SİNEMA 28 Ağustos 2019
83,2b OKUNMA     569 PAYLAŞIM

Once Upon a Time In Hollywood'un Detaylı İncelemesi

Brad Pitt ve Leonardo DiCaprio'yu ilk defa buluşturan Tarantino filmi doğal olarak dev bir beklenti yaratmış ve heyecanlandırmıştı. Cuma günü vizyona giren filmi artık Ekşi Sözlük yazarlarının yorumlarıyla değerlendirebiliriz.

diğer tarantino filmlerine nazaran bu film maalesef bir bilgi birikim ve döneme hakimiyet istiyor. tarantino ilk defa bir sürü gizli detaya imza atmış. eğer tate cinayeti hakkında kuruş bilginiz yoksa film size yavan gelebilir. hak veririm çünkü hiçbirimiz ne 70'lerde yaşadık ne de los angeles'ta büyüdük.

eğer filmi izlediyseniz sizi aşağıya alayım. kaçırdığınız detayları, filmde aslında neler olduğunu elimden geldiğince özetlemeye çalıştım.

Uyarı: Spoiler içerir.

los angeles… dünyanın eğlence merkezi. fırsatlar şehri. kimilerinin ise aşkı. anlaşılan o ki, yönetmenin kendi deyişiyle, son filmi once upon a time… in hollywood, los angeles’a yazılmış bir aşk mektubu. geçen sene filmekimi’nde izlediğimiz yönetmenliğini david robert mitchell’ın yaptığı under the silver lake de bir los angeles’a aşk mektubuydu. tarantino’nun en kişisel filmi olan bir zamanlar hollywood’da, aynı zamanda pulp fiction’a en yakın filmi olmuş diyebiliriz. adını ilk duyduğumuzda manson cinayetini anlatacak bir film olacağı yönünde iddialar ortaya atılmıştı. lakin görüyoruz ki, manson cinayetini anlatan değil, engelleyen bir film var elimizde. tarantino, bu sefer daha da çıldırıp, en başta roman yapmak istediği projeyi zamanla değiştirip tarihi baştan yazan bir filme çevirmiş.

kısaca konusuna değinelim

western filmlerinde genellikle kötü rolleri oynayan ve o dönemin film kurallarına göre filmin sonunda ölen rick dalton’ın hikayesi aslında film. rick ve gizemli ama bir o kadar da yetenekli dublörü cliff booth, bir o projenin pilot bölümü bir bu projenin pilot bölümü derken kariyerlerinde bir çıkmaza girerler. bu sırada da rick’e, italya’dan, spaghetti western filmlerinden bir teklif gelir. rick, gidip gitmeme arasında mekik dokurken, yan komşusunun roman polanski olduğunu öğrenir. polanski ve uzatmalı karısı sharon tate, yan komşusudur. sharon tate’i görmemizle beraber hikaye rick, cliff ve sharon tate arasında paralel geçişlerle ilerlemeye başlar.


baştan belirteyim, quentin tarantino, en sevdiğim yönetmendir ve bana sinemayı sevdiren yegane kişidir. çünkü kendisinin sinema aşkı inanılmazdır. öyle ki, bir zamanlar hollywood’da aslında bir nevi sinemaya aşk mektubudur. film süresince dönemin western filmlerine ve dizilerine bir bakış atıp set arkasındaki dünyaya konuk oluyoruz. işlerin arkada nasıl işlediği, oyunculuk mesleğinin detayları ve kariyer hayatlarının nasıl sürdüğüne dair hoş detaylarla karşılaşıyoruz. yönetmen, bir taraftan oyuncuların medya yüzlerini bir taraftan da arka plandaki tedirgin yanlarını göstererek hollywood’da her şeyin göründüğü gibi sevimli olmadığını anlatıyor.

bir yanda, aslında aşırı yetenekli olmasına rağmen kariyer planlamasını doğru yapamamış, özünde iyi biri olan rick dalton var. filmde, en azından ona göre kariyeri düşüşte. öbür tarafta ise –kendisine göre- kariyeri yükselişte ve bundan epey bir memnun olan sharon tate var. kemal sunal gibi kendi filmine giderek var olduğu sahnelerde seyircilerin tepkisini ölçen tate, kısmi ünlülüğün tadını çıkarıyor. sharon tate, hiçbir zaman iyi bir oyuncu değildi. zaten filmlerine hep kötü yorum yapılırdı. ama kendisinin güzelliği ve sempatik tavırları onu hep ön planda tutmuştu. rick dalton’ın “komşum siktiğimin rosemary'nin bebeği’nin yönetmeni” cümlesi özellikle mi seçildi bilmiyorum ama sanırım sebebi, filmin baş rolünün az daha sharon tate olmasıdır. polanski, tate için diretse de yapımcılar mia farrow’da karar kılmıştı.


hikaye 1969’da geçiyor. amerikan tarihini baştan aşağı değiştirecek bir katliamın yılı: manson cinayetleri. hayatını hapishanelerde geçirmiş bir ruh hastası olan charles manson, adını manson ailesi koyduğu hippi ordusunu eski bir film alanı olan spahn ranch’te beslemektedir. müzik kariyeri yapmaya çalışan manson, başarısız olup yapımcısı tarafından hor görülünce, öç almak ister ve çözümü, “domuz” dediği zengin ve başarılı insanları öldürmekte bulur. 8 ağustos günü polanski’nin evine giren tex watson önderliğindeki 3 manson üyesi, 8 aylık hamile olan sharon tate dahil içerideki herkesi öldürür. bir sonraki gün ise leslie van houten ve charles manson önderliğindeki bir grup, leno ve rosemary labianca’nın evine girerek 2 kişiyi daha öldürür. bu ölümler, özellikle sharon tate’in ölümü medyada büyük yankı uyandırır. kimileri tate’i şeytani işlere bulaşmakla itham ederken kimileri “ırk savaşı” üzerinden makaleler yazıyordu. ama en nihayetinde, en azından okuyunca ortaya çıkan tek şey; charles manson, hitler gibi sanatının eleştirilmesi ve yerin dibine sokulmasını kabullenemeyip, öcünü insanları öldürerek, öldürterek almıştır. yine ve yeniden bir ego meselesi. yine geçen sene filmekimi’nde izleme fırsatına eriştiğimiz mandy’de de sapık bir tarikat lideri, müziği eleştirilince kurbanlarını öldürüyordu. bu, manson cinayetlerinin insanlar üzerindeki büyük etkisinin de bir örneği aslında.


asıl hikaye bu şekilde lakin tarantino hikayeyi biraz değiştirmiş

yönetmen, aslında var olmayan 2 kişiyi bu trajik hikayenin tam ortasına sokarak tarihin çizgisi ile oynamış. pulp fiction’da olduğu gibi, karakterlerin yolu öyle ya da böyle kesişiyor. filmin sevdiğim kısmı da açıkçası burası oldu. 8 ağustos gecesi, tex ve ekibi cinayet işleyecekleri semte gelirler ama aslında orada olmaması gereken biri, tarihe karışarak çizgiyi bozar. hippileri pek sevmeyen rick, uyuması gerektiği saatte deli gibi alkol tükettiği için gelen arabanın sesinden rahatsız olur ve dışarı çıkıp, cinayet için gelmiş olan hippileri oradan kovar. böylece o gece gerçekleşecek tate cinayeti engellenmiş olur… ya da diğer bir deyişle, hedef değişmiş olur. hippiler, tate’lere girmek yerine rick dalton’ın evine girmeye karar verirler. fakat bu sefer, karşılarında “ölmemek için yalvaran” bir grup insan değil, cliff booth vardı.

tarantino, filmi bir zamanlar hollywood’da tate cinayetini engellemekle kalmayıp tex ve çetesini acı bir şekilde öldürerek bir nevi içini mi ferahlattı bilemiyorum. bunu düşünme sebebim son zamanlardaki en vahşi dövüşü tasarlamış olması. bir aktör ile dublörünün nasıl olduysa sonunda tate cinayetine denk gelmesini konu edinen bu film, sanırsam bizim ülkemizde pek beğenilmedi, beğenilmeyecek de. sebebini ise kişisel olmasında ve detayları bilmememizde buluyorum. film, alabildiğine ince detaylar ile dolu. o dönemlerde amerika’da yaşamayan ya da tate cinayetlerini okumamış birinin filmdeki detayları yakalaması haliyle zor. gelin ben size birkaç detaydan bahsedeyim.

hippiler, domuz dedikleri insanları öldürme kararını, en azından filmde “televizyonda izledikleri şiddet filmlerine” dayandırıyorlar. filmde insanları öldürenleri öldürelim diyerek cinayet işlemeye karar veriyorlar. ilginçtir, sharon tate bir röportajında kendisine sorulan çıplak sahneler için şunu demişti:

“televizyonda bunca şiddet varken benim soyunmam sorun olmamalı.”

Sharon Tate

şiddet, tarantino’nun filmlerinin en büyük parçalarından biridir. yönetmen bu filmde, imza attıkları şiddetin gerçek dünyadaki yansımasını gösteriyor. 69 cinayetleri şiddetin ulaşabileceği en üst noktalardan biriydi. filmler, şiddeti insanlara normalleştiriyordu. öyle ki bir zamanlar hollywood’u izleyen amerikan seyircisi, cliff’in susan atkins ya da filmdeki adıyla gypsy’ye attığı teneke sahnesini gülerek ve alkışlayarak karşıladı. manson ailesinin hedefi şaşsa da düşünceleri ve yaşananlar pek şaşmıyor. tex, brad pitt’in canlandırdığı cliff booth’u gördükten sonra, gerçekten öldürdüğü voytek frykowski’ye kurduğu o meşhur cümleyi kuruyor:

“i am the devil and i’m here to do the devil’s bussiness.”

keza, tate cinayetleri sırasında yaşanan bacağa bıçak saplanma anı da filmde birebir yaşanıyor. manson cinayetleri hakkında var olan tüm bilgiyi bir sonraki günün katili olan leslie van houten’dan öğreniyoruz. manson ailesinin diğer üyeleri de detayları zamanla anlatsa da çoğu bilgiyi van houten aktarıyor. tex’in aktardığı bilgileri, mindhunter’ın 2. sezonunda izleyebilirsiniz. cinayetin işlendiği polanski evi ise yıllar sonra yıkılarak yerine yenisi yapılır.

yine acaba neden vardı denilen sahnelerden biri de cliff booth’un spahn ranch ziyareti. bu sene ıo filmiyle tanışma fırsatı yakaladığım margaret qualley’nin canlandırdığı pussycat ile yaşadıkları yere gelen cliff booth, inatla mekanın sahibi george spahn’ı görmek ister. aslında bu da gerçek bir hikayedir. manson ailesinin kurbanlarından biri olan eski dublör donald shae, hippilerin kendisinden yararlanmaması için george spahn’ı uyarmak istemişti.

Cliff Booth

bruce lee’nin muhammed ali’yi öldürürüm dediği dövüş sahnesi tamamen kurmaca olsa da bruce lee, gerçekten de muhammed ali’yi dövüşürlerse öldürebileceğini söylemiştir.

michael madson ile 4. kez çalışan tarantino bu sefer kendisine kısa bir süre ayırmış. hatta ilginç bir detay, filmdeki sarı cadillac, madson’a aittir ve filmde kendisinden daha çok süre almaktadır. yine filmde uma thurman ve bruce willis’in çocukları maya hawke ve rumer willis de yer almaktadır.

sharon tate’in “porno filmlerinin galası mı oluyor” diye sorduğu yerin adı eros’tur ve mekanın sahibi de tarantino’dur. bu sahnede tate ve arkadaşlarının girdiği ye el cayote, tate’in favori restoranıdır ve ölmeden önce uğradığı son yerdir.

dicaprio’nun diyaloglarını unuttuğu sahne özellikle tasarlanmış. filmde madrid karşısında karakterini bir türlü oturtamayan, repliklerini unutan rick dalton’ı izliyoruz ama aslında leo sahnede gerçekten zorlanmakta ve sahneyi becerememektedir. karakteri becermekte zorlanan leo için de araya bilerek replik hatası sıkıştırılıyor ki tekrar rick dalton olup nefes alabilsin.

Rick Dalton

sözün özü…

bir zamanlar hollywood’da; tarantino’nun pulp fiction’ın tadına en yakın filmi olmuş. öyle ki, rick ve cliff’in araba ile işe gittiği sahne travolta ve jackson’ın sahnesi ile neredeyse aynı. sinema aşkını bir kez daha gösteren yönetmen, bir taraftan sinema dünyasının arka planının gösterirken bir taraftan da yaklaşmakta olan tate cinayetinin temelini kuruyor. fakat sonunda ilginç bir işe imza atarak hikayeyi baştan yazıyor. her karakterini zevkle izlediğim film doyasıya ayak fetişi. her karesi tarantino filmiyim diye bağıran film yine ağzına kadar yan hikaye ile dolu. tarantino’yu tarantino yapan da buydu: yan hikayeler. ilginç diyalogların olduğu, değişik karakterlerin değişik maceraları. sinemayı neden sevdiğimi bir kez daha anladığım bu güzelliği herkese bizzat öneriyorum. izleyin, izlettirin.


Filmde seyirci tarafından özellikle eleştirilen iki nokta vardı

inglourious basterds filminde hitler ve nazileri bir sinema salonuna doldurup yaptıkları kötülüklerden ötürü hepsini kurşuna dizmiş ve vahşice yakmış, django unchained filminde ise ırkçı beyazları, öfkeli bir kölenin silahından çıkan kurşunlarla bok çuvalına çevirmişti. 

bu sefer hedefinde manson'ın müritleri var. tarantino'nun, sharon tate ve arkadaşlarına yapılanları roman polanski'den bile daha kişisel algıladığı ortada. tüm film sharon tate için yakılmış bir ağıttı resmen. yakılan bu ağıta bir itirazımız yok. yaşadıkları korkunç ve anılmayı fazlasıyla hak ediyor. ancak burada mesele biraz farklı. işin boyutu manson ve müritlerini aşıp, hippilere ve onların temsil ettiği ideolojiye kadar gidiyor. inglourious basterds fiminde nazilere uygun gördüğü sonu, bu filmde müritlerden bir kıza uygulamaktan hiç çekinmiyor. nazileri canlı canlı yaktığı gibi, hippi kızımızı da havuzda lav silahıyla küle çeviriyor. her ikisi de yaptıklarından dolayı böyle bir ölümü hak ediyorlar. fakat, 1960'ların sonunda hippilerin temsil ettiği ideoloji de bu ateşten etkilenmiyor mu sizce? manson ve müritleri o dönemin popüler akımından etkilenmiş olsalar da, onlara filmde yapıldığı gibi sürekli "hippi" denilmesi kolaya kaçmak olur. manson bir tarikat lideriydi ve yaptıklarının o zamanki hippilerin savundukları ile yakından uzaktan bir alakası yoktu. vietnam savaşında bir ülkenin işleyebileceği tüm insanlık suçlarını işleyen amerika'ya, o topraklardan kafa tutabilmiş ve bir taraftan da kafayı bulmuş barışçıl bir hareketin, manson ve müritleriyle bu denli yakından ilişkilendirilmesi ne yalan söyleyeyim hoş olmamış.

filmde canımı sıkan bir diğer sahne ise bruce lee ve dublör cliff'in yer aldığı dövüş sahnesi oldu. fragmanlarda bruce lee'nin yer aldığını görünce tarantino'nun efsaneyi nasıl işleyeceğini çok merak etmiştim. çünkü, kill bill filmlerinde baş roldeki hanım ablamıza giydirdiği sarı renkli kıyafetle bruce lee'ye selam yollamış ve bu sebeple efsaneye sonsuz saygısı olduğunu düşündüğümüz bir yönetmendi tarantino. meğerse yanılmışız. bu filmdeki sahneyle resmen efsaneyi yerle yeksan etmiş. unutmayın ki muhammed ali nasıl sadece bir boksör değilse, bruce lee de yalnızca bir dövüş filmleri yıldızı değildir. her ikisinde de karşımıza çıkan ve belki azıcık da sizi rahatsız etmiş olan kibrin haklı bir nedeni vardır. muhammed ali, hor ve hakir görülen amerikadaki siyah ırkın temsilcisiydi. "i am the greatest" diyerek yüzlerine karşı haykırdığı kalabalıklar yıllarca siyahları küçük gören beyazlardı. bruce lee de benzer bir amaçla hollywood'a adım atmıştı. yüzyıllardır hor görülen ve batılılarca sömürülen sarı ırkın üstün taraflarını göstermeyi kendine ödev bilmişti. sırf bu amaçla, the way of the dragon filminde, chuck norris gibi beyaz amerikalıların gücünü temsil eden bir film ve dövüş yıldızını, batı medeniyetinin temellerini atan roma imparatorluğuna ait kolezyumda bir çuval gibi derdest edip yere çalmıştı. bu zafer, doğu milletlerinden birinin sinema ekranında bir beyazı bu denli acımasızca yendiği önemli anlardan biriydi. tarantino'nun bu unutulmaz anı yok etmeye çalıştığını iddia etmek çok ağır kaçar; ama efsaneye yapılmış haksızlığı da dile getirmeden edemezdim.

bunların haricinde yine klasik bir tarantino filmi. izlemesi zevkli ve heyecanlı...

Once Upon a Time in Hollywood'u İzleyen Ekşi Sözlük Yazarları Filmi Nasıl Buldu?