TARİH 20 Kasım 2025
6,7b OKUNMA     38 PAYLAŞIM

Japonya'nın II. Dünya Savaşı Sonrası Gerçekleştirdiği Ekonomik Mucizenin Arka Planı

Japonya'nın İkinci Dünya Savaşı sonrasında gerçekleştirdiği ekonomik mucize, tamamen ABD pazarının desteğiyle açıklanmaya çalışılırsa eksik anlatılmış olur.

japonya'nın ikinci cihan harbi sonrasında gerçekleştirdiği ekonomik mucize, tamamen abd pazarının desteğiyle açıklanmaya çalışılırsa eksik anlatılmış olur. öncelikle, japon kalkınma modeli bir kalkınmacı devlet (bkz: developmental state) modeli olarak bilinir. amerikalı siyaset bilimci chalmers johnson'ın belirttiği gibi japonya, plan-rasyonel bir ekonomi izlemiştir (örneğin abd veya ingiltere'nin pazar-rasyonelinden farklıydı); yani ekonomik faaliyetleri serbest piyasanın insafına bırakmak yerine devlet planlaması ve yönlendirmesi ön plandaydı. bu modelde devlet, özel sektörü tamamlayan ve ona yön veren bir strateji izledi.

miti (uluslararası ticaret ve sanayi bakanlığı) gibi kurumlar, japon sanayisinin büyümesinde kritik rol oynadı. johnson'un klasikleşmiş eseri olan miti and the japanese miracle: the growth of industrial policy, 1925-1975 adlı eserinde vurguladığı üzere, miti adeta japon sanayi politikasının beyni gibiydi. öyle ki “japonya'daki en yüksek beyin gücü yoğunluğu miti'dedir” şeklinde tanımlanıyordu. bu seçkin bürokrat ekibi, sanayiyi yönlendirirken gerektiğinde piyasaya müdahale etmekten çekinmedi. örneğin hükümet, geleneksel sektörleri feda edip ağır sanayiye öncelik tanıyarak ekonomiyi dönüştürdü. 1940'ların sonunda tekstil gibi sektörler gözden çıkarılıp çelik, makine, otomotiv gibi ağır ve ileri sektörlere devlet kaynakları aktarıldı; bu bilinçli tercih kısa vadede halkın tüketim imkanlarını kısıtlasa da uzun vadede sanayi altyapısını güçlendirdi. japonya 1951'de tam bağımsızlığını kazandıktan sonra bu ağır sanayi hamlesini daha da hızlandırdı ve halk, kısa vadeli fedakarlıklarla uzun vadeli kazanımlar elde etti.

burada japanese domestic market (jdm) kavramına da açıklık getirelim. jdm, aslında otomotiv tutkunlarının iyi bildiği üzere japon iç pazarı demektir ve japon üreticilerin özellikle iç pazar için ürettiği araçları tanımlar. jdm araçlar, japonya'nın yerel mevzuatına ve tüketici tercihlerine göre tasarlanır; örneğin japonya'da satılan bir toyota modeli ile aynı isimle ihraç edilen modeli arasında farklılıklar olabilir. bu da japonya'nın iç pazarının kendine özgü büyüklüğünü ve gereksinimlerini gösterir. ancak iç pazara kapanma ifadesi, japonya'nın kalkınma modelini tarif etmek için eksik kalır. doğrudur, japonya savaş sonrası dönemde yerli sanayisini korumak için iç pazarını yabancı rekabete karşı büyük ölçüde korumuştur. miti'nin yabancı ürünlere karşı pazarı koruma stratejisi batılı şirketlerce nefretle anılırdı; zira bakanlık, çıkardığı düzenlemeler ve yönlendirmelerle japon iç pazarını dış rekabete karşı ustaca koruyordu. bunun sonucunda, japon tüketiciler ağırlıkla yerli malı kullanırken, yabancı şirketler japonya'ya mal satmakta zorlandı.

fakat japonya'nın iç pazara odaklanması asla tam anlamıyla dışa kapanma demek değildi. aksine, japon firmaları iç pazarda güçlenip ölçek ekonomisi yakaladıktan sonra dış pazarlara açılma stratejisi güttüler. japon ekonomisi uzun süre ihracata dayalı büyümenin meyvelerini de topladı. hatta kalkınma ekonomisti alice amsden'in de belirttiği üzere japonya ve takipçisi doğu asya ekonomileri, ithal ikameci sanayileşmeyi tamamen terk etmeden bunu ihracat atılımının temeli haline getirdiler. bu şu anlama geliyor: devlet, yerli firmaları başlangıçta korudu, onlara ucuz krediler, teşvikler sağladı; ama karşılığında da onlardan belirli bir performans bekledi. korunan şirketlere “tamam, seni gümrük duvarlarıyla koruyorum ama sen de belli bir oranda üretimini ihraç edeceksin” şartı kondu. yani ithal ikameci yatırım yapan firmalar, sadece iç pazara değil, dış pazarlara da satış yapmaya zorlandılar. bu sayede, korumacılık tembelliğe yol açmak yerine bir sıçrama tahtası işlevi gördü; firmalar büyüyüp verimlilik kazanınca küresel rekabete açıldılar.

nitekim japonya'da pek çok sektörde ihracat atağı, önce iç pazarda kitlesel üretimle maliyetlerin düşürülmesinin ardından geldi. örneğin otomotivde veya elektroniğe bakarsak, japon firmaları önce iç piyasayı ele geçirip yüksek üretim hacmi ve öğrenme ile maliyet avantajı sağladılar, ardından bu avantajla dünya pazarında rekabet ettiler. ünlü ekonomist paul krugman ve japon iktisatçı miyohei shinohara'nın belirttiği gibi, japonya'da büyüyen sektörlerde “ihracatın ivme kazanmasından önce, birim maliyetler artan iç talep ve seri üretimle düşürülmüştü”. bu da gösteriyor ki japonya ne tamamen içe kapalı bir ekonomiyle ne de sadece dış pazara oynayan bir stratejiyle mucize yarattı; her ikisini akıllıca harmanladı.

“abd pazarını sömürme” meselesine gelince; evet, özellikle 1970'ler ve 1980'lerde japonya'nın abd'ye ciddi ticaret fazlası verdiği bir gerçektir. japon malları amerikan pazarını adeta istila etmiş, bu durum amerikan endüstrisinde rahatsızlık yaratmıştı. fakat bu durumu “sömürme” kelimesiyle açıklamak, meseleyi dramatize eden talihsiz bir tercih olacaktır. gerçekte olup biten, japonya'nın savaş sonrası dönemde abd'nin açık pazarından azami faydalanmasıydı. abd, soğuk savaş'ın müttefiklik politikası gereği elbette ki japonya'yı ekonomik olarak güçlendirmeyi stratejik bir yatırım olarak görmüştü. örneğin kore savaşı sırasında amerikan ordusunun japonya'dan devasa alımlar yapması, japon sanayisinin sıçramasında katalizör etkisi yaptı. yine abd yönetimi, komünizm tehdidine karşı japonya'nın zenginleşmesini desteklemek için teknoloji transferinden kredi kolaylıklarına pek çok jestte bulundu. dolayısıyla japonya “abd'yi sömürmekten” ziyade, abd'nin de rızasıyla onun piyasa ve bilgi birikiminden faydalandı. bir anlamda bu abd'nin havucuydu ve plaza anlaşmasıyla da sopasını göstermek durumunda kalacaktı.

chalmers johnson da japon mucizesine dair bazı yerleşik mitleri çürütürken, aslında sanıldığı kadar ihracatın merkezi bir rol oynamadığını söyler. japon ekonomisinin büyüme yıllarında ihracatın gsyih'ye oranı, sanayi ülkelerinin birçoğundan daha düşüktü. örneğin, johnson'a göre avrupa'nın orta büyüklükteki ülkelerinde ve kanada'da ihracatın milli gelirdeki payı %50'lere çıkarken japonya'da bu oran çok daha düşüktü. japonya 1960'lardan itibaren dünya ticaretinde hızla pay almış olsa da, esas büyüme dinamikleri içeride yarattığı sermaye birikimi, verimlilik artışları ve teknolojik ilerlemeydi. milliyetçilik de bu modelin gizli yakıtıydı; johnson'ın dediği gibi “japonya'da milliyetçilik ekonomik işlerde aktif bir öğeydi”. yani japon devlet elitleri ve sanayiciler, ulusal gururu da işin içine katarak, “yabancılara karşı kendi sanayimizi güçlendirelim” motivasyonuyla hareket ettiler.

dolayısıyla, japon kalkınmasının arkasında iç pazarı akıllıca kullanarak ölçek ekonomisi yakalamak, stratejik sektörleri koruyup beslemek, ardından dünyaya açılmak gibi aşamalı bir strateji vardır. sadece “içe kapandılar” demek, ihracatın payını; sadece

“abd'yi sömürdüler” demek ise japon devletinin ve halkının olağanüstü planlama, çalışma ve tasarruf çabalarını görmezden gelmek olur. gerçek, bu ikisinin ötesinde daha karmaşık bir noktadadır.

abd-japonya ticaret ilişkisinin gerçek yüzü

japonya'nın abd ile ekonomik ilişkileri, 1970'lerin sonundan itibaren gittikçe gerilimli bir hal aldı. japon mallarının kalite ve fiyat avantajı, abd'nin pek çok sektörünü zora sokmuştu. otomotiv bunun en çarpıcı örneklerinden biriydi. 1980'e gelindiğinde amerikan pazarında satılan arabaların önemli bir kısmını japon markaları oluşturuyor, detroit'in üç büyükleri (gm, ford, chrysler) pazar payı kaybediyordu. bu baskılar sonucunda, 1981 yılında japonya, abd hükümetinin talebi üzerine otomobil ihracatını gönüllü olarak sınırlandırmayı kabul etti. bu uygulama * (voluntary export restraint) olarak anıldı. anlaşmaya göre japon üreticiler, abd'ye yılda en fazla 1,68 milyon adet binek otomobil satacaklardı. kısıtlama önce reagan yönetimince memnuniyetle desteklendi. kota 1984'te 1,85 milyona, 1985'te 2,3 milyona çıkarıldı ve ancak 1994'te tamamen kaldırıldı.

bu gönüllü ihracat kısıtlaması, yüzeyde “japonlar abd'yi sömürüyor” düşüncesine bir çare gibi görünse de, aslında serbest ticaretin aksine korumacı bir tedbirdi ve beklenmedik sonuçlar doğurdu. bir yandan japon üreticiler kısıtlama nedeniyle daha pahalı ve karlı modeller satmaya yöneldi, amerikalı üreticiler ise rekabetin bir kısmı kırıldığı için derin nefes aldı. ancak amerikalı tüketiciler daha az rekabet yüzünden daha pahalı otomobil satın almak zorunda kaldı; neticede yapılan hesaplar 1980'ler boyunca amerikalı tüketicilerin bu kısıtlamalar yüzünden milyarlarca dolar zarar ettiğini gösteriyor. yani “abd'yi sömüren” japonlar mıydı yoksa korumacı politikaların faturası nihayetinde abd halkına mı kesildi, tartışılır. kaldı ki japon firmalar da karlarını korumak için çareyi abd'de fabrika açmakta buldular; 1980'lerin ikinci yarısından itibaren honda, toyota, nissan gibi markalar amerikan topraklarında üretime başladılar, böylece kotaların etrafından dolandılar.

elbette abd-japonya ticaret gerginliğinin tek boyutu otomotiv değildi. yen ile dolar arasındaki kur savaşı da dönemin önemli meselelerindendi. 1980'lerin başında doların aşırı değerlenmesi, japon mallarını abd'de iyice ucuzlatmış, bu da ticaret açığını büyütmüştü. 1985'te abd önderliğinde bir araya gelen başlıca gelişmiş ülkeler, tarihe plaza anlaşması olarak geçen mutabakatla bu duruma müdahale etti. plaza anlaşması, başta japon yeni olmak üzere büyük para birimlerinin dolar karşısında kontrollü şekilde değer kazanmasını, yani doların değer kaybetmesini öngörüyordu. anlaşma sonrası yen hızla değerlendi; birkaç yıl içinde 1 abd doları yaklaşık 240 yen düzeyinden 120 yen düzeyine kadar güçlendi.

başlangıçta bu durum japonya için ticari bir darbe gibiydi. zira daha güçlü yen demek, japon ihracatçılarının mallarının yurt dışında daha pahalı hale gelmesi demekti. japonya bu şoku telafi etmek için faizleri düşürüp piyasayı likiditeye boğdu, böylece iç talebi canlandırmaya çalıştı. bu politikalar beklenmedik bir yan etki yarattı. 1986 ila 1989 arasında japonya'da devasa bir finansal varlık balonu şişmeye başladı. borsa endeksi ve gayrimenkul fiyatları astronomik hızla yükseldi, ekonomik atmosfer adeta coşku halini aldı. ancak bu balonun sonu acı oldu. 1990'ların başında balon patladı ve borsa çöktü, emlak fiyatları hızla düşüşe geçti. japonya kendini neredeyse durgunluk içinde buldu.

plaza anlaşması'nın bu sonuçtaki payı ekonomistlerce tartışılır. bazıları, plaza'nın tetiklediği kur şokunun ve ardından gelen politika hatalarının balona yol açtığını söylerken, bazıları da balonun esasen başka dinamiklerden kaynaklandığını belirtir. her halükarda, 1990'larla birlikte japonya ekonomik olarak bambaşka bir döneme girdi. kayıp on yıl diye anılan 1990'lar boyunca japonya neredeyse büyüyemedi; enflasyon yerini deflasyona bıraktı, banka bilançoları sorunlu kredilerle doldu, zombi şirketler ortaya çıktı. hatta ekonomideki durgunluk o kadar inatçıydı ki sonradan kayıp on yıl kavramı kayıp on yıllar (1990'lar ve 2000'ler) şeklinde uzatıldı. ilginç olan, japonya'nın bu dönemde de iç pazarı oldukça korumalıydı ama bu koruma artık bir işe yaramıyor, ekonomiyi canlandıramıyordu. yani iç pazara kapanmak, her koşulda mucize getirmediği gibi, bazen sorunları halının altına süpürüp biriktirebiliyor.

sonuçta japonya ile abd arasındaki ticari ilişkiler bir dönem simbiyotikti. japonya ihracatla büyüyor, abd ucuz kaliteli mal tüketiyordu. sonra bunun dengesi bozuldu; abd tepki verip kısıtlamalar ve kur ayarlamaları dayattı; japonya da bunlara uyum sağlarken içeride bambaşka sorunlar yarattı. japonya abd'yi “sömürdü” demek bu çok boyutlu ilişkinin sadece tek tarafına odaklanmak olur. gerçekte abd de kendi çıkarı için dönem dönem japonya'ya müdahale etmiş, japonya da çıkarlarını korumak için manevralar yapmıştır. bu ilişki bir sömüren-sömürülen basitliğinden ziyade, karşılıklı bağımlılık ve gerilimin olduğu bir görünüm sergiler.

ithal ikameci kalkınma ve ihracata dayalı büyüme

ekonomik kalkınma stratejileri kabaca ithal ikameci sanayileşme ve ihracata yönelik sanayileşme olmak üzere iki farklı model olarak tasnif edilebilir. japonya'nın başarısını anlamak için bu iki modeli ve aralarındaki nüansları netleştirmek gerekiyor. dahası, türkiye'nin deneyimleri de bu modellerin artılarını ve eksilerini anlamak açısından önemli bir deneyim sunuyor.

ithal ikameci kalkınma modeli, gelişmekte olan ülkelerin başlangıçta ihtiyaç duydukları sanayi ürünlerini ithal etmek yerine yerli üretmeye yönelmesi prensibine dayanır. bunun için de devlet genellikle yüksek gümrük vergileri, kotalar veya yasaklarla ithalatı kısıtlar, iç piyasayı dış rekabete kapatır. böylece korunaklı bir iç pazar yaratılarak, yerli sanayicilere ithal mallarla yarışmadan büyüme fırsatı tanınır. teoride, ülkeler önce basit tüketim mallarını, sonra daha karmaşık ara malları, en sonunda da yatırım mallarını ve ileri teknolojiyi yerli üretir hale gelerek kademeli bir sanayileşme planlar. latin amerika ülkeleri, hindistan, türkiye (1960-1980 dönemi) gibi pek çok ülke bu stratejiyi uyguladı.

ihracata dayalı büyüme modeli ise, sanayileşirken dış pazarları hedef almayı vurgular. bu modelde de başlangıçta devlet korumacı veya yönlendirici olabilir, ancak nihai amaç yerli firmaların uluslararası rekabet gücü kazanması ve dünya pazarlarında pay elde etmesidir. doğu asya kaplanları denilen japonya, güney kore, tayvan gibi ülkeler ithal ikamesini uzun süreli bir korunaklı pazar yöntemi yapmayıp, onu ihracat seferberliğine entegre etmeyi başarmışlardır. yani aslında, ithal ikamesi ve ihracata yöneliklik bu başarılı örneklerde birbirinin zıttı olmaktan ziyade, ardışık ve eşgüdümlü aşamalar olmuştur.

devletin yönlendirmesi altında ithal ikame, ihracat faaliyetinin çıkış noktası haline gelmiş; japonya ve kore örneklerinde devlet, firmalara sağladığı koruma ve sübvansiyonların karşılığında onlara ihracat koşulu getirmiştir. bu performans standartları sayesinde korunan sektörler rehavete kapılmadı; aksine dış pazarlarda boy gösteremezlerse korumayı da kaybedeceklerini bildiler. güney kore'nin ihracat günü toplantıları bu yaklaşımın somut göstergesiydi. başkan park chung-hee her yıl ihracatçıları toplar, hedefleri tutanları ödüllendirir, tutmayanları fırçalardı. japonya'da da 1950'lerden itibaren yüksek ihracat konseyi gibi yapılarla benzer bir ihracat seferberliği ruhu yaratılmıştı.

diğer yandan, ithal ikameci model pek çok ülkede istenen sonucu vermediğinde, bunun nedeni genellikle modelin kendi doğasından ziyade uygulamadaki eksiklikler oldu. örneğin geniş bir iç pazarınız yoksa veya teknoloji birikiminiz yetersizse, korumacılık kısa sürede tıkanmalara yol açabiliyor. türkiye'nin 1960-1980 tecrübesine baktığımızda; göreceğiz ki belirli bir büyüme sağlansa da, uzun vadede döviz darboğazı ve verimsizlik sorunları belirdi. latin amerika'nın bir kısmında da ithal ikame bir süre sonra yüksek maliyetli, düşük kaliteli yerli üretime mahkumiyet anlamına gelmeye başladı; zira ne rekabet baskısı ne de ihracat disiplini olduğundan, korunan sanayiler inovasyon yapmadan yaşamaya alıştılar.

japonya ise ithal ikame uygulasa da asla kendini dünya teknolojisinden ve rekabetinden soyutlamadı. aksine, dışarıdan lisansla teknoloji transferi, yabancı yeniliklerin yakından takibi, gönderilen öğrenciler ve mühendisler aracılığıyla bilgi ithali gibi yöntemlerle küresel bilgi birikimine entegre oldu. 1950'lerde japon mühendisleri abd'ye gidip transistör teknolojisini öğrendi, kalite kontrol tekniklerini amerikalı uzmanlardan (bkz: deming ödülü) benimsedi. yani içeride pazar korunsa da, zihinler ve gözler dışarıya açıktı. bu sayede japonya, korumacılığın süresini makul tutarak, şirketleri adım adım global oyunculara dönüştürdü.

ekonomist dani rodrik, kalkınma politikalarında tek bir doğru reçete olmadığına dikkat çekerken, başarılı ülkelerin genelde karma bir rejim izlediğini belirtir. rodrik'e göre, ne aşırı serbest piyasa ne de tamamen devlet kontrolü tek başına optimum sonucu verir. “ekonomik gelişme, piyasa disiplinini devletin teşvikiyle birleştiren karma politikalar altında en iyi gerçekleşir” diye yazar. çünkü fazla devlet müdahalesi verimsizliğe ve yanlış yatırımlara yol açabilirken, tamamen serbest piyasa da girişimcilerin risk almasını sağlayacak teşvikleri (rantları) yaratamaz. işte japonya'nın yaptığı tam da bu dengeyi sağlamaktı. piyasa mekanizmasını tümden devre dışı bırakmadan, kalkınmayı stratejik bir devlet aklıyla yönlendirdi. aşırı rekabetin zarar vereceği noktalarda devlet aşırı rekabeti önleyici adımlar atmaktan çekinmedi. örneğin aynı sektörde çok sayıda küçük firmanın yerine keiretsu denen entegre gruplar oluşmasını destekledi. fakat diğer yandan özel sektör dinamizmini de korudu.

elbette japonya modeli her yönüyle övgüye değer, kusursuz bir deneyim sunmadı. aşırı korumanın bedeli, yabancı ürünlerin pahalı olması ve tüketicinin bazı seçimlerden mahrum kalmasıydı. 1980'lere gelindiğinde japonya'nın iç piyasasının hala yabancı mallara kapalı olması, `tüketicilerin daha ucuz ve çeşitli ürünlere erişimi`ni sınırlandırmıştı. hatta japonya'nın kişi başı milli geliri abd'yi yakaladığı halde, hala süpermarket raflarında amerikan veya avrupa ürünleri pek yoktu; bu da hayat pahalılığına katkı yapıyordu. nihayet 1990'larda durgunluk belası ortaya çıkınca, japonya piyasalarını kısmen deregüle etmeye ve ithalata daha fazla izin vermeye başladı. örneğin 1990'larda japonya'da ilk kez ithal araba ve gıda satışlarında belirgin artış görüldü.

toparlarsak, ithal ikame ile ihracat odaklılık ikilemi, pratikte keskin ayrımları olan bir ikilem olmaktan çok, kalkınma stratejisinin farklı evrelerini tarif ediyor. japonya'nın başarısı, ithal ikameci politikaları yerli sanayiyi bebeklik aşamasında büyütmek, ihracat odaklılığı ise o sanayiyi ergenlikten olgunluğa eriştirmek için kullanmasından gelir. türkiye gibi ülkelerde ise genelde bebeklik aşaması uzatılıp ergenliğe geç kalındığı için sorunlar yaşanmıştır.

türkiye'nin deneyimi

türkiye, 1960'lardan 1980'e dek belirgin biçimde ithal ikameci bir sanayileşme stratejisi izlemiştir. 1929 buhranı sonrasında başlayan korumacı politikalar, 1960'larda planlı kalkınma dönemiyle sistematik hale geldi. 1963'te birinci beş yıllık kalkınma planı'nın devreye girmesiyle, yüksek gümrük duvarları, kotalar ve devlet teşvikleri kullanılarak yerli sanayinin kurulup gelişmesi amaçlandı. montaj sanayi diye anılan, ithal edilen parçalardan yerli üretim yapma modeli bu dönemde serpildi. kamu iktisadi teşebbüsleri (kit'ler) eliyle türkiye, şekerden çeliğe, petrolden gübreye, otomobilden beyaz eşyaya kadar pek çok sektörde üretim yapmaya başladı. özel sektör de korunma altında yavaş yavaş palazlandı.

başlarda bu model fena gitmedi. 1960'lar ve 70'lerin ilk yarısında türkiye ortalama %5-6 bandında büyüme yakaladı, sanayinin gsyih içindeki payı arttı. işsizlik azalmasa da, gizli işsizleri bünyesinde eriten bir kentleşme ve sanayileşme yaşandı. fakat ithal ikamesinin yapısal problemleri 1970'lerin ikinci yarısında su yüzüne çıkmaya başladı. en büyük sıkıntı döviz darboğazıydı. ithal ikame demek, üretim için gereken makine, hammadde ve teknoloji gibi girdileri yine ithal etmek zorunda kalmak demektir. ihracat ise model gereği ihmal edildiği için, döviz kazandıran sektörler gelişmemişti. sonuçta türkiye ekonomisi büyüdükçe ithalat iştahı arttı, ancak ihracat yetersiz kaldığı için kronik cari açıklar oluştu. bu açıklar başta dış borçla kapatıldı, ama borç da bir yere kadar yetti.

1970'lerin sonunda türkiye tam anlamıyla duvara çarptı. 1973 petrol krizinin de etkisiyle enerji faturası kabarınca açıklar sürdürülemez hale geldi. 1978-1979'a gelindiğinde türkiye tarihinin en ağır ekonomik krizlerinden birini yaşıyordu. döviz yokluğundan fabrikalar hammadde bulamıyor, benzin istasyonlarında yakıt kuyrukları oluşuyor, karneyle tüketim konuşuluyordu. enflasyon üç haneli rakamlara (yüzde 100+ seviyelerine) fırladı, işsizlik %15'lere dayandı, sanayi tesisleri kapasitenin ancak yarısıyla çalışabilir hale geldi. dahası, ülke dış borç faizlerini bile ödeyemez durumda temerrüt eşiğine geldi. bu kaostan çıkış için siyasi irade zayıftı; koalisyon hükümetleri gerekli adımları atmakta gecikiyordu. sonuçta 24 ocak 1980'de radikal bir istikrar ve dönüşüm programı açıklandı. arkasından gelen askeri darbe ise bu programın uygulanmasının önünü açtı.

24 ocak 1980 kararları, türkiye ekonomisinde bir dönüm noktasıdır. bu kararlarla türkiye, kırk yıla yakın süren ithal ikameci stratejiyi resmen terk ederek dışa dönük kalkınma modeline geçiş yapmıştır. kararların mimarlarından turgut özal, darbe sonrasında ekonomiden sorumlu başbakan yardımcısı olarak bu dönüşümü fiilen yönetti. alınan önlemler arasında tl'nin büyük oranda devalüe edilmesi, döviz kurlarının daha esnek hale getirilmesi, ithalat üzerindeki kısıtlamaların kademeli gevşetilmesi, ihracatın teşviki için vergi iadeleri ve sübvansiyonlar sağlanması, fiyat kontrollerinin kaldırılması, kit sübvansiyonlarının azaltılması ve genel olarak piyasa güçlerine alan açılması vardı.

bu geçiş sancılı olsa da nispeten hızlı sonuç verdi. 1980'de küçülen ekonomi, 1981'den itibaren yeniden büyümeye başladı. enflasyon ilk başta düşürüldü; 1980'de %100'lerden 1982'de %30'lara çekildi. ihracat rakamları ise adeta patladı. türkiye'nin yıllık ihracatı 1979'da 2-3 milyar dolar düzeyindeyken, 1989'da 12-13 milyar doları buldu; imalat sanayi ürünleri özellikle tekstil, konfeksiyon, demir-çelik, otomotiv yan sanayi ihracatın lokomotifi oldu. burada önemli bir nokta, türkiye'nin 1980 sonrası ihracat başarısının tamamen yeni sektörlerle gelmemesiydi. aksine, dani rodrik'in de vurguladığı gibi, 1980'lerin ihracat patlaması büyük ölçüde 1970'lerin korumacı döneminde oluşan kapasitelere dayanıyordu. yani ithal ikame döneminde kurulmuş fabrikalar, makineler ve know-how, 1980 sonrasında dünya pazarlarına yönlendirildi. bu durum sadece türkiye'ye özgü değil; rodrik, 80'lerde ve 90'larda dışa açılan pek çok ülkede eski ithal ikameci sektörlerin en atak ihracatçılar haline geldiğini tespit ediyor. klasik iktisat teorisi, ticaret serbestleşince verimsiz eski sektörlerin batıp yerini ülkenin karşılaştırmalı üstünlüklerine uygun yeni sektörlerin alacağını öngörür. oysa pratikte, türkiye'de pamuklu dokuma, giyim, gıda işleme, metal eşya gibi eski korunaklı sektörler ihracat kahramanları oldular. bu da ithal ikamenin tamamen boşa giden bir çaba olmadığını, aksine gerekli sanayi altyapısını oluşturduğunu gösteriyor.

ancak türkiye, japonya'nın aksine, devletin sanayiyi yönlendirme kapasitesini 1980 sonrasında büyük ölçüde terk etti. özal ve onu takip eden politikalar, piyasaya güven ilkesini benimsedi. doğrudan sanayi politikalarından çok, makroekonomik istikrar ve serbestleşme üzerinde duruldu. ilk başta bu girişim dinamizm yarattıysa da, uzun vadede türkiye ekonomisi orta teknoloji tuzağından pek çıkamadı. 1990'lar siyasi istikrarsızlıklarla geçti, enflasyon kronikleşti, 1994 ve 2001'de büyük krizler yaşandı. 2000'lerde göreli istikrar ve yeni bir büyüme hamlesi görülse de, türkiye halen yüksek katma değerli sanayi ürünlerinde japonya gibi bir başarı hikayesi yazabilmiş değil. bu noktada japonya ile türkiye'nin farklarını daha net görmek adına, bazı önemli mukayeseleri yapabiliriz.

farklı kütleler, farklı yörüngeler: türkiye vs japonya

1)iç pazar büyüklüğü: japonya'nın 1960'larda yaklaşık 90-100 milyonluk, hızla gelir düzeyi artan bir nüfusu vardı. bu, o dönemde dünya çapında oldukça büyük bir iç pazar demektir. yükselen yaşam standardı sayesinde japon iç pazarı, yerli firmalara ciddi bir talep tabanı sundu. örneğin japon otomotiv firmaları, abd'ye açılmadan önce bile milyonlarca aracı iç piyasada satabilecek durumdaydı. japonya'da iç talep, sanayinin ölçek ekonomisine ulaşmasına yetecek kadar genişti. türkiye ise 1960'larda 27 milyon nüfusa sahip, kişi başına geliri çok daha düşük bir ülkeydi. türk sanayicileri iç pazara dönük üretimde belli bir ölçeğe ulaştıklarında, pazarın sınırlarına dayandılar. doğal olarak türkiye'nin iç pazar hacmi, devasa yatırım gerektiren bazı sektörlerde (otomobil, beyaz eşya, elektronik) uzun vadeli verimlilik için tek başına yeterli olamadı.

ayrıca japonya'da tüketiciler, yerli malını tercih etme konusunda bilinçliydi ve alternatif de pek yoktu. türkiye'de ise 1980'lere dek ithal mal bulmak zor olduğu için yerliler mecburen kullanıldı, ama serbestleşme gelir gelmez ithal ürünlere büyük bir yöneliş oldu. ithal televizyon, otomobil, elektronik merakı gibi trendler yaşandı. bu da gösteriyor ki türkiye'nin iç pazarı, gelir seviyesi ve tüketim alışkanlıkları bakımından japonya'dan farklıydı.

2) sanayi politikası ve devlet kapasitesi: japonya'nın belki de en büyük avantajı, planlama ve bürokratik kapasitesiydi. miti ve benzeri kurumlar, ekonomi politikalarının yanında, iş dünyasını da koordinasyonla yönlendirebiliyordu. chalmers johnson, japon bürokrasisinin mühendis kafasıyla çalıştığını, gerekirse piyasaya yön vermek için sektörel karteller oluşturup aşırı rekabeti engellediğini yazar. devlet ile özel sektör arasında belirli bir güven ve işbirliği ilişkisi kurulmuştu; japonya a.ş. tabiri buradan gelir. türkiye'de ise planlama teşkilatı (dpt) kurulmuş olsa da, bürokrasi ile özel sektör arasında ne benzer bir uyum ne de benzer bir elit konsensüsü oluştu. 1960'lar ve 70'lerde türkiye'de planlar hazırlandı ama siyasi çalkantılar (örneğin 1960, 71 müdahaleleri; koalisyonlar vs.) yüzünden çoğu hedef kağıt üzerinde kaldı. kamu iktisadi teşebbüsleri politize oldu, verimlilik geri planda kaldı. devletin desteklediği özel sektör ise çoğu zaman korunan bebek modundan çıkıp şımarık evlat moduna geçmekte gecikmedi; zira koruma vardı ama japonya'daki gibi sıkı performans denetimi yoktu. japon sanayicileri devletin hem dayanağı hem gerektiğinde sopası altında büyüdü; türkiye'de ise sanayiciler korumayı bir hak görüp devleti daha çok himmet kapısı addetti. bu farklı kurumsal yaklaşımlar, uzun vadede kalkınma farkını yarattı.

3) teknoloji ve insan sermayesi: japonya, daha meiji dönemi'nden (19. yy sonları) itibaren eğitime ve teknolojiye yaptığı yatırımlarla bilinir. savaş sonrası dönemde de eğitimli işgücü ve mühendislik becerileri, japon mucizesinin can damarıydı. japon firmaları ar-ge'ye büyük kaynak ayırdı, kalite kontrol devrimini ilk uygulayan onlar oldu, 1970'lere gelindiğinde elektronik, otomotiv, makine gibi alanlarda dünya liderliği için yarışır hale geldiler. 1980'lerde japonya milli gelirinin %3'ünden fazlasını ar-ge'ye harcayan bir teknoloji süper gücüydü. türkiye ise uzun süre teknolojide dışa bağımlı kaldı. ithal ikame döneminde lisans anlaşmalarıyla yabancı teknoloji transfer edildi ama yerlileştirme sınırlı kaldı. üniversite-sanayi işbirliği veya özgün ar-ge kültürü oluşmadı. mühendislik eğitimi alan insan kaynağı sayıca sınırlıydı ve beyin göçüyle bir kısmı yurt dışına gitti. neticede türkiye, 1980 sonrasında tekstil, gıda gibi orta-düşük teknolojili ürünlerde başarılı ihracat yaparken, yüksek teknolojili alanlarda (otomotivin motor-aktarma organları, elektronik komponentler, makine tezgahları vs.) dışa bağımlılığını sürdürdü.

4)makroekonomik istikrar ve tasarruf oranları: kalkınmanın finansmanı için tasarruf ve yatırım şarttır. japonya'da hanehalkı ve şirket tasarrufları çok yüksekti; insanlar gelirlerinin önemli kısmını bankalara yatırıp birikim yapıyordu. bu fonlar da japon bankaları üzerinden sanayiye ucuz kredi olarak akıyordu. japon devletinin bütçe disiplini de 1970'lerin ortasına dek güçlüydü, enflasyon sorunu kısa süreli petrol şoku haricinde yaşanmadı. türkiye'de ise kronik enflasyon, kamu açıkları, tasarruf yetersizliği kalkınmayı sürekli tökezletti. yüksek enflasyon ortamı uzun vadeli yatırım planlamasını zorlaştırdı; bankacılık sistemi sanayi yerine daha çok devlete kredi verir hale geldi; halk ise parasını enflasyona karşı korumak telaşındaydı. dövize, altına, gayrimenkule yönelim gibi trendler vardı. planlama kapasitesi kadar makro istikrar kapasitesi de türkiye'de zayıf kaldı.

5) siyasi ve sosyal ortam: japonya'da savaş sonrası dönemden 1990'lara dek aynı partinin iktidarda kaldığı, nispeten istikrarlı bir siyasi iklim vardı. toplum, büyük bir ulusal mutabakatla “asla bir daha yoksul ve mağlup olmayacağız” idealinde birleşmişti. çalışkanlık, disiplin, uzun vadeli düşünme gibi kültürel unsurlar ekonomik başarıya destek oldu. türkiye'de ise siyasi kutuplaşma, darbeler, ideolojik kavgalar kalkınma çabalarını sekteye uğrattı. örneğin 1970'lerde sağ-sol çatışmaları ve terör, ekonomiyi olumsuz etkiledi; 1980'lerde özal reformları yapılırken bile toplumda tam bir uzlaşma sağlanamadı. ayrıca japonya homojen bir toplum yapısıyla hızlı karar alabilirken, türkiye'nin parçalı sosyal yapısı ve farklı çıkar grupları sık sık çatıştı. bu da kalkınma politikalarının sürekliliğini bozdu.

tüm bu farklar gösteriyor ki, her ülkenin kalkınma yolu kendine özgüdür. japonya'nın uyguladığı bir politikayı alıp türkiye'ye birebir kopyalamak ne mümkün ne de doğru olur. zaten ekonomistlerin de altını çizdiği gibi, her ülkenin kendi kurumsal ve tarihi koşullarına uygun politikalar gütmesi gerekir. örneğin japonya'nın 1950'lerde yaptığı gibi devleti arka plandaki koçbaşı yapabilmek için, o devletin hem kapasitesinin olması hem de göreli özerk olması lazım. türkiye'de devlet, bürokratik kapasite olarak zaman zaman güçlü olsa da özerklik konusunda, yani özel çıkar gruplarından bağımsız hareket etme konusunda sıkıntılıydı; bu da kalkınmacı devlet modelinin tam işlemesini engelledi.

mucize kimin mucizesi ve devletin gölgesi neden bu kadar uzun?

japon kalkınma modelini başarılı bir kalkınmacı devlet örneği olarak anlattık. fakat bu model, hem soldan hem de liberal cepheden ciddi eleştirilerle de karşılaşır. aynı tarihsel tabloya iki farklı yerden bakıldığında, japon mucizesinin gölgeleri de net görünür. sosyalist ya da marksist perspektiften bakıldığında, ilk soru bu büyümeden kim ne kadar pay aldığıdır.

savaş sonrası japonya'da sanayileşme, uzun yıllar bastırılmış ücretler, sert iş disiplini ve çok uzun çalışma saatleri üzerine kuruldu. ömür boyu istihdam hikayesi, esas olarak büyük firmalardaki önemli erkek işçiler için geçerliydi; kadınlar, taşeron işçiler ve geçici çalışanlar bu güvence ağının dışında kaldı. sendikalar çoğunlukla şirket içi, uzlaşmacı yapılar şeklinde örgütlendi; radikal sınıf mücadelesi yerini aynı gemideyiz söylemine bıraktı. karoshi (aşırı çalışmadan ölüm) gibi kavramların literatüre japonya'dan girmiş olması, emeğin ne kadar sıkıştırıldığını gösteren çarpıcı bir işarettir.

sosyalistler açısından japon kalkınma devleti, emek ile sermaye arasındaki pazarlıkta sermaye lehine işleyen bir hakem olarak okunur. bürokrasi (miti), büyük şirket grupları (keiretsu) ve iktidar partisi (ldp) arasında kurulan üçlü ittifak, emekçi sınıfları sisteme eklemlenmiş ama sınırlı söz hakkı olan bir konuma itmiştir. sol partilerin ve daha militan sendikaların marjinalleştirilmesi, kalkınmanın klasik parlamenter demokrasi çerçevesinde ama sınıfsal olarak asimetrik bir zeminde yürüdüğünü gösterir.

bir diğer sosyalist eleştiri hattı da dış ilişkiler üzerinden gelir. japonya'nın ticaret fazlaları, başka ekonomilerin açıklarının simetrik yüzüdür. abd ve diğer merkez ekonomiler, borçlanma ve tüketimle kendi iç çelişkilerini ertelemeye çalışırken; japonya ihracat ve finansal fazla ile sermaye birikimini hızlandırmıştır. bu çerçevede japon mucizesi, dünya kapitalizminin hiyerarşik yapısı içinde, hem içeride emeği sıkıştıran hem de dışarıda çevre ülkelere yük bindiren birikim tarzı olarak görülür.

liberal ve özellikle de neoliberal perspektiften bakıldığında japon kalkınma modelinin sorunlu görülen tarafı ise devletin aşırı ağırlığıdır. miti ve benzeri kurumların hangi sektörün geleceği olduğunu seçmesi, liberal gözle bakınca piyasanın keşif işlevini gölgeleyen bir müdahale olarak değerlendirilir.

uzun süre düşük faiz, seçici kredi, korumacı gümrükler ve çeşitli teşvikler, birçok firmayı piyasa disiplininden yalıtılmış hale getirdi. başarısız olması gereken şirketler ve bankalar, siyasi bağlantılar ve bürokratik himaye sayesinde hayatta kaldı; 1990 sonrası dönemde sıkça kullanılan zombi şirket, zombi banka kavramları bu durumu anlatır. liberal eleştiri, özellikle kayıp on yılları bu açıdan okur. yaratıcı yıkım mekanizması düzgün işlemediği için verimsiz yapılar çöpe atılamamış, kaynaklar daha verimli alanlara taşınamamış, verimlilik artışı durma noktasına gelmiştir.

bir diğer liberal eleştiri, iç pazar korumacılığı ve tüketici refahı üzerinedir. yüksek örtük ve açık bariyerler, uzun yıllar japon iç pazarını yabancı rekabete kapalı tuttu. bu, yerli üreticilerin güçlenmesini sağlarken, tüketicinin daha pahalı ve daha az çeşitli ürünlere razı olmasına yol açtı. liberal okuma, buradan japonya sanayileşti ama bunu tüketicinin cebinden ödediği örtülü bir vergiyle yaptı; korumacılık uzun vadede inovasyonu baskıladı ve yaşam standartlarını olması gerekenden düşük tuttu sonucuna varır.

finansal alanda da benzer bir tartışma vardır. sermaye hareketlerinin sıkı regüle edilmesi ve bankacılığın devlet-şirket üçgeni içinde çalışması, kredilerin politik önceliklere göre dağıtılmasına zemin hazırladı. balon patladıktan sonra bankaların ve büyük şirketlerin tasfiyesinde gecikilmesi, liberal bakışa göre piyasa sinyalinin bastırılmasının çarpıcı bir örneğiydi. bu yüzden liberal eleştiri, japon modelini ilk dönemde büyüme yaratmış olsa da, orta ve uzun vadede verimlilik ve yenilenme kapasitesini zayıflatan bir devletçilik örneği olarak kodlar.

ilginç olan, sosyalist ve liberal eleştirilerin tümüyle zıt yönlerden gelseler de bazı noktalarda aynı tabloyu işaret etmeleridir. zombi şirketler meselesinde sosyalist, bunu sermayenin krizini erteleme çabası olarak görür; liberal ise devletin batması gerekeni batırmamasının sonucu diye niteler. devlet-sermaye iç içeliği konusunda sosyalist sınıf ittifakı der, liberal kronizmden ve kayırmacılıktan söz eder. iç pazar korumasının maliyeti sosyalist için emeğin tüketici olarak da ezilmesi, liberal için tüketici fazlasının kaybıdır.

bu eleştiriler bizlere iki şeyi hatırlatır. birincisi, kalkınmacı devlet modeli, sınıfsal etkileri ve demokrasi kalitesi hesaba katılmadan romantize edilemez; japonya'nın başarısını tartışırken emeğin ödediği bedeli ve çevre ülkeler üzerindeki etkisini görmezden gelmek, resmin kalanını silmek olur. ikincisi, liberal reçetelerin vurguladığı hukuk devleti, rekabet ortamı, makro istikrar boyutu da hafife alınamaz; devlet kapasitesi zayıf, kurallar esnek ve keyfi olduğunda kalkınmacı devlet denemeleri kolayca oligark rejimine dönüşebilir.

japonya örneği bu açıdan çift taraflı bir uyarı işlevi görür. ne devlet güçlü olsun, gerisi önemli değil diyerek emeği ve demokrasiyi yok saymak; ne de devlet elini çeksin, piyasa halleder diyerek sanayi politikasını ve planlama kapasitesini bütünüyle çöpe atmak makuldür. esas mesele, devletin yönlendirici rolünü, demokratik denetim ve piyasa disipliniyle birlikte tasarlayabilmektir. bu da hem sosyalist hem liberal eleştiriyi ciddiye alan, ama ikisini de aynen kopyalamayan bir yeni çizgiyi düşünmeyi gerektirir.

efsanelerden derslere

japonya'nın kalkınma serüveni üzerine yanlış inanışlar, özellikle kolay formüllerden türetilen anlatılarda sıkça karşımıza çıkıyor. niyet öyle olmasa ve hatta basitleştirmek adına bile, “japonya içe kapandı, abd'yi sömürdü, zengin oldu” demek, gerçeğin küçük bir parçasını alıp onu abartarak tüm tablonun çarpıtılmasına neden olabilir. gerçekte japon mucizesi; planlı devlet müdahaleleri, girişimci özel sektör, fedakar bir toplum, dış dünya ile etkileşime açık bir öğrenme süreci ve elbette ki abd ile karmaşık bir ortaklık/rekabet ilişkisinin ürünüdür. içe kapanma vardır ama tamamen olmamıştır; abd'den faydalanma vardır ama bu tek taraflı bir sömürü ilişkisi değildir. hatta, aksini söylemek mümkündür. asıl belirleyici olan, devletin hakem ve planlayıcı rolünü ciddiyetle yerine getirebilmesi, özel sektöre de öngörülebilir ve uzun vadeli bir oyun alanı açabilmesidir.

türkiye'nin deneyimi ise bize bunu açıkça öğretiyor. kalkınmaya dair politika seçimleri kesin ve keskin bir şekilde ayrılmış kategorilerden oluşmaz. ithal ikame de gerekir, ihracat da; önemli olan bunları hangi sırayla ve nasıl birleştirdiğinizdir. japonya erken dönemde ithal ikameye yaslanmasaydı belki o güçlü sanayi altyapısını kuramazdı; ancak ihracata yönelmeseydi de verimlilik ve inovasyon yakalayamazdı. türkiye ithal ikame olmadan bir sanayi temelini zor oluştururdu; fakat 1980'de rotayı ihracata kırmasaydı muhtemelen krizde boğulmaya devam edecekti. ancak, dümeni ihracata kırsa bile piyasayı kutsallaştırıp stratejik planlamayı gevşettiğinden devamını getiremedi.

bugün de gelişmekte olan ülkeler için benzer dersler geçerlidir. kalkınmacı devlet yaklaşımı hala güncel bir tartışmadır. dünyada serbest ticaret rüzgarları eserken bile, güney kore'den çin'e pek çok ülke devletin belli sektörleri kollayıp yönlendirmesiyle atağa geçti. önemli olan akıllı dengeyi kurabilmektir. ne iç pazarı tamamen yabana atıp kendini küresel rüzgarlara teslim etmek, ne de sonsuza kadar iç pazara hapsolup küçük gölette yüzmeye çalışmak sürdürülebilir.

türkiye'nin bugünkü durumuna baktığımızda, hala orta gelir tuzağı denen eşiği kıramadığı görülüyor. bu tuzağı aşmak için japonya dahil doğu asya'nın tecrübelerinden alınacak ilhamlar hala bulunabilir. örneğin, yüksek teknolojili üretime geçiş için devletin daha aktif sanayi politikaları gütmesi, ar-ge'yi ve inovasyonu desteklemesi gerekiyor. aynı zamanda makroekonomik istikrarı sağlam tutup, hukuki altyapıyı güçlendirerek bunu hakkeden sektörlerin önünü açmak da gerekiyor. yani yine karma bir reçeteye ihtiyaç olduğu görünüyor. geçmişin kısır polemiklerini bir yana bırakıp, ne tamamen piyasa fetişizmine kapılmalı ne de her şeyi devlete tahvil eden popülizme teslim olunmalıdır. japonya örneğinde devletin sanayi politikası açısından ne kadar hayati bir rol oynadığını gösterdi. ancak bu, sık duyulan “devlet elini çeksin, özel sektörün önünü açalım” klişesiyle de karıştırılmamalıdır. kalkınmacı devlet modelinde devlet ve özel sektör birbirinin alternatifi olmak yerine; aynı oyunun vazgeçilmez iki aktörüdür. fark, bu ilişkinin nasıl kurulduğundadır.

gerçek hayatta yatırım kararı alan bir sanayicinin ilk talebi devlet gitsin olmaz, olamaz; sadece öngörülebilir bir hareket alanı talep eder. üç-beş yıl sonrasına dair kabaca tahmin edilebilir bir kur, faiz ve enflasyon; seçim döngülerine göre her an değişmeyecek vergi oranları ve teşvik kuralları; ruhsat, lisans, teşvik gibi kararların kişisel ilişkilerden ziyade şeffaf ve yazılı kurallara bağlı olmasını isteyebilir. “özel sektörün önünü açmak” ifadesi, kalkınmacı bir perspektiften bakıldığında, devletin sahadan çekilmesinden daha çok, kural koyup o kurallarda tutarlı olması anlamına gelir.

bu nedenle makroekonomik istikrar ile hukukun öngörülebilirliği kalkınmanın lüksünden ziyade altyapısıdır. enflasyonun kronik biçimde yüksek, kurun sık sık şoka açık olduğu bir ortamda özel sektör, uzun vadeli sanayi yatırımı yerine doğal olarak kısa vadeli kazançlara yönelir; döviz, gayrimenkul, spekülatif işlemler daha cazip görünür. yüksek enflasyon fiilen bir yatırım vergisi gibi çalışır. aynı şekilde, mülkiyet hakkının zayıf, mahkemelerin yavaş, sözleşmelerin ne zaman ve nasıl uygulanacağının belirsiz olduğu bir düzende piyasa yerine, devlete yakın az sayıda grubun ağırlığı hissedilir. böyle bir yapıda özel sektör denilen alan, inovatif ve risk alan girişimcilerden ziyade devletle imtiyaz ilişkisi kurabilen dar bir çevreye indirgenir.

japonya'nın farkı tam da burada ortaya çıkar. devlet, miti gibi kurumlar aracılığıyla “şu sektöre gir, şu teknolojiyi al, şu miktarda ihracat yap” diyebilecek kadar müdahalecidir; fakat bunu yaparken kuralları her kriz veya seçimde sil baştan yazmaz. firmalara uzun vadeli hedefler verir, performans kriterleri koyar, hedefi tutturamayanı gerektiğinde destek havzasından çeker. yani hem planlayıcıdır hem hakemdir; sahaya inip bizzat top sürmeye kalkmaz, ama oyunun çerçevesini ciddiyetle çizer ve yönetir. türkiye'de ise tarihsel olarak sık gördüğümüz şey, bu ikili rolün dengelenememesidir. bir dönemlerde devlet, özel sektörü ikincil konuma iterek her işi kendisi yapmaya çalışmış, başka dönemlerde ise piyasa kendi başına halletsin denirken aslında kuralsızlık ve keyfiliğin önü açılmıştır. her iki uç da uzun vadeli sanayi yatırımı için elverişli değildir.

bu açıdan da japonya'nın kalkınma hikayesi, doğru anlaşıldığında, türkiye gibi ülkeler için yanlış bilinen popüler söylemleri düzeltmek adına zengin dersler verecektir. iç pazarın rolünü de, ihracatın gücünü de, devlet aklının önemini de, küresel entegrasyonun faydasını da aynı anda akılda tutmak gerekiyor. tek taraflı anlatılar çekici gelebilir, kolayca anlaşılır da, fakat kalkınma mucizesi tek bir sihirli formülden ibaret olsaydı herkes bu formülle kalkınabilirdi. bu ancak zorlu deneme-yanılma süreçlerinden ve gerçekçi, çok yönlü politikalardan doğuyor. japonya'dan çin'e birçok örnek bunu kanıtladı; türkiye örneği ise bu dersi daha çok acı tecrübelerle pekiştirdi.