TARİH 10 Mayıs 2018
24,8b OKUNMA     689 PAYLAŞIM

Osmanlı'da Gördüğü Laleyi İlk Kez Avrupa'ya Götüren Elçi: Ogier Ghislain de Busbecq

Türk lalesini Avrupa'ya götüren ilk insan, Avusturyalı diplomat Ogier Ghislain de Busbecq idi. Aynı zamanda 16. yüzyıl İstanbul'unu kaleme aldığı Türk Mektupları adlı eseriyle de ünlü olan bu elçinin hayatını inceliyoruz.

ogier ghislain de busbecq; elçi görevi ile geldiği osmanlı topraklarında mükemmel bir gözlem yapan ve bunu tüm çıplaklığıyla tarafsızlığıyla ortaya koyan bir diplomat.

trt belgesel kanalıydı yanılmıyorsam; nurhan atasoy hocanın da zaman zaman bilgileriyle aydınlattığı hikayesi anlatılıyordu ogier'in. gözlemlerini aktardığı eser (türk mektupları) kanuni dönemini anlatan en iyi kaynak olarak geçiyor. aklımda kalanları paylaşayım sizlerle.

1562 senesi avusturya kralı ferdinand, osmanlı ile barış yapmak istiyor ama her daim gönderdiği elçiler aşağılanıp gerisin geriye dönüyor. sonrasında bu zat-ı muhtereme veriyor görevi. osmanlı topraklarına vardığında kendisini ihtişamlı kıyafetler içerisinde at üstündeki görevliler karşılıyor istanbul'a gidip padişahın huzuruna çıkacağı için günlerce yol sürüyor tabii ki. yanındaki yol gösterici ile beraber yol üzerindeki hanlarda konaklıyor geceleri. anlattığına göre bilmem kaç kilometre de bir kurulan han ve kervansaraylarda ilk üç gece konaklamak yemek içmek ücretsizmiş. 4. gece kalındığı takdirde o gecenin ücreti ödenirmiş o dönemde. yorgun at bırakılır yerine dinlenmiş atla yola devam edilirmiş.

tabii busbecq yola devam ederken şehirlerden ve pazarlarından geçiyor ki ağzı bir karış açılmış. sokaklarda başı boş dolanan hayvanlar için seyyar ciğerciler bulunurmuş. isteyen kişi bu ciğerciye parası kadar ciğer kestirip hayvanlara yedirirmiş. şu düşünceye bakın arkadaş.

busbecq aynı zamanda roma ve antik dönem hayranı bir elçi para koleksiyonu var roma sikkelerini bir adamın elinde görünce sormuş be adem nereden buldun bunları kaç lira istersen vereceğim bana sat gibisine adam da bunlar değersiz para eritip kap kaçak yapıyorum al senin olsun deyip satıvermiş. tabii ogier bu duruma çok üzülüyor çünkü osmanlı'da o tarih ve kültür bilinci yok maalesef.

istanbul'a vardığında ise tüm hayranlığı 16. yüzyıl konstantiniyyesiyle depreşiyor. tüm ihtişamıyla ayasofya ve istanbul. sokakları geziyor en çok dikkat ettiği şeylerden biri hayvanlara yapılan iyi muamele ve bahçe sanatı. henüz avrupa'da böyle bir şey söz konusu değil. kanuni'nin emriyle yaptırılan sarayın 3 bitki bahçesini gezip hayranlığını ikiye katlıyor adeta. binbir çeşit çiçek bitki hepsi düzenli bir şekilde, bakımı vs. yapılmış.

istanbul'a vardığında kanuni'nin sefer için amasya'da olduğu haberi iletiliyor ve amasya yollarına düşüyor bu sefer. gittiği her yeri objektif olarak değerlendiriyor iyi ve kötü yanlarını yazıyor. sonrasında süleyman'ın huzurunda. kendisini kollarına giren iki görevli padişah önünde diz çöktürüp eteğini öptürtüyor. süleyman ferdinand'ın bu elçisine pek yüz vermese de diğerlerine yapılan muameleyi busbecq'e yapmıyorlar. yanında giderken bitkilerin çiçeklerin tohumlarını götürdüğü hatta avrupa'ya giden lale tohumlarının bu şekilde bizden gittiği biliniyor.

türk mektupları (turkish letters)'nda anlattığı üzere, avrupa'ya gönderilmek için yazdığı mektuplar osmanlılar tarafından okunduğu için, osmanlılar hakkında gizli bilgileri mektuplarına yazarken limon suyu kullanmıştır. bu sayede osmanlılardan habersiz, gizli bilgileri avrupa'daki muhataplarına aktarmıştır. hatta bunu anlatırken türkleri küçümser. "türkler her şeye hakim olduklarını, mektuplarıma kadar her şeyi kontrol ettiklerini sanıyorlardı." der.

osmanlı mülkünden lale'nin ülke dışına çıkarılması yasak olduğundan kanuni'nin özel izni ile lale soğanlarını hollanda'ya götürebilmiştir.

bir de şu var: busbeq istanbul'dayken veba salgını başlar. o sırada osmanlılar-habsburg imparatorluğu ile savaş halindedir. busbeq'in hizmetçileri ölürler. busbeq ülkesine dönmek için saraya başvurur. padişahtan aldığı cevap "biz kadere boyun eğmişken, sen kim oluyorsun" minvalinde şeylerdir. osmanlı'da skolastik düşünce ve kaderci anlayışın yerleşmesi bakımından kanuni'nin bu tavrı önemlidir.

türk mektupları adlı eser osmanlı'nın en şaşaalı dönemine dair yakın gözlem içermesi ve dönem hakkında pek çok bilgi içermesiyle uzun süre kaynak olarak kabul edilmiş ve pek çok dilde tekrar tekrar basılmıştır.

türk mektupları isimli eserde kanuni'nin hürrem'le olan ilişkisinden tutun da rüstem paşa'nın maddiyata düşkünlüğüne, osmanlı ordugahlarındaki düzenden hamam adetlerine, halkın batıl inançlarına, giyim kuşamlarına ve yaşam biçimlerine, sokaktaki hayatın işleyişinden dönemin dedikodularına kadar pek çok bilgi verir.

kitabın bir başka özelliği de osmanlı imparatorluğu'nu, hümanist eğitim almış bir batılının gözüyle anlatmasıdır. busbecq, bir taraftan osmanlı devlet anlayışını batının çürümüş devlet anlayışına karşı örnek gösterirken, diğer taraftan osmanlı ülkesinde gördüğü aksaklıkları, adaletsizlikleri ve yanlışları da kayda geçmiş ve eleştirmiştir .

busbecq, avrupa'ya sadece osmanlı'ları tanıtmakla kalmamıştır. ankara'daki augustus tapınağında yer alan monumentum ancyraum yazıtını ilk kez yayınlayarak batı literatürüne girmesini sağlamıştır. ankara keçisiyle leylağın yanı sıra, bir yüzyıl sonra tulipmania'yı (lale çılgınlığı) doğuracak laleyi de avrupa'lılara tanıtmıştır.


eserinden bazı alıntılar

örneğin aşağıdaki kısımda türklerin neden başarılı olduklarını liyakate verilen öneme bağlar ve kendi ülkelerindeki sisteme karşı osmanlı'nın bu sistemini över;

"sultan'ın karagahı çok kalabalıktı. hizmetkarlar ve yüksek mevki sahibi kimselerle doluydu.bütün hassa süvarileri, sipahiler, garibler, ulufeciler ve çok sayıda yeniçeriler karargahtaydı. bu muazzam kalabalığın içinde tek bir kişi yoktu ki itibarını kendi şahsiyetinden ve meziyetlerinden başka bir şeye borçlu olsun, doğduğu aileden dolayı diğerlerinden farklı kılınsın. kişiye verdiği hizmetlere ve yüklendiği vazifeye göre saygı gösteriliyor. bu nedenle üstünlük mücadelesi de yok. herkesin yaptığı işe uygun olarak tayin edildiği bir makam var .sultan vazifeleri ve görülecek hizmetleri bizzat kendisi dağıtıyor .bunu yaparken o kimsenin servetini ve rütbesini önemsemiyor.namzet olanın şöhretini ve nüfuzunu düşünmüyor.sadece meziyetlerini göz önüne alıyor. kabiliyetini, karakterini ve mizacını tetkik ediyor. işte böylece herkes layık olduğunun karşılığını görüyor ve makamlar da işlerin üstesinden gelebilecek kişilerle doluyor .

türk imparatorluğunda her insanın içinde bulunduğu şartları değiştirme ve kaderini tayin etme imkanı vardır. sultanın altındaki yüksek mevkilerdeki kimseler genellikle sığırtmaçların oğullarıdır. böyle doğmuş olmaktan utanmak şöyle dursun, bununla övünürler. meziyetlerin doğum ya da ırsi yolla soydan soya geçtiğini kabul etmezler .onlara göre meziyetler, kısmen tanrının bir lütfu kısmen de alınan eğitimlerin, gösterdikleri çabanın ve hissettikleri şevkin ürünüdür. nasıl ki sanat, matematik ve geometriye olan istidat babadan oğula geçmiyorsa, karakterin de ırsi olmadığını, oğulun mutlaka babasına benzemesi gerekmediğini ve vasıfların tanrı tarafından insana ihsan edildiğini düşünürler. dolayısıyla türkler arasında itibar, hizmet ve idari mevkiler kabiliyet ve faziletin mükafatı oluyor. kişi tembel ve sahtekar ise hiçbir zaman yükselemiyor, küçümsenip hakir görülüyor.

işte türkler bu nedenle neye teşebbüs etseler başarılı oluyorlar ve hükmeden bir ırk olarak hakimiyetlerinin hudutlarını her gün genişletiyorlar. bizde ise durum çok farklı. bizde meziyete yer yoktur. her şey doğuma dayanır ve yüksek mevkilerin yolunu açan tek şey soylu olmaktır."
...

aşağıdaki kısımlarda ise türklerin tarihe ve tarihi eserlere önem vermemelerinden dolayı üzüntüsünü anlatır;

"iznik, aynı adı taşıyan gölün kıyısında. şehrin surları ve kapıları iyi korunmuş durumda. dört kapı var ve bunlar pazar yerinin ortasından görünüyor. hepsinin üzerinde de latince ile şehrin antonius tarafından onarıldığı yazıyor. onun hamamlarına ait kalıntılar da vardı. türkler burasını istanbul'daki devlet binalarının yapımında taş ocağı olarak kullanıyorlarmış. biz oradayken neredeyse hiç bozulmamış güzel bir silahlı asker heykeli buldular fakat onu hemen çekiçleriyle parçaladılar. bundan rahatsız olduğumuzu belli edince işçiler bize gülerek, adetlerimiz gereği ona tapmak ve dua etmek isteyip istemediğimizi sordular...

amasya civarındaki kasabalarda pek çok sikke bulmak mümkündü. sikke aradığımı söyleyince bir bakırcının cevabına oldukça öfkelenmiştim. kendisinde birkaç gün öncesine kadar bir küp dolusu bakır sikke varmış ve bunları değeri olmadığını düşünerek eritip bronz kaplar yapmış. eski çağlara ait bu sikkelerin yok olmasından büyük üzüntü duydum. 'bunu yapmamış olsaydın yüz altın verirdim' diyerek ondan intikam aldım."

Boğulma Tehlikesi Geçirdikten Yıllar Sonra Yüzme Öğretmeni Olan Birinin Azim Öyküsü