Muhammed Ali'nin Saddam Hüseyin'in Elinden 15 Rehineyi Kurtarma Hikayesi
muhammed ali’nin hayatındaki sayısız efsanevi zafer arasında, bugün tam yirmi beş yıl önce gerçekleşen bir tanesi vardır ki, neredeyse hiç kimse tarafından bilinmez: ali, abd hükümetinin tüm itirazlarına rağmen ırak’a giderek saddam hüseyin’in alıkoyduğu 15 amerikalı rehineyi kurtardı. körfez savaşı’nın hemen öncesiydi ve dünyada gerilim giderek tırmanıyordu.
ali’nin bu yolculuğu, tıpkı hayatındaki birçok şey gibi, yanlış anlaşıldı ve eleştirildi. başkan george h. w. bush onay vermedi. o dönem bağdat’taki en üst düzey amerikalı diplomat joseph wilson, “ırak’ın propaganda oyununa alet oluyorlar,” diyerek ali’nin büyük bir hata yaptığını söyledi. hatta new york times bile ali’yi küçümseyen yazılar yayımladı; onu, egosunun esiri olmuş, ne yaptığını bilmeyen bir ünlü gibi göstermeye çalıştılar. oysa ali o sırada 48 yaşındaydı ve altı yıldır parkinson hastalığıyla mücadele ediyordu. buna rağmen, kendisine duyduğu sorumluluk duygusu ve savaşın eşiğindeki insanlara yardım etme arzusu, onu ırak’a sürükledi.
on yıllar önce, ali yalnızca bir boksör olmanın çok ötesine geçmiş, amerika’nın en tartışmalı figürlerinden biri olmuştu. 1964’te sonny liston’ı devirip dünya şampiyonu olduktan sonra, cassius clay olan adını değiştirdi, müslüman oldu ve muhammed ali’yi seçti. o sırada sadece 22 yaşındaydı. bu karar, özellikle beyaz amerika’da büyük bir şok ve öfke yarattı. spor basını onu yerden yere vurdu, “hıristiyan dünyasına karşı sosyal-dini bir savaşa girişmekle” suçlandı.
ali ise hiçbir zaman geri adım atmadı. “dünyanın kralıyım!” diye haykırıyordu. “ben güzelim, ben kötüyüm! dünyayı sarstım!” ama aynı zamanda amerika’daki siyah deneyimini açıkça sorgulayan bir gerçeklikle konuşuyordu: “boks, beyazların iki siyah adamı birbirine dövdürdüğü bir spor.”
1967’de ali’nin kaderi bir kez daha değişti. amerikan ordusuna alınmayı reddetti. vietnam’a gitmeyeceğini söyledi. reddinin gerekçesi, hem dini hem de ırksaldı. “kentucky’de siyah insanlar köpek muamelesi görürken, benden 10.000 mil öteye gidip vietnam’daki esmer insanlara bomba yağdırmamı neden istiyorlar?” diyordu. “benim vietkong’la hiçbir derdim yok. hiçbir vietkong bana nigger demedi.”
ali tutuklandı, ağır suçlamalarla yargılandı, dünya şampiyonluğu elinden alındı, bokstan men edildi. beş yıl hapis cezasına çarptırıldı. ama o sadece, “beni hapse götürün,” dedi. avukatları temyize giderken ali özgürdü ve ülke ülke dolaşıp fikrini savunmaya devam etti. üniversitelerde yaptığı konuşmalar, zekâ geriliği iddialarına rağmen muazzam bir etki yaratıyordu. bir öğrenci ona “askerlikten kaçtığını” söylediğinde verdiği cevap tarihe kazındı: “bana askerlikten bahsediyorsun ama siz beyaz çocuklar isviçre’ye, kanada’ya kaçıyorsunuz. amerika’da benim dini inancım için yanımda bile durmuyorsunuz.”
yıllar sonra ringe döndü; davası yüksek mahkeme tarafından oybirliğiyle bozuldu. ama sporcu olarak en iyi yılları elinden çalınmıştı bile. 1984’te parkinson teşhisi kondu. üç yıl önce tamamen emekli olmuştu. 1985’ten itibaren ali’nin yeni misyonu belirmişti: batı ile müslüman dünya arasında köprü kurmak.
1990’da saddam hüseyin kuveyt’i işgal edince binlerce yabancıyı, abd’lileri de dahil, rehin aldı. onları “insan kalkanı” olarak kullanıyordu. abd diplomasisi başarısız olmuştu. yaşlı devlet adamları, politikacılar, ünlüler birbiri ardına ırak’a gidiyor ama sonuç alınamıyordu.
tam o sırada, parkinson’un ilerlemiş hâline rağmen, ali kendi kararını verdi: ırak’a gidecek ve rehinelerin bırakılması için saddam’la görüşecekti.
kasım 1990’da bağdat’a indiğinde herkes onun geldiğini biliyordu. sokaklarda sevgi seliyle karşılandı. herkes ondan imza istiyor, konuşmak istiyordu. ali hiç kimseyi geri çevirmiyordu.
rehinelerin ali’nin orada olduğundan haberleri yoktu. savaş kapıdaydı. saddam günlerce bekletti. ali bu süreçte okulları gezdi, çocuklarla konuştu, camilerde dua etti. “umarım savaş çıkmaz,” diyordu. “sahip olduğum azıcık şöhret gücüyle ırak’ın gerçek yüzünü göstereceğim.”
bir hafta sonra beklenmedik bir şey oldu: parkinson ilaçları bitti. ali yatalak hâle geldi; konuşamıyor, ayağa kalkamıyordu. yardımcısı nored, şehirde hastane hastane dolaşıp acil ilaç buldu.
sonunda saddam, ali ile görüşmeyi kabul etti. 29 kasım’daki görüşme basına açıktı. saddam kendisini övdü. ali sabırla dinledi, ardından amerika’ya “doğru ve dürüst bir değerlendirme” götüreceğine söz verdi. saddam’ın cevabı şaşırtıcıydı: “muhammed ali’yi, yanında bir grup amerikalı olmadan amerika’ya göndermeyeceğim.”
ali, 15 rehinenin tamamını aldı.2 aralık 1990’da ali ve rehineler, new york’a doğru yola çıktı. adamlar hâlâ şoktaydı. “beni aileme dönmemi söyledi,” diyordu biri. “ne büyük adamdı.” ali ise mütevazıydı: “bana hiçbir borçları yok. hiçbir borçları.” haftalar sonra abd ırak’ı bombalamaya başladı. ali’nin barışı sağlama çabası başarıya ulaşmamıştı. ama eleştiriler hâlâ sürüyordu—onun şöhret için bunu yaptığını söyleyenler bile vardı. ali bunun karşısında eski hâline döndü: “reklama ihtiyacım var, evet, ama yaptığım iyilik için değil! kitabım için, maçlarım için, filmim için reklama ihtiyaç duyarım. ama insanlara yardım için değil. çünkü o zaman samimiyeti kalmaz.”
muhammed ali; ringin efsanesi, pop kültürünün devi, sivil hakların simgesi ve… bir rehine arabulucusu. onu yalnızca yumrukları değil, inancı, cesareti ve insanlık için verdiği mücadele ölümsüz kıldı. hayatı boyunca diplomat değildi belki, ama kalbi hep doğru yerdeydi. ve bazen, dünyayı değiştirmek için bundan fazlası da gerekmezdi.