normalleşme anlaşmalarına “abraham” (bkz: abraham accords) adının verilmesi, ibrahim peygamberin mirası üzerinden hıristiyanlık yahudilik ve islam'ın ortak köklerine vurgu yapan bilinçli bir tercihti. anlaşmanın metnine bakıldığında, barış temelinde dini hoşgörü ve inançlar arası diyalog olduğunu vurgulayan ifadeler içeriyordu; imzacı taraflar üç ibrahimi din arasında bir barış kültürü geliştirme taahhüdünde bulunuyorlardı. bu söylem, anlaşmayı salt bir jeopolitik çıkar pazarlığı olmaktan çıkarıp bir tür dinler arası uzlaşı destanı olarak sunmaya hizmet etti. nitekim bae gibi ülkeler, on yıl öncesinden başlayarak
hoşgörü ve ılımlı islam temalarını ön plana çıkaran politikalar izlemiş, dini hoşgörü bakanlığı kurulması veya 2019'un hoşgörü yılı ilanı gibi adımlarla, dış dünyaya radikalizme karşı bir ibrahimi birlik cephesi mesajı vermiştir. abu dabi'de inşa edilen; cami, kilise ve sinagogun bir arada olduğu bir diyalog merkezi olan görkemli abrahamic family house kompleksi bu yeni ideolojinin mimari sembolüdür. bütün bu hamleler, özünde israil ile körfez monarşileri arasındaki stratejik yakınlaşmayı meşrulaştırmak için din ortak paydasını kullanmaktadır. eleştiriler, abraham söyleminin perde arkasında bölgesel bir askeri ittifakı ve “ortak düşman” algısını (hasım olarak belirlenen devletler ve aşırılık olarak kodlanan hareketler) gizlediğini vurgular. nitekim anlaşmalar sonrası söylemde, filistin meselesi geri plana itilip iran'ın şii nüfuzu birincil tehdit olarak sunulmaya başlanmıştır. bu yönüyle abraham anlaşmaları, sünni körfez ülkeleri ile israil eksenini makbul dinler koalisyonu olarak öne çıkarırken, şii iran'ı ve ona yakın grupları ortak öteki ilan eden bir ideolojik bloku pekiştirmiştir.
benzer biçimde, hindistan-ortadoğu-avrupa ekonomik koridoru (imec) girişimi de ekonomik olduğu kadar ideolojik bir hamle olarak okunabilir. 2023'te duyurulan bu koridor projesi, hindistan'ı orta doğu üzerinden avrupa'ya bağlayan bir ulaştırma ve altyapı ağını öngörmektedir. görünürde çin'in kuşak-yol projesine karşı alternatif bir rota sunmayı hedefleyen imec, arka planda yeni bir jeoekonomik ittifakın manifestosu gibidir. hindistan, birleşik arap emirlikleri, suudi arabistan, israil ve ab gibi aktörleri bir araya getiren bu girişim, farklı inanç ve kimlikleri piyasa ve kalkınma ortak paydasında buluşturan bir vizyon sergiler. hindistan'ın seküler ama hindu milliyetçisi yönetimi ile körfez'in islami muhafazakar monarşileri ve israil'in yahudi devleti kimliği, bu projede pragmatik bir iş birliği içine girer. burada ideoloji, doğrudan dini söylem olarak değil belki, ama medeniyetler arası işbirliği retoriği şeklinde dolaylı olarak devreye sokulur. projenin esin kaynağı olarak sunulan kadim altın yol metaforu bile, geçmişteki ticaret ve kültür alışverişine nostaljik atıfla yeni bir medeniyetler arası uyum imajı yaratmaktadır. dolayısıyla abraham anlaşmaları ve imec, küresel kapitalizmin yeni safhasında ideolojinin din ve kalkınma ekseninde yeniden paketlendiğinin göstergeleridir. bu paketleme, ılımlı inananlar olarak sunulan rejimleri aynı safta, radikal ötekiler olarak kodlananları karşı safta konumlandıran bir dünya tasavvuruna hizmet eder.
heterodokslar ve makbul inananlar
soğuk savaş sonrasında “ideolojiler son buldu” denmişse de, günümüzde yeni ideolojik bloklaşmaların dini ve kültürel temelde şekillendiği görülüyor. bu bloklaşmayı anlamak için, dünya siyasetindeki aktörleri kabaca iki kampa ayıran bir perspektif ortaya konabilir. bu perspektifte heterodoks ve makbul inananlar bloklaşması bulunmaktadır. heterodoks blok, mevcut küresel düzene meydan okuyan veya ondan dışlanmış görülen güçleri içerir. örneğin şii iran ve ortodoks rusya, bu blokun kilit üyeleri olarak sayılabilir. her ikisi de kendilerini batı hegemonyasına karşı alternatif bir medeniyet ve inanç kalesi olarak sunmaktadır. iran, velayet-i fakih teokrasisiyle şii islam yorumunu bir devlet ideolojisine dönüştürmüş; rusya ise sovyet sonrası kimlik arayışında ortodoks kilisesi'nin himayesini tekrar vurgulayarak, “rus dünyası” (bkz: russkiy mir) ideolojisini dinle harmanlamıştır. rus ortodoks patrikhanesi'nin putin yönetimine tam destek verip ukrayna savaşı dahil milliyetçi politikalara kutsallık atfetmesi, bu sentezin güncel bir örneğidir. aynı şekilde iran da bölgesel nüfuzunu artırırken şii hilali diyebileceğimiz bir söylem kullanmakta, hizbullah gibi örgütler üzerinden dini motivasyonlu bir jeopolitik yürütmektedir.
buna mukabil, makbul inananlar bloğu diyebileceğimiz karşı kutup ise batı merkezli düzene eklemlenmiş ve dini kimlikleri “kabul edilebilir” görülen aktörlerden oluşur ya da en azından öyle bir görünüm sergiler. bu eksendeki ülkeler ve özellikle körfezdeki arap müttefikleri, katolik avrupa'nın kurumları (örneğin vatikan), abd'nin protestan çoğunluklu ancak resmi dini olmayan yapısı ve israil'in yahudi devleti bu blok içinde yer alır. bu aktörler, farklı dinlere mensup olsalar da, uluslararası sistemde birbirlerini müttefik ve ortak değer taşıyıcısı olarak görme eğilimindedirler. örneğin türkiye'nin, resmiyette laik bir cumhuriyet olsa da bir dönem ılımlı islam vurgusunu dış politikada belirgin biçimde kullanması istenmiş ve batı ittifakı içinde kalırken islam dünyasının “makbul” temsilcisi rolüne talip olması beklenmiştir. abd ve avrupa, islam dünyasında radikal selefi-cihadi akımlara karşı türkiye'ye biçilen “ılımlı” islam rolünü uzun süre model olarak desteklediler. aynı şekilde katolik kilisesi, doğu hristiyanlığıyla (rus ortodoksluğu) yaşadığı gerilimlere rağmen, liberal dünya düzeni ile uyumlu bir dinler arası diyalog çizgisi izleyerek bu blokun yumuşak gücünü temsil eder. israil ise belki de ilk kez çevresindeki sünni devletlerle ortak bir güvenlik ve kültürel cephe kurmuş olmanın avantajıyla, “müslümanlarla yahudiler aslında barış içinde yaşayabilir” mesajını vererek makbul blok içindeki yerini sağlamlaştırmaya çalışmaktadır. bu blokta elbette abd'nin rolü belirleyicidir. amerikan iç siyasetinde evanjelik-protestan yükselişi ve israil'le kurulan teolojik-politik ittifak (örneğin evanjeliklerin siyonizm desteği), ülkenin seküler demokrasi imajını dini bir misyoner emperyalizm algısıyla da buluşturmuştur. böylece “makbul inananlar” bloku, özgür dünya söylemine dini bir veçhe ekleyerek kendini meşrulaştırır. bir yanda inançlı fakat demokratik ve barışsever uluslar; diğer yanda ise “aşırı” veya “sapkın” kabul edilen inanç yorumlarına sahip otoriter rejimler vardır.
bu ayrımın sahadaki yansımaları çeşitli krizlerde görülmektedir. örneğin rusya ukrayna savaşı, yüzeyde jeopolitik bir toprak kavgası olsa da derinde bir medeniyet çatışması unsurunu da taşır. ortodoks dünyadaki bölünme, moskova patrikhanesi ile istanbul'daki fener rum patrikhanesi arasında ukrayna kilisesinin bağımsızlığı konusunda patlak vermiş; fener patriği bartholomeos'un 2019'da ukrayna ortodoks kilisesi'ne otosefal statü tanıması, rusya'nın hem kilise hem devlet olarak tepkisine yol açmıştır. bu dini ayrışma, rusya'nın ukrayna'ya bakışındaki tarihi misyon algısıyla da birleşerek savaşın arka planında yer almıştır. batı dünyası ise ukrayna'yı desteklerken, aynı zamanda `rus ortodoks nüfuzuna karşı istanbul patrikhanesi'ni` ve genel olarak “özgürlükçü” kiliseleri desteklemiştir. abd'nin fener'e örtük desteği gibi şeylerden bahsedilebilir. orta doğu'da ise israil ile iran arasında vekalet savaşları ve nüfuz mücadeleleri açıkça sünni-şii ayrımı üzerinden yürüyor; bazı körfez ülkeleri filistin davasını geri plana iterken iran tehdidini ön plana çıkararak sünni kamuoyunu şiilere karşı konsolide etmeye çalışıyor. bütün bunlar, dinin mezhep ve uygarlık aidiyetleri temelinde bir jeopolitik fay hattı haline geldiğini gösteriyor. samuel huntington'ın meşhur medeniyetler çatışması tezini andırırcasına, dünyada batı-hristiyan ve müttefik ibrahimi kimliği ile islam'ın heterodoks ucu, ortodoks rusya ve seküler çin gibi doğulu güçler arasında bloklaşmalar oluşuyor. ancak bu temelde çatışma kadar, işbirliği imkanları da üretiliyor. örneğin hindistan (hindu çoğunluklu) ile abd-israil-bae ekseni arasında oluşan yakınlık, farklı din ve kültürlerin otoriter çin karşısında birleşen medeniyetler anlatısına büründürülüyor. sonuçta “makbul inananlar” bloku kendi içinde farklı dinleri barındırsa da, ortak paydası küresel kapitalist düzene entegrasyon, dini özgürlük söylemi ve ortak düşman tanımları oluyor. karşı tarafta ise heterodoks blok, anti-emperyalizm, gelenekselcilik ve dini-milli değerlerin savunusu iddiasıyla hareket ediyor. bu iki blok arasındaki gerilim ve etkileşim, bugünün uluslararası siyasetinin belirgin dinamiklerinden birini oluşturuyor.
dinlerarası diyalog 2.0: “tanrı'nın protokolü”
dinin yeniden politikleşmesi, dinlerarası diyalog kavramını da yeni bir boyuta taşıdı. soğuk savaş sonrasının ilk yıllarında dinlerarası diyalog, genellikle medeniyetler gerginliğini azaltmaya yönelik kültürel-etkileşimsel bir çaba olarak görülüyordu. örneğin 1986'da ii. jean paul'ün assisi'de farklı din liderlerini bir araya getirmesi veya 2000'lerde türkiye ile ispanya'nın medeniyetler ittifakı girişimi, bu diyalog 1.0 döneminin ürünüydü. ancak günümüzde diyalog kavramı, daha stratejik ve protokoler bir mahiyet kazanarak; adeta tanrı'nın protokolü diyebileceğimiz, ulus-devlet diplomasisine paralel ilerleyen bir üst diplomasi formu ortaya çıktı.
bu diyalog 2.0, farklı dinlerin liderleri ve kurumları arasında imzalanan yüksek profilli belgeler, ortak insani hedef bildirgeleri ve kriz çözme girişimlerini içeriyor. örneğin papa francis ile el-ezher şeyhi ahmed et-tayyib'in 2019'da abu dabi'de imzaladığı insan kardeşliği bildirisi, katolik ve sünni islam dünyasının barış, özgürlük ve adalet konusunda müşterek taahhüdünü ilan eden tarihi bir protokoldü. bu tür girişimler, din önderlerini manevi rehber olmanın ötesine taşıyarak, aynı zamanda küresel sorunlar karşısında aktör konumuna yerleştiriyor. iklim değişikliği, mülteci krizi, yoksulluk gibi alanlarda papa'nın veya diğer dini liderlerin çağrıları, kimi zaman devletlerin resmi diplomatik çabalarına eşlik eden yumuşak güç manevraları halini alıyor.
tanrı'nın protokolü ifadesiyle kastedilen, inanç eksenli diplomatik jestlerin ve mutabakatların, devletler arası protokoller kadar önem kazanmaya başlamasıdır. örneğin vatikan, artık sadece katoliklerin merkezi değil, aynı zamanda uluslararası arenada arabuluculuk yapan, insani konularda tarafları bir masa etrafında toplayan bir mini birleşmiş milletler gibidir. dünya dinler kongreleri, “din ve barış” zirveleri ya da kıtalararası din adamları toplantıları, 21. yüzyılda siyasi zirvelerin yanına eklemlenen yeni diplomasi sahneleri açmıştır. bu durum, özellikle “makbul inananlar” bloğu için kullanışlıdır. türkiye, vatikan, suudi arabistan, mısır, israil gibi aktörler, dinler arası diyalog platformlarında görünürlük kazanarak hem imajlarını yumuşatır, hem de kendi nüfuz alanlarını genişletir.
ülkemizdeki örneğine bakarsak, diyanet işleri başkanlığı yurt dışında cami ve kültür merkezi açmanın ötesinde, dinler arası toplantılara ev sahipliği yaparak ülkenin diyalog yanlısı imajını pekiştirmeye çalışmıştır. diyanet bugün iç işlevinin yanında, türkiye'nin küresel yumuşak güç enstrümanı olarak faaliyet göstermektedir. fener rum patrikhanesi de benzer şekilde, türkiye'nin elinde bir koz olarak uluslararası din diplomasisinde dolaylı rol oynar; zira istanbul'daki patrik, dünya ortodokslarının onursal lideridir ve onun batı ile iyi ilişkileri türkiye'ye artı puan kazandırabilir. bu tür kurumlar, devletlerin resmi dış politik çizgisine paralel ya da onu tamamlayıcı bir iman diplomasisi yürütürler. buna “tanrı'nın protokolü” dememizin nedeni, icra edilen işin teolojik tartışmadan ziyade, diplomatik nezaket ve güç projeksiyonu olmasıdır. örneğin farklı din liderleri birlikte fotoğraf verip barış mesajı yayınladığında, bu görüntü kitlelere “üst düzey bir anlaşma” hissi verir ve adeta devlet başkanlarının anlaşma imzalaması gibi bir ağırlık yaratır. ibrahimi geleneğin vurgulandığı buluşmalar, kudüs, mekke, roma gibi kutsal merkezlerde düzenlenen sembolik ziyaretlerin tümü bu protokol siyasetine dahildir.
olivier roy gibi isimler, günümüz dini aktörlerinin çoğunlukla “kültürel” içerikten kopuk, küreselleşmenin ürettiği formlar olduğunu belirtir. roy'un “holy ignorance” dediği olgu, dindar kitlelerin dinini küresel bir aidiyet olarak yaşarken yerel kültürel mirastan koptuğunu anlatır. bu bakımdan dinler arası diyalogun yeni formu da, dinleri kültürel bağlamlarından ziyade evrensel değerler diliyle buluşturan bir üst söylem üretir. tanrı'nın protokolü, tam da bu evrenselci dili kullanarak, örneğin merhamet, umut, barış gibi temaları öne çıkarır. bunun tabii riskleri de yok değildir. resmi diplomaside olduğu gibi, din diplomasisinde de retorik ile gerçeklik farklı olabilir. nitekim bazı eleştiriler, dinlerarası diyalog söyleminin gerçek çatışmaları örtmek veya güç ilişkilerini meşrulaştırmak için kullanılabildiğini belirtir. yine de, özellikle çatışma bölgelerinde ve insani kriz anlarında din adamlarının arka kapı diplomasisi birçok kez olumlu sonuçlar vermiş, en azından gerginliklerin tırmanmasını önlemiştir. sonuçta diyalog 2.0, dini tamamen apolitik bir uzlaşı teması olmaktan çıkarıp, küresel yönetişimin bir parçası haline getirmiştir.
papa leo xiv'in doğu turu
bu teorik çerçevenin somut bir örneği, papa leo xiv tarafından halihazırda gerçekleştirilen türkiye ve lübnan ziyareti oluyor. papa leo xiv, göreve seçildikten sonraki ilk yurtdışı seyahati olarak bu iki ülkeyi tercih ederek aslında anlam yüklü bir mesaj verdi. türkiye, nüfusunun büyük çoğunluğu müslüman olan ama aynı zamanda kadim hıristiyan mirasa sahip, doğu ile batı arasında köprü rolü üstlenen bir ülke. lübnan ise bizzat anayasasında hıristiyan-müslüman güç paylaşımını barındıran, ortadoğu'nun çok dinli ve kırılgan yapısını temsil eden bir mikrokozmos. papa leo'nun bu seyahati, tanrı'nın protokolü bağlamında, dinin yumuşak güç rolünün yeniden tezahür ettiği bir olaydır.
istanbul ziyaretinde papa, hem resmi görüşmeler yaptı hem de ayasofya, sultanahmet camii ve fener patrikhanesi gibi sembolik mekanları ziyaret etti. bu ziyaretin, türkiye'deki gayrimüslim azınlıklar açısından da büyük moral etkisi yaratacağı aşikardır. haberlere göre, azınlık cemaatleri temsilcileri papa'nın gelişini “yeni bir sayfa” ve “onur” olarak nitelendirmiş; son yıllarda türkiye'de vakıf mallarının iadesi gibi adımlarla açılan özgürlük alanının bu ziyaretle taçlandığını belirtmişlerdir. gerçekten de, papa leo bir “açık kapı” dönemi yaşayan türkiye'ye geldiğini söyleyerek, müslüman çoğunluk ile tarihi hıristiyan topluluklar arasındaki diyaloğun ilerlediğini vurguladı. türkiye hükümeti de bu ziyareti, medeniyetler uyumu söylemini güçlendiren bir fırsat olarak kullandı. ankara'da papa'yı ağırlayan cumhurbaşkanı, onun barış mesajlarını överek filistin meselesinden ukrayna savaşına kadar birçok konuda dini liderin ahlaki otoritesine referansla destek aradı. bu, dinin yumuşak güç olarak devreye girmesine tipik bir örnektir. siyasi liderler, bir dini figürün evrensel barış söylemini, kendi diplomatik ajandalarına meşruiyet ve duygusal zemin kazandırmak için kullanabilirler.
tüm bu tablo, bize dinin uluslararası ilişkilerdeki yumuşak güç rolünün yeni biçimini gösteriyor. papa leo xiv örneğinde görüldüğü gibi, din adamları sınır aşan bir aktör olarak barış dillerini kullanarak halkları etkileyebiliyor, devletleri yeri geldiğinde uyaran bir vicdan sesi olabiliyor ve farklı inanç topluluklarını ortak insani hedeflerde buluşturabiliyorlar. bu güç elbette “hard power” ile desteklenmiyor; orduları ya da ekonomik yaptırımları bulunmuyor. ancak “tanrı'nın protokolü”nün belki de en önemli farkı; kalplere ve zihinlere dokunarak değişim yaratma iddiasında ortaya çıkıyor. modern uluslararası ilişkiler teorisi, çıkar ve güç eksenli analizlere dayansa da, son dönemde yumuşak gücün, kimlik ve ideolojinin önemini teslim etmek durumunda kaldı. joseph nye'ın soft power kavramını kültür, değerler ve politikalarını çekicilik unsurları üzerinden açıklamasına, artık dini diplomasiyi de eklememiz gerekiyor.
papa leo xiv'ün ziyaretinin, “makbul inananlar” bloğunun dayanışmasını pekiştirdiği mi, yoksa heterodoks-ortodoks cepheleşmesinin ötesine geçip evrensel acılara merhem olma çabasını mı sergilediğini zaman gösterecektir. diğer yönden, bir bakıma dinin iki yüzünü de şimdiden yansıttı. bir yanda siyasetin uzantısı olabilen, blok çıkarlarına alet edilebilen bir ideoloji; diğer yanda siyaseti aşan, insani bir yardımlaşma ve diyalog dili olduğu aşikar. akademik bakış açısından çıkarılacak sonuç, 21. yüzyıl uluslararası siyasetinde dinin ne tamamen geri plana itilebileceği ne de tek başına açıklayıcı faktör olabileceğidir. bunun yerine din, küresel kapitalizmin ve politikanın ideolojik bir bileşeni olarak, bazen çatışmaları kolaylaştıran bazen de yumuşatan bir rol oynuyor.
wendy brown'ın işaret ettiği gibi neoliberal düzen, geleneksel değerleri araçsallaştırıp vatandaşlarını disipline etme yoluna gittiyse de, bu durum beklenmedik biçimde dini söylemin de güçlenmesine yol açtı. peter berger ve jose casanova gibi isimlerin vurguladığı dinin geri dönüşü olgusu, bugün artık uluslararası ilişkiler kuramlarının da hesaba katmak zorunda olduğu bir gerçeklik. küresel siyasal dönüşüm içinde din, bir yandan tekelci kapitalist düzenin ideolojik aparatının parçası (yalçın küçük'ün deyimiyle aşırı dinsellik ve sürüleştirme mekanizması) olarak kullanılırken, diğer yandan hakim düzene karşı oluşan muhalif blokların da mobilizasyon aracı haline geliyor (iran ve rusya örneklerinde olduğu gibi). bu ikili yapı, tanrı'nın intikamı kavramını daha da ilginç kılıyor. belki de modern siyaset, ekonomik tekeller ve güç oyunları ne kadar hüküm sürerse sürsün, insanlığın anlam arayışı ve moral otorite ihtiyacı din kisvesi altında intikamını alıyor. yani, tamamen dünyevi ideolojilerle yönetildiği sanılan küresel düzende, din en beklenmedik yerden oyuna dahil olup yeni ideolojik biçimler yaratıyor.
nihayetinde, papa leo xiv'in ziyareti ekseninde ele aldığımız gelişmeler şunu gösteriyor ki; 21. yüzyıl uluslararası siyaseti, dini kenara itilmiş bir şekilde değil, bilakis merkeze alarak şekillenmektedir. bu, medeniyetlerin çatışması anlamına gelmek zorunda da değildir; aksine, medeniyetlerarası protokol ve diyalog formatında yeni bir etkileşim anlamına geliyor. küresel aktörler, dinin yumuşak gücünü ve ideolojik kudretini fark etmiş durumdalar. bu güç, bazen barış için birleştirici bir dil, bazen de çatışmada mobilize edici bir bayrak işlevi görüyor. akademik düzeyde yapılması gereken, kepel, casanova, roy gibi isimlerin çalışmalarını harvey, brown gibi eleştirilerle birleştirerek, dini yeniden canlanışın ekonomi-politik altyapısını ve üstyapısını birlikte analiz etmektir. ancak böyle bütüncül bir perspektifle, `tanrı'nın uluslararası ilişkilerdeki yeni protokolü` tam manasıyla anlaşılabilir.
kaydettiğimiz bu olgular, tek kutuplu dünyanın da sonuna gelindiğini, yeni bir ideolojik çok-kutuplulukta dinin hem ayrıştırıcı hem uzlaştırıcı yönleriyle var olacağını/olabileceğini ima ediyor. küresel tekelci kapitalizm kendini dini referanslarla maskelerken, muhalif cepheler de kendi kutsallarını seferber ediyor. bu dengenin arasında ise papa leo xiv gibi figürler, ortak insani değerleri hatırlatan kimse olarak sahneye çıkıyor. tanrı'nın intikamı belki de küreselleşmenin insanlığa unutturduğu maneviyatı hatırlatarak tecelli ediyor; ama bu intikam, yıkıcı olmaktan ziyade yeni sentezlere de gebedir. elbette ki din, ne tamamen eski çağların kalıntısı ne de modern projenin antitezi olabilir. aksine, modernitenin krizlerinde yeniden ve farklı biçimlerde zuhur eden bir ideolojik güç merkezi olarak karşımızda duruyor. bu gerçeklik, uluslararası ilişkiler disiplininin de ufkunu genişletmekte, realpolitik analizlere ilahi politik boyutu eklemektedir.
papa leo xiv'in türkiye'de verdiği görüntüler; camide duaya duran bir papa, beraberinde imamlar ve patriklerle el ele barış mesajı veren kareler, tarihe belki de yumuşak güç diplomasisinin unutulmaz anları olarak geçecektir. bu anlar, yazımızın başında andığımız 1979'da humeyni'nin zafer işareti yaptığı ya da 1978'de ii. jean paul'ün vatikan balkonundan ilk selamını verdiği anlar kadar önemli olabilir, ancak daha umut verici bir çağrışım da taşımaktadır. dinin intikamı, aynı zamanda insanlığın vicdanının intikamıdır; güç siyasetine karşı merhametin, çıkar hesaplarına karşı adalet arayışının sesi (samimi olsa da olmasa da) çıkmak zorundadır. uluslararası siyasal teori, bu sesi duymaya ve analiz etmeye devam etmelidir. çünkü görünen odur ki, tanrı'nın protokolü imzalanmaya başlamıştır ve bu protokol, dünyayı yeniden fetheden dinin küresel siyasetteki yeni rolünü sembolize etmektedir.