BİLİM 26 Temmuz 2018
32,4b OKUNMA     758 PAYLAŞIM

Mars'ta Yüzeyin 1.5 Kilometre Altında Göl Bulunması Neden Önemli?

Bilim insanları, Mars'ta ilk defa yüzeyin altında sıvı halde sudan oluşan geniş çaplı bir göl bulunduğunu açıkladı. Dün paylaşılan bu haber bilim dünyası için büyük heyecan yarattı. Peki bu ne anlama geliyor?
NASA


Öncelikle haber detayı

İtalyan araştırmacılar, dün Roma'da düzenlenen bir basın toplantısında Kızıl Gezegen'in buzul kütlesinin altında büyük bir göl bulunduğunu açıkladılar.


ABD'nin Science dergisinde de yayınlanan habere göre 20 kilometrelik bir alana yayılan bu büyük su kütlesi, buzulların 1.5 kilometre altında yer alıyor ve içilebilir değil.

Marsis radar sistemi gibi araçlarla Mars'ın yüzeyi ve yer altı bir süredir inceleniyordu ve daha önce de suya benzer veriler elde edilmişti ancak bu yeni gelişme ile Mars'ta sıvı halde su bulunduğu artık kesinleşmiş oldu diyebiliriz.


Bu keşif neden önemli?

mars'ın kutuplarında buz bulunduğu biliniyordu. ancak bu su buzu değil, karbondioksitten oluşan kurubuz idi. 25 seneden beri mars'ın çevresini turlayan çeşitli uydular, bu karbondioksit buzunun altında su buzu da bulunduğunun işaretlerini yakalamıştı. örneğin mars odyssey adlı uzay aracı, 2002’de mars’ın güney kutbuna yakın bir bölgede geniş bir alanın altında bol miktarda hidrojen olduğunu keşfetmişti. bu hidrojenin yüzeyin altında donmuş haldeki suda (h2o) bulunduğu düşünülüyor.

mars ve dünya, 4,56 milyar yıl önceki aynı gaz ve toz bulutunun -benzer- içeriğinden oluşmuştur. oluşumlarından sonraki bir milyar yıl boyunca iki gezegen de asteroit ve kuyrukluyıldız bombardımanına maruz kalmıştır. bu sayede ikisine de uzaydan bol miktarda su gelmiştir. ancak mars'taki su miktarı dünyanınki ile karşılaştırılamayacak kadar azdır. (tüm gezegeni ancak 11 m derinlikte bir su tabakası kaplar, oysa dünyanın %71'ini kaplayan okyanus ve denizlerin ort. derinliği 3400 metredir.)

yine de bir zamanlar mars bugünkünden çok farklıydı. az miktarda da olsa, gezegende bulunan su, su nehirleri ve denizleri oluşturabilecek kadardı. ancak oluşumundan 1 milyar yıl sonra manyetik alanını yitiren kızıl gezegen, güneşin kavurucu rüzgar fırtınalarına karşı korumasız kaldı. yüzeyinde bulunan bu su da adeta uzaya savruldu.

mars'ın yüzeyinde bulunan şekiller de, gezegenin bir zamanlar sıvı su tarafından 'oyulduğunu' gösteriyor. yani gezegen gerçekten de, bir devrinde su nehirlerine ve denizlerine ev sahipliği yapıyordu. ancak bu su sonradan uzaya saçıldı. güneş ışınlarından kurtulabilen bir miktar sıvı su ise kutuplarda bulunan kurubuz yataklarının altında uzaya savrulmadan kalabildi.

sonuç olarak bu önemli ancak beklenen bir keşiftir. mars'taki su ile dünya'daki karşılaştırılabilecektir. böylece suyun dünya'ya hangi yoldan geldiği, mars'taki suyun dünyadakinden ne gibi farklar barındırdığı, bu farkların nelerden kaynaklandığı öğrenilebilecek.

hayatın dünyada nasıl başladığı da önemli bir soru. bilimciler aslında uzayda canlılık belirtisi ararken dünyadakine benzeyen dinamikler arıyorlar. yani ikisi aynı kapıya çıkıyor. buraya çıkan bir diğer konu da aslında yapay zeka felsefesi. bir şekilde karmaşık davranış sergileyen, çetrefil koşullara uyum gösteren bir şeyler arayışı özünde hepsi.

peki uzayda canlılık belirtisi nedir? "canlılık" kavramını da sorgulamalıyız. hayvanlara, bitkilere canlı diyip geçmek günlük hayatta işimize yarıyor ama kavramsal ölçekte canlıyı nasıl tanımlayacağız? hareket eden değil. ses çıkaran değil. kendini çoklayan kristaller var. düşündüğünüzde ateş de yakıt tükenene kadar kendini eşliyor. karmaşık işler yapan aletler var. onlara da canlı demeyiz sanırım. veya demeli miyiz?

işte bu sorular 1960 civarında nasa'nın da gündemindeydi. uzayda ne bulursak canlı diyeceğiz? bir gezegene gittik ve ne gördük de burada hayat var(mış) dedik? soru üzerinde çalışanların bir tanesi james lovelock. eski tip kimyacılardan. her şeye ilgili. hendese bilir, doğa sever. çalışıyor, ediyor ve diyor ki bizim dünyamız olduğu gibi canlı, sadece bazı yerlerini seçip oralara canlıymış gibi davranamayız. balık canlı ama susuz yaşayamıyor. oksijen cansız diyoruz ama ona bağımlıyız. saçlarımız, tırnaklarımız cansız ama birlikteyiz. bunların hepsi bir arada canlı. bazılarını denklemden çıkaramazsınız. uygun iklim de önemli, sıvı haldeki su da, yüzde yirmi oksijen de, toprağa karışabilen azot da, havada tutulabilen karbon da... buna gaia hipotezi diyoruz bugün. kitaplar da var doğrudan lovelock tarafından yazılmış.

kendisinden hemen 20-30 yıl önce de erwin schrödinger yani koskoca kedili, nobelli fizikçi de aynı soruya kafa yoruyor ve hatta 1944'te what is life?* diye de bir kitap yazıyor. fiziksel ve kimyasal bir dünyada canlılık ne ola ki diye irdeliyor. kaos ve düzenden giriyor, kristallerden geçip dna'ya canlılığa çıkıyor ve diyor ki canlılık negatif entropidir. veya bilgidir. her şeyin aynı olmamasıdır. doğanın her şeyi bozmasına (entropi sürekli artar!) karşı koyuştur diyor hayat.

romantik tabii ancak sadece slogan olarak almak sakıncalı. öncelikle tüm evrende entropi sürekli artar dedikten sonra hayat entropiye karşı koyuştur demek anlamsız. evrenin hiçbir noktası kapalı sistem değildir bu yüzden klasik öğreti sadece çok soyutlanmış, idealize senaryolar için geçerlidir. dünya açık bir sistemdir ve doğası gereği sürekli enerji aldığı için bir şeyler yapmaya mahirdir. elbette bu sadece enerjiyle ilgili de değil. dünya evrendeki rastgeleliğin çok çok azaldığı bir jeoloji de veriyor. demir, oksijen, silisyum, azot, karbon... bir sürü element bir arada yüksek derişimdeler. bir şeyler olması neredeyse kaçınılmaz. ancak bu olan şeyler ne ölçüde sürdürülebilir ve ne kadar karmaşıklığa gebe? şimdi geleceğe gebedir diyor leibniz. bu da onun gibi. nelere gebe bu karışım? dünya aynı zamanda sıcaklık ve basınç olarak da çok düzenli bir ortam sağlıyor. sıcaklık 100 derecelik bir aralıkta değişiyor yaklaşık olarak. basınç ise çok daha kararlı.

canlılığa, elma ağaçlarına, yazıya, insanlığa gebe dünya 4 milyar yıldan fazla uğraşıyor tabii bunlar için. önce jeolojik süreçler var. bildiğimiz şekliyle canlılık falan yok orada. basit kristaller var en fazla. bu kristaller de aslında yapısal olarak hep canlılara zaten benzetilirler. lakin jeolojik bağlamda işlevleri de aslında bitkilerinkine yani ilk canlılarınkine çok benzer. kristaller etraftan uygun materyali kendi üstlerinde toplayarak büyüyen ilginç dostlarımızdır. milyonlarca yıl bunlar olurken de elbette dünyanın yapısında bir takım düzenlilikler oluşmaya başlıyor. bazı elementler bazılarına yakın yerde oluşuyor veya toplanıyor. altın arayanlar bilirler, sürekli çalkalayacaksınız ki en ağır materyal en dipte kalırken diğerleri uçuşsun. jeolojik süreçler de böyleydi. kristaller elementleri bir yerlerde topluyorlardı, yer şekilleri, rüzgarlar, buharlaşma, donma...

yavaş yavaş daha karmaşık şeylerin de tutunabileceği noktalara geldi dünya. ama bahsettiğimiz gibi her anlamda, her bağlamda oldu bu. sonrasında ise su ve karbon önem kazanmaya başladı. su hem basit bir sıvı, hem çok bol, hem içinde neredeyse her şey çözünüyor, karalardan daha zor ısınıp soğuyor yani daha kararlı, bir sürü kimyasal tepkimeye uygun ortam sağlıyor, elektrik iletiyor, asidik-bazik olabiliyor. her şey var yani suda. böyle bir ortama karbon gibi bir arsızı attığınızda mecburen ilginç işler yapmaya başlıyor. tabii sözün gelişi sadece karbon. ilkel atmosferin içerdikleri ile ilgili bir sürü fikir, teori var halihazırda. karbondan başka da bir sürü şey var ama karbon ilginç. belki kişisel bir kayırmadır bu ancak karbon diğerlerinden geometrik olarak da farklı bir tür. her türlü şeyle her türlü bağı yapıyor neredeyse. kağıda sürülecek kadar yumuşak (grafit) veya her şeyi kıracak kadar sert (elmas) olabiliyor.

sonrasını biliyoruz zaten hikayenin. her seferinde daha da karmaşık organizmaları üretebilecek hale geliyor dünya. darwin'in fikirlerini henüz sadece aradaki kısıtlı bir alana uyguluyoruz insanlık olarak. memetics diye bir garabet çıktı, o da mesela bir yerlere daha uygulamaya çalışıyor. halbuki darwin'in fikirleri "biyoloji" diye tanımlayabileceğimiz alanın çok ötesinde şeyler çünkü canlılığın, üstte de gördüğümüz gibi, başladığı bir yer yok. her şey biraz canlı. her şey etkileşimin parçası. kimyasal moleküller de ortama uygun oldukları müddetçe varlıklarını sürdürebiliyorlar. fikirler de. komedi filmleri de. futbol kulüpleri de.

tüm bu sebeplerden ötürü su bulunması önemlidir lakin çok da önemli değildir. canlılık çok daha geniş ölçekte çok daha incelikli bir fenomen. başlangıcı bitişi yok. sadece daha basit ve kadim yapılardan türeyen daha karmaşık ve kırılgan yapılar var.