Netflix'in En Çok İzlenen Dizisi Olarak Açıklanan Bridgerton'un İncelemesi
amerikan yazar julia quinn'in eserinden uyarlanan sekiz bölümlük dizinin yapımcılığını shonda rhimes, betsy beers ve grey's anatomy ile scandal'dan tanıdığımız chris van dusen üstleniyor. dizi bir amerikan yapımı olmasına rağmen çoğunlukla ingiliz oyunculardan oluşan bir ekiple ingiltere'de çekilmiş ve 19. yüzyıl ingiltere'sinde geçiyor. dönemin cemiyet hayatını konu alan yapımda üçüncü tekil şahıs bir anlatıcı bulunuyor.
yayınlandığı günden bu yana hem sosyal medyada hem eleştirmen camiasında fazlaca tartışmalara konu olan dizinin başlangıç aşaması bile sürprizlerle dolu. zira bu dizi edebiyatta "beyaz dizi" olarak tanımladığımız, tekdüze aşk hikayelerini ele alan ve hedef kitlesi belli olan aşırı romantik bir eserden uyarlama. bu tür romanlar nadiren yapımcıların ilgisini çeker ve ekrana uyarlanırlar.
ancak dizinin dikkat çeken tek özelliği bu değil
oyuncu kadrosundan senaryosuna, yapımından görsel efektlerine, işlediği temalardan verdiği mesajlara kadar bir "harmanlanma" ve "çatışma" durumu söz konusu. 19. yüzyıl ingiliz sosyete hayatıyla 21. yüzyıl amerikan bakış açısı birleşmiş gibi. tıpkı the favourite filminde olduğu gibi bu dizi tarihi "tekrar yorumlamış", lakin the favourite'tan farklı olarak bu dizide modern aklın izleri var. 19. yüzyılda geçen bir jane austen romanına 21. yüzyıl amerikan gençlik dizisi girmiş gibi. bir taraftan ırkçılık yok, diğer taraftan 19. yüzyıl'ın temel sorunlarından biri olan kadın ayrımcılığı var. kıyafetler o dönemin modası ama içlik yok. bir bakımdan -özellikle romantizm kısmı- sonuna kadar klişe ama dizide yenilikçi fikirlere de şahit oluyorsunuz. bu yapım için eleştirmenler "dönem dizisi" ifadesi kullanmasına rağmen bir tür hayali bir evrenle karşı karşıyayız.
diziye yönelik eleştiriler temel olarak üç grupta toplanabilir
ilki oyuncu seçimi ve tarihi gerçekler. ikincisi müzik ve kostümler ve son olarak uyarlandığı eserle ne derece tutarlı olduğu konusu.
dönen bütün tartışmalara rağmen dizi eleştirmenlerden yüksek puanlar aldı, almaya da devam ediyor. şu an rotten tomatoes'da 92 gibi bir netflix dizisi için oldukça yüksek puana sahip. bunda liberal tercihlerin konusunun bir etkisi olabilir.
toparlamak gerekirse, jane austen tarzı dönem dizilerine ilgisi olan ya da izlediği her dizinin breaking bad gibi yüksek standartta olmasını beklemeyen kesimin izlerken eğlenebileceği, hafif bir yapım. çok fazla kafamı yormasın, hafif bir şeyler izleyeyim diyenler muhtemelen bunu yeterli bulacaktır. başka bir deyişle izlerken sıkmayan çerezlik bir dizi.
Uyarı: Bu noktadan sonrası spoiler içerir.
bridgerton'a dair en büyük eleştiri siyahi ve beyazların aynı standartlarda yaşadığı oyuncu kadrosu ve senaryo oldu ki dönemin ingiltere'sinde siyahilerin bırakın üst mevkilere gelmesini, hizmetçilik bile yapamıyorlardı. hizmetçi emeği karşılığında para alır, oysa bu dönemde siyahiler çoğu köle. bu dizide beyazlarla siyahilerin iç içe ve aynı şartlarda yaşadığı, hiçbir şekilde ırkçılığın olmadığı hayali bir dünya öngörüyor.
dizide siyahiler kraliçe, dük ve düşeş gibi çok üstün unvana sahipler. aslında kurgulanmış olan bu ingiltere'de günümüzde bile olmayan karma bir yapı hakim. kraliçe olan siyahi de var, hizmetçi olan da. kimisi çok iyi insan, kimisi oldukça kötü niyetli. tıpkı beyazlar gibi kalıplar olmadan toplumla bütünleşmiş durumdalar. dizide sadece bir noktada "eskiden ayrı toplumduk, kral kraliçeyle evlendikten sonra birleştik" gibi bir ifade var. ayrı toplum ifadesinin kölelik ya da ırkçılığı mı temsil ettiğini, yoksa farklı iki grubu mu anlattığını bilmiyoruz. kesin bir şey var: ırkçılık bir toplum meselesi değil. sadece "hepimiz eşitiz, rengin hiç önemi yok" tarzı bir ortamdan bahsetmiyorum. böyle bir konuşma bile yok çünkü böyle bir "algı" yok. sanki hiç ırkçılık yaşanmamış. beyaz bir toplumda yaşayan biri nasıl ki bir başka beyaza gidip "ikimiz de beyazız, biz eşitiz" deme ihtiyacı hissetmez (zira çok saçma), bu dizideki ortam da tam olarak böyle. ırkçılığa dair bir "algı," "tarih," ve "zihniyet" yok. yapımcılar tarihi yeniden inşa etmişler.
buna karşılık, dizi erkek - kadın eşitsizliği ve kadın ayrımcılığı konusunda oldukça açık mesajlar veriyor ve ataerkil toplumu eleştiriyor
abisi tarafından mal gibi alınıp satılmak istenmeyen ve evleneceği erkeği kendi seçmek isteyen daphne karakterinden tutun, hamile olmasına rağmen evlenmeyi reddeden marina karakterine kadar. bu dönemde ingiltere'de kadınlar üçe ayrılır: evin meleği (the angel of the house), itibarını kaybetmişler (fallen) ve ikisinin ortası olan mürebbiyeler (governess). en kabul göreni tabii ki erdemli bir şekilde yetişmiş ve erdemli bir evlilik yapmış melek karakter. bu erdemli hayatı seçmek yerine kendi parasını kazanmaya çalışan mürebbiyeler takdir edilmeseler de en azından aşağılanmıyorlar. oysa düşmüş kadın bildiğiniz fahişe demek. normal bir tarihi romanda marina'yı bekleyen kader bu olurdu. yine aynı şekilde bir düşes, marina'nın durumundaki bir kadını anlamak ve ona yardım etmek şöyle dursun, sonunu kendi getirirdi. yapacağı en büyük iyilik ondan haberi yokmuş gibi davranmak olurdu. bu dizideki gibi bir "kadın dayanışması" ancak böyle hayali bir kurgunun ürünü olabilirdi.
ırkçılık ve ayrımcılık konusundaki devrimci yaklaşımına rağmen söz konusu senaryo olunca dizi bildiğiniz klişeler yumağı. cemiyete tanıtılma yaşı gelmiş bir genç kızın koca arama macerasını konu alan yapım elini korkak alıştırmamış ve bütün klişeleri özenle yerleştirmiş. bridgerton ailesinin en büyük kızı olan daphne, koca arama yarışında popülaritesinin düştüğünü görünce ne tesadüf ki gelin adaylarının annelerinden kaçmak için çıkış yolu arayan bir dükle anlaşır ve birbirlerinden hoşlanıyormuş numarası yaparlar. bu esnada da birbirlerine aşık olurlar. hikaye bu ya, gururlarından birbirlerine aşık olduklarını söyleyemezler ve böylece hikayeye bir üçüncü kişi dahil olur. ancak aşk, mevkiden önemli olduğu için daphne prensi elinin tersiyle iter ve hayatının aşkıyla kavuşur. bu arada esas oğlan aile sevgisi görmemiş, bir kadının sıcak ilgisine ihtiyaç duyan ama bunu aşık olana kadar fark etmeyen görünüşte sert, özünde çok çok iyi ve yakışıklı bir tiptir.
hadi ayrımcılık ve ırkçılık bir yere kadar ancak daphne'nin prensi reddedip düke razı olmasını ne açıklar, bilmem. bu durum daha önce muhtemelen tek bir yerde görüldü. o da bizim yeşilçam'ın keloğlan filminde (keloğlan padişahın kızıyla evlenmeyi reddedip aykız'ına koşmuştu). onun dışında bu durumu o dönemin ingiltere'si kabul eder mi, emin değilim.
bir diğer nokta dizinin yapım kalitesi, kostümü ve müzikler
kıyafetler dönemin kıyafeti, evet ama eksik bir şey var: içlik. dönemin kıyafetlerine modern dokunuşlar değmiş. dönemin hiçbir şekilde parçası olmayan transparan ya da kolsuz kıyafetler fazlasıyla yer alıyordu ki tasarımcıların asıl niyetinin de bu olduğu aşikar. sezon bitti de dönemin en yaygın iç giysisi olan içliği görmek nasip olmadı:
müzikler içinse modern dönemden bir dokunuş olarak bahsetmek doğru olmaz zira doğrudan günümüzden 19. yüzyıl'a ışınlanmışlardı. wildest dreams, bad guy, girls like you gibi günümüzün büyük hitlerinin orkestra versiyonları kullanıldı:
julia quinn kitabın yayın haklarını satarken eserinin bu derece "geniş yorumlanacağını" biliyor muydu, yoksa sonradan mı buna karar verdiler merak ediyorum. judith mcnaught, julie garwood gibi yazarların başı çektiği ve hitap ettiği kitleden dolayı "mummy porn" olarak anılan bu edebiyat türü çok nadir uyarlanır. sunduğu yenilik yok denecek kadar azdır. genellikle zor şartlarda ve sevgisiz büyüyen erkek günün birinde hayatını değiştirecek olan kadınla tanışır, tutkulu bir aşk yaşarlar. cinsel yoğunluğu fazla olan bu ilişki çocukla biter, sonsuza kadar mutlu yaşarlar. bazen zor şartlarda büyüyen kişi kadın olur, bazen de iki karakter zor hayatlar yaşarlar. ancak yaz dizileri gibi formül hep aynıdır. kadın, çoğunlukla "iyi" olmaktan başka bir özelliği olmayan vasat bir tiptir. iyi bir insandır işte, bu kadar. grinin elli tonu'nda olduğu gibi ki özünde o seri de bir mummy porn. sırf diğerlerine kötülük yapmadığı için yüce varlık muamelesi gören bu kadın bir yakışıklı, zengin ama mutsuz prensle tanışıp onun kalbindeki buzları tutkulu bir aşkla çözer ve romanın sonunda ödüllendirilir. bu karakter, özellike sıradan tutulur ki okuyucunun kendini onun yerine koyabilmesi kolay olsun. bridgerton'da da birebir aynısı uygulanmıştı. evlendirilmek için doğan ve evlendirilmek için yetiştirilen daphne hiçbir karakter gelişimi olmayan, evlilikten başka hiçbir şeyi düşünmeyen son derece vasat bir baş karakter olarak yakışıklı ama soğuk erkeğin kalbini yumuşatıp onunla evlendi, sonunda da çocukları oldu. klişeler burada da bitmiyor. baş karakterin tek temel özelliği iyi olması olduğu için rakipleri çirkin suratlı, şişman ve sevimsiz kızlar oluyor ki dizide bunu olduğu gibi yansıtmışlardı. featherington kızları bunun tipik örnekleri. yine aynı şekilde bu tür eserler oldukça açık cinsel sahneler içerir. netflix'in cinsel sahneler üzerinde fazla kafa yormasına bile pek gerek kalmamış olabilir. bu edebiyat türünün neden uyarlanmaya değer görülmediği açıktır sanırım. netflix bu diziyi bu kadar geniş yorumlamasaydı muhtemelen haklarını satın almaya tenezzül bile etmezlerdi. doğal olarak, dizinin kitaplardan bu kadar farklı ele alınması serinin fanlarının hoşuna gitmedi. netflix'i kitabın ruhunu bozmakla ve serinin içini boşlatmakla suçladılar.
buna rağmen dizi izlerken sıkmıyor, özellikle prodüksiyon olarak iyi iş çıkarmışlar. arka plan ve manzaralar muhteşem. tüm absürtlüğüne rağmen janes austen atmosferini yansıtıyor. genel anlamda verdiği mesajlar da çok iyi, ayrımcılığı ve ırkçılığı kaldıracak gücün sevgi olması gibi.
bunların dışında, hikayeyi anlatan lady whistledown'ın gerçek kimliğine dair ipuçları başından beri veriliyordu
dizi bridgerton'ları anlatmasına rağmen tanıtılan ilk ailenin featherington olmasından tutun da hamile kalan kişiye yardım etmesi dahil herkesle iyi geçinen bir karakterin çıkmasına kadar. penelope featherington karakteri bir yana, lady whistledown karakterinin bize anlattığı iki şey var. dedikodu bir güçtür ve yönetmesini bilene büyük avantaj sağlar. işin ironik tarafı zaman bu durumu pek değiştirmedi. diğer nokta ise diğerlerine kıyasla daha az popüler bir aileden gelen ve kardeşlerinin arasında en zayıf halka olan bir kızın tüm bu dezavantajlarını "çenesiyle" kapatmaya çalışması ya da başka bir deyişle kendilerini topluma kabul ettiremeyen ezik karakterlerin kirli yolla bunu yapması. penelope bütün bunları kendi anlatsa kimse dönüp bakmazdı bile. bir ismin arkasına gizlenip insanlara sınırsız dedikodu vadedince tüm şartlar değişiyor.
son olarak
21. yüzyılın 19. yüzyılla, modern algıların jane austen dönemiyle, amerikan gençlik dizilerinin dönem dizileriyle, günümüz modasının eski kıyafetlerle, mainstream hit'lerin klasik müziklerle harmanlandığı, tarihin yeniden yorumlandığı, seyirciye "ortaya karışık" bir menü sunulduğu bir yapım olarak özetlenebilir.