YAŞAM 10 Kasım 2025
3,2b OKUNMA     51 PAYLAŞIM

Kadınların Beklentilerine Göre Kendini Şekillendiren Birey: Performatif Erkek

Performatif erkek, kendi zevk ve yönelimlerinden çok, kadınların beklentilerine göre davranan ve görünüşlerini şekillendiren erkekleri tanımlamak için kullanılan bir kavram.

judith butler'ın toplumsal cinsiyet teorisinden kaynak alan, toplumun erkeklik beklentilerine göre davranmayı bir performans haline getiren erkekler için kullanılan bir terim performatif erkek (performative male).

içsel dengesini temin etmiş ve duygusal farkındalığını beslemiş erkek bireylerden (bkz: authentic male) ziyade -mış gibi'liğin bir diğer versiyonu. yani toplumsal kabul, görünürlük ve kontrol duygusundan kaynak alıyor anladığım kadarıyla.

performative male, kadınlar için sürekli çabalayan ve rol yapan erkek türüdür. sanıldığı üzere sabit bir moda anlayışları yoktur. bugün kadınların tepkileri üzerine bıyık bırakıp, mullet tıraş yapıp tırnaklarına oje bile sürebilirler fakat ana beklentinin ispanyol paçaya kayması yönünde ispanyol paça giymeye başlayabilirler. kendilerini tamamen kadınların beklentilerine yönelik şekillendirirler. bu yüzden onları çabalayan erkekler olarak görmek makul olur.

entel feridun karakterinin giyimini kadınların beklentilerine göre şekillendiren versiyonu gibidir. kendileri sinefil olabilir, kitap kurdu olabilir, kahve uzmanı dahi olabilirler ancak birçok özellikleri kadınlara ulaşamamaktan gelen yetersizlikle donatılmıştır. bu yüzden asıl karakterlerini yansıtmaz. performative'dir yani, her şey bir gösteridir. dişisi için dans eden örümcek türleri, renk değiştiren ahtapotlar falan, performative erkek bunlar gibidir.

bence buradaki sorun aslında konunun felsefi boyutta kalmasına ve henüz gündelik yaşam düzeyine ulaşamamasına rağmen ulaşmış gibi yapılmasında yatıyor. evet, bilerek böyle bir ifadeyle başladım. neticede judith butler da böyle derdi sanırım.

burada aslında felsefi bir tartışma var. butler'ın luce irigaray'a hangi yönlerden karşı çıktığını anlayamazsak meseleyi kavrayamayız. yani daha güncel ve popüler bir örnekle açıklamak gerekirse; j.k. rowling irigaraycı ise onu terf diye etiketleyenler butlercıdır.

ama işte judith butler tam anlamıyla bir filozof olduğu ve ontolojik bir kimliğin var olmadığını, tekrarlanan performanslar neticesinde üretildiğini felsefi açıdan temellendirmeye çalıştığı için; onun düşüncelerini gündelik yaşama uygulamaya çalışanların sosyolojik temelleri de zayıf kalıyor.

ikinci dalga feminizmin gündelik yaşamda bu kadar yer etmesinin sebeplerinden biri irigaray'ın (her ne kadar dili ağır olsa da) düşüncelerinin, yani cinsel farkı vurgulamasının ve kadınlığın ön plana çıkarılmasının gündelik yaşama çok daha uygulanabilir, somut taleplere dayanan bir pratikliğe sahip olmasında yatıyor. evet, irigaray da felsefi temellidir. ama inşacı olmadığı için (en azından ontolojik düzeyde) kabul edilmesi daha kolaydır (tabii ikinci dalga görüşlerin yayılmasını sağlayan irigaray'dan ziyade simone de beauvoir ya da kate millett gibi kimselerdir). insanlar feminizme karşı çıkabilir ama neye karşı çıktıklarını bilirler. oysa rowling örneğinde de gördüğümüz üzere performativity taraftarları ile karşıtları arasında inanılmaz bir iletişimsizlik var.

farka odaklanan feminizme karşı çıkılacaksa, yani butler'ın performativity anlayışı üzerinde durulacak ve queer vurgusu yapılacaksa bunun gerçekten performans üzerinden sosyolojik olarak kavramsallaştırılması gerek. nihayetinde butler için j. l. austin'in edimsel (performative) sözce kavramsallaştırması; yani durum tasviri yapmayan, sözün eylemin kendisi olduğu fikri önem arz etse de bunun dilbilim çatısı altından çıkarılması gerekiyordu. böylece varlık tamamen eylemle özdeşleştirilebilecekti.

erving goffman bunu dramaturji yaklaşımıyla yaptı örneğin. ama dramaturji yaklaşımında farklı performanslar üzerine kurulmuş bir benlik varsayımı vardır. insanlar toplumsal etkileşimi sürdürebilmek için maske takarlar ve ön sahneye, izleyicinin önüne çıkarlar. ama bu toplumsal aktörlerin bir de arka sahnedeki, yani ön sahnedeki maskelerinden sıyrıldıkları halleri vardır. burada ön sahneye hazırlık yaparlar ya da farklı performanslar icra ederler. yani sürekli bir performans söz konusudur ve benlik de bu performanslara göre çeşitlilik içinde sunulur.

bu yaklaşımı erkeklik performansına da uyarlayabiliriz ama butler'ın yaklaşımında farklı olarak kimlik ve özne tamamen performanslardan ibarettir. butler'a göre performanstan önce bir özne yoktur. özne performans ile birlikte ortaya çıkar. dil, kültür ve iktidarın el birliğiyle inşa ettikleri bir olgudur.

sosyolojik olarak performansın nerede başladığı ve nerde bittiği, nerede hazırlık yapıldığı ayrımı gayet açık ve günlük hayatta karşılığı olan, anlaşılabilir bir şey gibi görünüyor. özne toplum içinde kabul görmek için çeşitli performanslar icra ediyor. oysa felsefi bakış açısı, performativity için bir başlangıç ve bitiş ayrımı yapmıyor. zaten kimlikler süreksel ve döngüsel şekilde inşa ediliyor. özne ise bu inşa neticesinde ortaya çıkıyor.

yani eğer bu görüş savunulacaksa kavramsal boyuttan çıkarılmasını sağlayacak düzeyde bir toplumsal gösterge ağının güçlü şekilde ifade edilmesi gerek.

butler goffman'dan etkilense de bazı yönlerden karşı çıkar. zira goffman'da performanstan önce var olan bir özne tasavvuru vardır. butler'ın bakış açısına göre garfinkel ya da bourdieu gender'ın ve performativity'nin anlaşılması için daha önemli çalışmalar ortaya çıkarmıştır (agnes örneği ya da habitus kavramı gibi). böylece butler, gender'ın (toplumsal cinsiyet) sex (biyolojik cinsiyet) üzerine kurulmadığını; insanların tamamen öğrendikleri gender kodları nedeniyle ayrıştıklarını savunmak için sosyolojik referanslara kavuşmuştur.

tabii mesele şu ki öz'e karşı çıkan bir görüşün akademik düzlemden çıkarılıp toplumsal düzleme taşınması çok kolay değil. zaten bu yüzden son yıllardaki tartışmalar yaşanıyor. yani bir trans eğer "ben kadınım" diyorsa kabul edilebilir bulunuyor. ama söylemi "kadın dediğin nedir ki" boyutuna taşınıyorsa "orda dur!" deniyor.

erkeklik de kadınlık da bir öğrenme ve icra süreci sonucunda ortaya çıkıyor butler'a göre. yani performanstan önce bir erkek'ten söz edilemez. ama tabii bu gender anlayışında (toplumsal cinsiyet) sex (biyolojik cinsiyet) üzerine kurulmadığı için biyolojik cinsiyet farklarının algılanışı da kültürel bir üretime dayanıyor sadece. tabii bu konunun yanlış yorumlanması da erkek bir sporcunun kadın boksörü dövmesi gibi durumlara yol açabiliyor. işte bu da kuramın toplumsal karşılığının zayıflamasına neden oluyor. halbuki butler'ın kastettiği şey biyolojik ve fizyolojik anlamda güç dengesinin inkarı değil, bunun erkeklik ve kadınlık çerçevesinde; siyasal, toplumsal ve kültürel bir hiyerarşi oluşturmasının yanlış olduğudur. bu süreç bir inşadır; otantiklikten söz edilemez. dolayısıyla doğal ya da özsel değildir.