SİYASET 5 Ağustos 2019
36,7b OKUNMA     573 PAYLAŞIM

Kemalizm, Bugüne Kadar Çarpıtılarak Ele Alınan Bir İdeoloji Olabilir mi?

Kemalizmin, özellikle yerli basında yıllar içinde farklı farklı yorumlanarak oluşturulan bir düşünce biçimi olduğuna dair ayrıntılı bir kritik.

kemalizm, 1930'lu yıllarda yabancı basında türkiye'nin imajı için yazılmış birkaç eser (la turquie kemaliste) dışında bahsi bile geçmeyen kavram. kavramın ideolojik olarak popüler olması 1960 muhtırası sonrası kendini ilerici olarak tanımlayan gençlerin kendilerini aynı zamanda atatürkçü/kemalist olarak tanımlamasına rastgelir. onun dışında birkaç uçuk kaçık istisnayı (hikmet kıvılcımlı, rıza nur, ibrahim kaypakkaya) saymazsak eğer 1980'lerde postmodern kritiklere tabi tutulana kadar hakkında pek de eleştirel düşünce belirtilmemiştir.

kemalizm'in 1980'den sonra ise bir felaketler ideolojisi haline gelmesinin sebebi ise türk entelektüel hayatındaki paradigma kayışlarında yatmaktadır. 1960'lara kadar durkheim/gökalp hülyalarıyla beslenen entelektüel klik, 1960'larda marx, 1970'lerde weber ve son olarak 1980'lerde ise foucault'nun tesiri altına girecektir. 1970-80 döneminde entelektüel kanatta zuhur eden bu paradigma kayması postmodern duruma (post modern condition) biat etmiş olduğu için o dönemden önceki tüm konseptleri büyük anlatı (meta narrative) olduğu gerekçesiyle reddecektir ki kemalizm kavramı da bundan nasibini alacaktır.

çok geriye gitmeye gerek yok. daha 10 sene öncesine kadar birtakım köktendinci ya da aşırı solcu kaçıkları saymazsak mustafa kemal atatürk'ün yönetici elitten sokaktaki manava kadar herkes üzerindeki imajı bir founding father konumundadır. iş bu "kurucu baba" durumu 1980'ler sonrası ülkenin yaşadığı çeşitli politik buhranları, büyük anlatıların çöküşüne bağlayan ex-solcu yeni liberal postmodernist elitin mustafa kemal'e ait her şeyi kemalizm titri altında birleştirmesine ve mevcut cumhuriyetin 50-60 yıllık birikimi sonucu oluşturduğu politik kurumların ve algının topa tutulmasına vesile olmuştur. 1980'ler sonrası entelektüel kliğe hakim olan postmodernist hava, mevcut cumhuriyetin geçmişte sahip olduğu birtakım negatif özellikleri özenle seçerek tüm bu olumsuzlukları kemalizm adı ile bir meta-anlatı altında toplamıştır.


bunun üstüne, 89'da soğuk savaş sonrası gelen çözülme ve rehavet ortamı türkiye için pek de heyecanlı geçmeyecek, ülke belki de cumhuriyet tarihinin en kaotik 10 yılını geçirecekti. bu kaos ortamında zaten ağır ağır dönüşüm geçiren cumhuriyet de kemalizm titri altında en ağır kritiklere tabi tutulacak ve hatta artık açık açık vadesinin dolduğu beyan ediliyor olacaktır. burada bir parantez açmak istiyorum. söz konusu kemalizm eleştirilerinin spesifik olarak isabetli olduğu hususlar yok değildi ama buradaki problem; yarım yüzyıllık bir geçmişi olan anayasal bir cumhuriyetin, farklı dönemlerde farklı güçler tarafından yön verilmiş süreçlerini tek bir konsept ile izah etmenin hatalı olması idi. daha sade olmak gerekirse, 1923'ten günümüze kadar olan dönemde tüm yönetimsel ve hiyerarşik birimleri tek bir entite altında birleştirmenin kavramsal olarak hatalı olduğunu belirtmek istiyorum. 2000'li yıllara kadar türkiye cumhuriyeti çeşitli iktidar odaklarının güç savaşlarına tanık olmuş, zamana göre yönetim stili ve politika anlayışı da değişmiş ve revize olmuştur. bu nedenle demem odur ki hem 1933'teki korporatist-solidarist politik anlayışı hem 1980'lerdeki ordu sponsorluğundaki arz yanlı politikaları tek bir başlık altında toplayıp kritiğini yapmak imkansız olduğu kadar bilâhare bunu yapmaya çalışmak da saçmalıktır. kaldı ki 1924'teki atatürk ile 1935'teki atatürk arasında bile politik ve ahlâki olarak dağlar kadar fark vardır. birbirinden farklı dinamikleri olan politik süreçleri bulundukları tarihi hazneden süzüp 1968 sonrası icat edilmiş postmodern edebi yöntemlerle eleştirmek pek de akıl alır cinsten olmasa gerek. ironiye bakınız ki postmodern dervişlerin diline doladıkları everything is a social construct geyiği esasında kendi kavramsallaştırmaları için geçerlidir. kâh kemalizm kâh 2004 sonrası popüler olmuş ulusalcı kavramı postmodern değerlere biat etmiş kültürel liberaller tarafından üretilmiştir, daha doğrusu onların deyimiyle birer sosyal inşa ürünü basit kavramsallaştırmalardan öte bir şey değildirler.

bunun ötesinde chf'nin altı ilkesi dışında kemalizm diye tabir edebileceğimiz sistemli bir politik ajandaya sahip olan bir ideoloji ya da doktrin yoktur. bu kavram 1968 havadislerinin yukarıda belirtilen iklimi yeşertmesi sonucu günah keçisi olmuş manasız bir yaftadan öte bir şey değildir.

peki kemalizm ne oldu da bu kadar kolay ve hızlı bir şekilde günah keçisi oldu? diye sorarsanız birkaç nedeni var:

1) değişen entelektüel paradigmalar

1968 olayları aktivist sol için mühim olduğu kadar entelektüel sol için de bir kırılma noktasıydı. bu tarihten sonra mevcut yapılar kökten bir şekilde sorgulanmaya başlanacak hatta yer yer modernite adı verilen bir başka meta-anlatı'nın reddiyesine kadar varan ateşli ve bir o kadar da fanatizan fikirler anaakım haline gelecekti. foucault, lyotard, baudrillard, derrida, said, kristeva, irigaray gibi pseudo-entelektüellerin aydınlanma projesinden modernite'ye kadar hemen hemen her şeyi yapısöküme uğratma çabası akademik çevrelerde şok etkisi yaratmış ve modern dünyanın postmodern şeyhleri bu karambol ortamında humanities disiplinlerinde akıl almaz tahribatlara yol açmışlardı. zamanın postmodern şeyhleri içinden çıktıkları batı medeniyetinin birer ferdi olmayı reddedip onu bir anti-christ'a dönüştürmekle yetinmiyor, aynı zamanda çeşitli olaylar ve olgular karşısında ciddi çelişkiler barındıran tutumlar sergiliyordu. iktidar üzerine düzdüğü tenkitleriyle ünlü foucault, bir yanda marksist olarak başladığı entelektüel hayatını liberteryen hayek ve mises'in fikirlerini kucaklayarak sürdürürken, eş zamanlı olarak iran devrimi'nin ruhani önderi humeyni'ye ruhsuz dünyanın ruhu diyordu. keza derrida'nın nazilerle olan flörtüne ya da baudrillard'ın el-kaide teröristlerine le monde'dan yolladığı selamına değinmeye gerek bile yok. buradaki problem gayet sarih bir şekilde görünmektedir. bunun türkiye'deki yansıması olarak ise birikim dergisi etrafında şekillenen farklı eğilimlere sahip yeni solcu/kültürel marksistin cumhuriyet karşısında takındığı gülünç tavır örnek gösterilebilir. bu zatlara göre cumhuriyet başarısız olmuş bir aydınlanma projesidir ve sahip olduğu iddia ettiği tepeden inmeci elitist üstünlüğü de kemalizm adı altında ezilen halka dayatarak kendini yeniden üretmektedir. kemalizm'e yönelik postmodern kritikleri kullanarak prim yapan zatların başında murat belge, baskın oran, cengiz çandar ve ahmet insel gibi birikim dergisi etrafında kümelenmiş kliği saymak pek de hatalı olmayacaktır. bu zatların hepsinin de ortak özellikleri mahir olduklarını iddia ettikleri mesleklerinde vasat bir fikir işçisi konumunda olabilecek iken kemalizm anti-christ'ını şahlandırmaları sayesinde hatırı sayılır bir entelektüel şöhret elde etmiş olmalarıdır. katliam kıvamındaki çevirileri ve kültürel marksizmden esinlenmiş edebi kritisizmi ile murat belge, üçüncü dünyacı tezlerle kafası bulanmış baskın oran, özal gibi despotik eğilimler taşıyan liderlere sempatiyle yaklaşan gazeteci cengiz çandar ve marksizm dinine biat etmiş bir kesin inançlı olarak ahmet insel entelektüel kamuoyunda bir müddet sonra mainstream haline gelecek anti-kemalizm korosunun popüler medyadaki başlıca figürleri olacaktı. bu eleştirmenlerin hepsinin farklı bir çıkış noktası ve meşguliyeti vardı ama kemalizm adlı anti-christ inşa edilirken el birliğiyle çalışmışlardır.

Michel Foucault

2) değişen ekonomik dengeler

1970'ler ile birlikte dünya yeni ekonomik krizler tecrübe ediyor ve bunun sonucunda 40 yıldır egemen olan keynezyen paradigma mevziye çekilirken hayek/friedman ekolünün ön plana çıkardığı ve karşıtları tarafından neoliberalizm şeklinde tasnif edilen ekonomik görüş siyasi karar alıcılar tarafından hızla benimseniyordu. bunun sonucunda 24 ocak 1980 kararları ile birlikte türkiye de bu yeni sisteme adım atacak ve küçük istisnalar dışında 1930 yılından beri aynı şekilde çalışmakta olan iktisadi mekanizmasını reforma tabi tutacaktı. düğümün çözülmeye başladığı yer de 1980'lerin sonunda başlıyordu zaten. yeni kurulan cumhuriyetin yerli sermaye yoksunluğu ve beşeri sermayenin elverişsiz olması sebebiyle batı tarzı market-friendly bir kapitalizmle kalkınması imkansızdı. bu nedenle devlet güdümünde ve önceliğinde özel sektörle işbirliği ve dayanışma içersinde olan korporatist bir kalkınma stratejisinin benimsenmesi karar kılınmıştı. 1929 dünya krizi ve 2. dünya savaşı da genç cumhuriyetin bu iktisadi politikasını doğrular nitelikte empirik vakalar olarak vuku bulmuştu zaten. 1945 sonrası liberal demokrasiye geçen genç cumhuriyet bu atılımla birlikte on yıldır gündemde yer alan toprak reformu'nu askıya alıyor ve daha serbesti yanlısı bir yönetime geçiyordu. bununla birlikte dünyada bretton woods adında yeni bir iktisadi sistem kuruluyor ve bu sistem doğrultusunda finansal ve ekonomik istikrar başlıca hedef olarak gözetiliyordu. strateji ise bugünlerde ithal-ikameci kalkınma olarak bildiğimiz import-substitution modeli olarak belirleniyordu. demokrat parti 1950-54 arasında piyasa odaklı bir kalkınma stratejisi izlemiş olsa da iktidarının geri kalan yıllarında ithal-ikame stratejisini benimseyecek ve bu kalkınma modeli 1980 yılında alınan kararlara kadar geçerli olacaktı. 1980 sonrası gelen ekonomik liberalleşme, küreselleşme ve yerelleşme dalgası teknokrat ekonomistler tarafından ayakta alkışlanacak ve hatta bazı akademisyenler 1980 öncesi cumhuriyet ekonomisini nehru/nasser çizgisinde üçüncü dünyacı, otarşik ve arkaik bir model olarak tasvir edeceklerdi. liberalizasyon dalgası sadece ekonomiye değil politik ve kültürel hayata da tesir edecek ve ekonomik hayatta gerçekleşen polarizasyon ve atomizasyonun politik ve kültürel yansıması olduğu gerektiği yanılsaması vuku bulacaktı. bunu anti-kemalizm muhiplerinin marx'ın ekonomik altyapı kültürel üstyapıyı belirler tezine ya da gramscian hegemonya konseptine bağlamak oldukça mümkün. ekonomik altyapının üstyapıyı belirleyeceği tezinin doğruluğu tartışma konumuz değil ama anti-kemalist cephenin ekseriya kültürel marksizmle hemhal olmuş kişilerden oluştuğunu göz önünde bulundurursak pek de önemsiz bir nüans olmadığını belirtmek elzem.

Bretton Woods konferansı.

3) entelektüel/düşünsel tembellik

mevcut sistemdeki arızaları sistemin tüm geçmişine mal etmeye çalışan kültürel elit sistemi muhakeme edecek bilgiden yoksun olmasına rağmen postmodern diskurdan edindiği yöntemler ile kendine olmayan bir sistem (ya da canavar demek daha doğru olur sanırım) icat eder ve bunu olabildiğince yüzeysel bir şekilde kah çarpıtarak kah yanıltarak genelleştirmeye çabalar. sadeleştirmek gerekirse sözüm ona entelektüel olan kişi mevcut arızaları aslında var olmayan bir x konseptine bağlayarak kendine her türlü problemde suçlayacak bir canavar yaratmış olur. örneklerini saymakla bitiremem. marksistlerin birbirinden farklı dinamikleri olan ve her ülkede/bölgede farklı şekillerde serpilen ekonomik sistemleri kapitalizm konsepti altında birleştirmeleri ya da üçüncü dalgacı radikal feministlerin gündelik hayat ya da politik mevzularla alakalı hemen hemen her şeyi patriyarka canavarına bağlamaları akla gelen ilk örneklerden birkaçı. böylelikle süreç entelektüel gelişimini asla tamamlayamamış, kantitatif düşünme stilini asla edinememiş ve kelimelerle kafayı bozmuş sözüm ona edebi/kültürel eleştirmen vasfındaki birtakım pseudo-entelektüelin bu zayıflıklarını kemalizm adı altında bir canavar ideolojisi yaratmasıyla sonuçlanmıştır.


4) yüzeysellik/indirgemecilik

bu da üçüncü maddeyle ilintili olsa da başka nüveler barındıran apayrı bir problem. sözüm ona kemalizm kavramsallaştırmasına a priori olarak biat etmiş etmiş akademik elit bu kavramsallaştırmayı ya oldukça indirgemeci bir şekilde yapmakta ya da olayları&olguları tarihsel cenderesinden çıkartıp 1968 sonrası icat edilmiş abuk kavramlarla etüt etmeye çalışmaktadır. bunu 19. yüzyılın başından beri asayiş açısından sıkıntılı bir problem olagelmiş şark meselesi'nden aldıkları spesifik örneklerden (dersim, koçgiri, zılan) ya da erken cumhuriyet döneminde bugünün şartlarıyla oldukça komik geçen mizansenler (türk tarih tezi, kayıp kıta mu) aracılığıyla kavramsallaştırmalarını süslemelerinden anlayabiliriz. ek olarak, birbirinden farklı gelişim orijinleri ve aşamaları olan modernleşme ve batılılaşma projesinin tek bir merkezden yönetilen şeytani bir sistem olarak görüyorsanız ya entelektüel açıdan düpedüz cahilsiniz ya da konseptleri kendi keyfince çarpıtan postmodern bir şarlatansınız (ya da socialist calculation problem ve use of knowledge in society dediğimiz konseptlerden zerre haberiniz yok). eğer kuzey kore gibi fanus vaziyetinde bir ülkede yaşamıyorsanız tüm toplumsal dinamikleri tek bir merkezden tek bir amaç uğruna kontrol ve seferber etmeniz matematiksel olarak imkansızdır.

bu nedenlerledir ki, kemalizm anti-christ bir ideoloji olarak son 40 yılda entelektüel kamuoyunda ve sonrasında kitlesel medyada kendine oldukça sık yer bulan bir kavram haline gelmiştir. ne yazık ki tüm araştırmalarıma rağmen kemalizm adlı şeytani (!) bir sistemin olduğunu iddia eden eleştirmenlerin bu konuda çeşitli edebi kelime oyunları, tarihi bağlamından koparılmış pejoratif örnekler ve soyut kavramsallaştırmalar dışında elle tutulur, ansiklopedik veriye dayalı bir şekilde incelediğini görmek bana nasip olmadı. aksine bu entelektüellerin kemalizm kavramını tüm kötülüklerin toplandığı bir meta-anlatı şeklinde ele aldığı görülmektedir.


son 20 yılda kemalizm'e eleştirel olarak yazılmış 3 akademik (pek de akademik değil esasında) çalışmaya değinmeden bu yazıyı bitirmenin yanlış olacağı niyetindeyim. fikret başkaya, sevan nişanyan ve atilla yayla son 20 yılda akademik olarak kemalizmi eleştiriye tabi tutan başlıca düşünürlerin başında geliyorlar. başkaya malum kitabında 1968 sonrası oluşan etnik ve dini kimlik siyasetinin tesiriyle kemalizm'i tekçi ve bonapartist olmakla eleştiriyorken nişanyan 1989 sonrasının getirdiği özgür ve liberal dünya perspektifi ile kemalizmi bir diktatörlük ideolojisi olarak betimliyor. bu iki yazardan daha geç olarak atilla yayla işe muhafazakar-mukaddesatçı bir klikten geldiği için bu hususta 2000'lere kadar pek konuşmamayı tercih etse de bir aşamadan sonra kemalizm konseptini liberal ve çoğulcu bir perspektiften eleştiren başlıca eleştirmenlerden biri olmuş ve bu sayede hatırı sayılır bir repütasyon da elde etmiştir. bahsi geçen üç yazarın entelektüel eğilimlerini ayrı ayrı analiz etmekle yazıyı gereksiz yere uzatmış olurum ama sadece şunu söylemek yeterli olacaktır diye düşünüyorum. sözüm ona 'bu' akademisyenler kemalizm üzerine yaptıkları çalışmalarda pek de titiz davranmamış ve cumhuriyet projesini incelerken birtakım spesifik örnekleri pik ederek tarihsel realiteleri alenen çarpıtma girişimlerine mükerrer kereler başvurmuşlardır. yukarıda bahsi geçen üç kişinin de hem kemalizm konseptine sundukları katkılar hem de diğer çalışmaları akademik açıdan şaibe doludur ve pek çoğu pervasızca intihal ürünü tezlerdir.

meselenin türk tarafında yer alan ya da enternasyonel boyutunu temsil eden postmodernist entelektüel kanadın cumhuriyet tarihi üzerine titiz çalışmalar yapan bernard lewis, andrew mango, ilber ortaylı, halil inalcık ve zafer toprak gibi akademisyenlerle akademik kalite açısından boy ölçüşebilme şansı yoktur. postmodern ve çoğulcu bir vizyon ile tek parti yönetimini ve sonrasını kemalist tahakküme indirgeyen fikri tembellik muzdaribi bu sözde-entelektüeller lewis ya da toprak gibi kendi alanlarının önde gelen akademisyenleriyle canlı yayına çıkıp bu kavramı tartışma kapasitesinden yoksundurlar çünkü her türlü kötülüğün müsebbibi olarak gördükleri kemalist tahakküm kantitatif ya da empirik herhangi bir bulgudan yola çıkarak değil, kavramlarla ve kelimelerle kafayı feci halde bozmuş birtakım kültürel/edebi çalışmalar muhibi akademisyenlerin takıntılarının mükerrer kereler dile getirilmeleri sonucu inşa edilmiştir.


evet, kemalizm diye bir şey yoktur... elbette dönemin kayıtlarında ve daha sonraları da bu kavram ara sıra tedavüle sokulacak ama asla 1968 sonrası değişen dünya paradigmaları sonucu ifade edildiği gibi şeytani bir düzen olarak tasvir edilmeyecekti. kemalizm en fazla chf'nin sahip olduğu altı ok ile kavramsal bir zemine oturtulup genelleştirilebilirdi ki, bu altı okun bile zamana ve mekana göre farklı yorumlara maruz kaldığını biliyoruz.

kemalizm 1968 sonrası kendisine yapısöküme uğratılacak meta-anlatı arayan kültürel marksistler, mevcut anayasal ve laik rejime ilk başından beri düşmanlık besleyen islamistler ve küreselleşmenin getirdiği ütopyacı fikirlerle müsemma olup hayali düzenlerle efsunlanmış liberaller tarafından bulunmaz hint kumaşı niteliğindeydi ve o dönemden bugüne isminin önüne muhalif titrini yapıştıran her er kişi tarafından bol bol kullanıldı. cumhuriyet tarihini hakikaten hakkaniyetle inceleyen akademisyenler geçmiş 80 yıla kemalizm gibi cazibeli ve pejoratif bir sticker bulamadıkları için sesleri sürekli olarak cılız kaldı ya da görüşleri asla bütünsel bir şekilde ele alınmadı. bunun yerine ne dediğinden ziyade kemalizm etiketini parola olarak kullanan sözüm ona muhalif düşünürler çalışmalarının yetkinliği sorgulanmadan el üstünde tutulur oldular ve akademik/medyatik şöhretin kapılarını aralarken; mevcut rejimle hesaplaşma güdüsüne sahip iktidar partisinden de sürekli ikbal beklentisi içersinde bulundular.

işte bu yüzdendir ki kemalizm diye şeytani (!) bir konseptin olmadığını düşünüyor ve ironiktir ki bunun 1968 sonrası hatalı varsayımlarla dünyayı anlamaya çalışan pseudo-akademisyenlerin entelektüel bir mühendislik ürünü olduğu sonucana kanı oluyorum.

blog versiyonu icin: bir meta-anlati olarak kemalizm

Mustafa Kemal Atatürk'ün 15 Yılda Kurduğu Fabrikalar