SİNEMA 27 Mart 2020
44,4b OKUNMA     701 PAYLAŞIM

İzlemeye Yalnız Başlayıp, Bitirdikten Sonra Daha da Yalnız Kaldığınız Film: Lost in Translation

Başrollerini Scarlett Johansson ve Bill Murray'nin paylaştığı 2003 tarihli Sofia Coppola filmi Lost in Translation (Bir Konuşabilse), hiçbir şey anlatmayıp çok şey anlatan filmlerin iyi bir örneği. İnceleyelim.

Konusu genel olarak şöyle

ilk sahnede ekranı kaplayan, pembe iç çamaşırı içinde belli belirsiz seçilen bir adet scarlett johansson kıçı görürüz. cinsel çağrışımlar yapmaz velakin [valla yapmadı]. daha çok bir teklifsizlik, içtenlik, sıcaklıktır perdeden yansıyan. filmi bir karede olabildiğince güzel özetler bu sahne. hatta bundan sonra sinemadan çıkabilirsiniz, ama bu da iyi oyunculukları ve nefis müzikleri kaçıracağınız anlamına geleceği için tavsiye edilmez.

orta yaşı çoktan devirmiş, duygusal olarak boşlukta olduğunu kolayca anladığımız aktörümüz [aynı anda hem komik, hem üzgün, hem yorgun gözükmeyi başaran bill murray] 2 milyon [evet evet, dolar] kazanacağı zırva bir viski reklamı için tokyo'ya gelir. uyuyamaz, insanlarla anlaşmakta güçlük çeker, japon icatlarına alışamaz. kaldığı otelde, kendisi gibi uyuyamayan, kariyerist fotoğrafçı kocasından da yüz bulamayan, yeni evli hatunla [kıçıyla ilk sahnede müşerref olduğumuz scarlett johansson] birbirlerini bulurlar. fotoğrafçı kocanın birkaç günlüğüne şehirden uzaklaşmasını fırsat bilip, şehr-i tokyo'yu, burada yaşayanları, gelenek ve göreneklerini ve aynı zamanda birbirlerini keşfetmeye çıkarlar.

pek çok insan, sofia coppola'nın babasının mirasını yediğini düşünse de, ben ilk filmi virgin suicides'ı sevmiştim, özellikle filmdeki bir taraftan tedirgin de eden rüya atmosferini. lost in translation da bence iyi bir devam filmi olmuş. ben diyalogları biraz zayıf buldum, ama buna karşı da "zaten yönetmenin amacı o" şeklinde bir argüman geliştirebilir, filmde bunu haklı çıkarabilecek bir taraf da var. ama ben senaryo ve yönetmen yetersizliğine yormayı daha kolay buluyorum. (bkz: bok atma dürtüsü)

Yorumlayalım biraz da

dilini bilmediğiniz bir ülkenin kalabalık bi' kafesine oturup etrafınıza göz atarken, seslere kulak verdiniz mi hiç?

olağanüstü bir kelimeler çemberi arasındasınız ve tüm anladığınız şu: hiçbir şey.

kişisel babil kulenize hoş geldiniz.

ben lost in translation'ı izleyeli çok oldu, sırf bu babil kulesi halini muhteşem yansıttığı için bile sevilebilecek bu filmi pek severim; charlotte'ın şehri gören kocaman camın önünden dışarıya fırlattığı "tanrı benimle ne kastetmiş olabilir?" duruşunu, bob'un sabahları uyandığında yatağında bezgince oturup dünyaya verdiği "benim burada ne işim var?" pozunu, ikilinin yatağın üzerinde uzanarak yaptıkları yaşam üzerine sohbetlerinin ardından uyuyakaldıklarında bob'un charlotte'un yaralı ayağını tutuyor olmasını, "let's never come here again because it would never be as much fun" demelerini, ayrılık sahnelerinin naifliğini ve bob'un charlotte'a öpücük kondurup kulağına fısıldadığı şeyi duymadığımızda severim.

çok sık görüşmesek de aramızda üzerinde konuşulmamış bir anlaşmayla görünmez bir bağ kurduğumuz çok sevdiğim bi' arkadaşım var: s. dilersek aylarca ve hatta yıllarca aramamış sormamış olalım birbirimizi, biri aradığında ne bi' güceniklik oluyor ne de isyan. artık bireyliğimize düşkünlüğümüzden midir nedir, "neden aramadın, bu kadar zaman n'aptın?"ların, ilgi beklemelerin, gösterdiği değeri belli etmelerin olmadığı dostluğumuza kaldığımız yerden yatay geçişle devam ediyoruz. aslına bakarsanız öyle diğerinin sosyal güvenlik numarasını ya da oturduğu mahallenin posta kodunu bilecek kadar tanımıyoruz birbirimizi; birinin diğerine anlattığı kadarını biliyoruz yalnızca ve diğeri de hep bu kadarıyla mutlu. öyle ortak noktalarımız, "işte biz seninle bu yüzden çok iyi anlaşıyoruz" cümlesine neden yapabileceğimiz paydaşlıklarımız da yok. arada bir karşılıklı sigaralarımızı alıp yaptığımız telefon görüşmelerinde de bu meseleye hali hazırda önceki hayatlarımızda tanışıyor olmamız dışında bir neden bulamadık.

uzunca bi' süre kafa yormuştum "anlaşmak nedir?" meselesine. tarifi de yok ki köftehorun: karşınızdaki insanı jülyen doğrayıp karamelize olana kadar kısık ateşte pişirin; tebrikler, işte anlaştınız! diye.  dünyadaki elde edilmesi en zor işteşlik bu olsa gerek. kimlerle anlaşıyoruz; neye göre anlaşıyoruz; anlaşmanın ortak müzik zevkiyle, hayat görüşüyle, yeşil zeytin sevmekle arasındaki orantı doğru mu ters mi yoksa iki ters bir düz mü; konuşmanın anlaşmaya gerçekten bi' katkısı var mı yoksa hayvanların gayet memnun göründüğü koklaşmak çok daha verimli bi' iletişim şekli olabilir mi; peki ya anlaşmanın ancak benzer yaşanmışlıklara sahip olanlar arasında olabileceği ihtimaline kaç dolar konulmalı...
sonuçta, anlaşmak deyiminin fiili imkansızlığını fark etmek uzun zamanımı aldı. konuştuğumuz dilden bağımsız olarak hiçbir zaman karşımızdakiyle aynı dilde konuşmuyoruz ki: ağzımızdan çıkan kelimeler, bizzat kendi anı süzgecimizden geçerek anlamını buluyor, bunları dinleyen kulakların o kelimelere bahşettiği anlamlar ise apayrı. özünde tüm konuşmalarımızda çeviride kaybolan bir şeyler, arada kaçıp giden satır araları var. dolayısıyla anlaşmak cümleler ya da kullanma kılavuzu aracılığıyla değil; bambaşka bir şekilde oluyor. nedir bilmiyorum ama niçin'siz bir şey olduğuna eminim.

yine de bildiğimiz tek iletişim yolu olan konuşmanın hakkını vererek çılgınlar gibi konuşuyoruz ama, anlatıyoruz, dinliyoruz, izliyoruz, okuyoruz, anlaşmanın peşine düşüyoruz. aslında herkes biliyor ki kendimizi arıyoruz işte; anlamaklardan teker teker parçalar toplayıp kendimize ait, 100.000 parçalık yapbozu tamamlar gibi tamamlamak peşindeyiz kendimizi.

s. ile geleneksel telefon konuşmalarımızdan birindeydik, "bir film var izledin mi bilmiyorum." dedi, "adını ya da oyuncularını hatırlamıyorum. ama bi' kadın vardı otel odasının camının önünde oturmuş dışarıyı izleyen. o sahneyi unutmuyorum. çünkü o sahnede kendimi görüp kocamı boşadım ben." lost in translation'ı izlediğini bilmiyordum. bir zamanlar evli olduğunu da. önemi yoktu ama, ne demek istediğini "anlamıştım" çünkü. şaşırmadım. bir sahnesiyle koca boşatacak bi' film varsa, o film bu filmdi.

lost in translation, o kendini aramaların mola yeri bazıları için. yapbozun küçük ama pek güzel bi' parçası. tabloda olmasa da olacak, ama olduğunda daha güzel olacak sol köşedeki güneşin parçası gibi.

dilini bildiğiniz bir ülkenin kalabalık bi' kafesine oturup etrafınıza göz atarken, seslere kulak verdiniz mi hiç?

olağanüstü bir kelimeler çemberi arasındasınız ve tüm anladığınız şu: hiçbir şey.

kişisel babil kulenize hoş geldiniz. ama üzülmeyin, anlamak için kelimelere ihtiyacınız yok.

Final notu

ölecek olsanız dahi derdinizi ingilizce anlatamayacağınız (türkçeyi çoktan geçtim) bir ülkede yaşarken lost in translation'ı romantik film olarak değil de, dil-insan-yalnızlık üçgeninin abartısız bir öyküsü olarak görüp öyle seviyorsunuz. üzerinizdeki turist tozu silinip giderken, siz ve çevrenizdeki her şey arasındaki duvarlar belirginleşmeye başlıyor. buradaki ilk ayımın sonuna yaklaşırken ses geçirmeyen bir kürenin içinde yuvarlanıyormuş gibi hissediyorum mesela. her şey, ses geçirmeyen camdan duvarların arkasında hareket ediyor. sokakta turlayan kedi kadar yabancıyım konuşulanlara. kendimi garip bir şekilde dışlanmış hissediyorum, iletişim kurabilmeyi, çevremde olup biten her şeyi, her hareketi anlamlandırabilmeyi özlüyorum. amma lakin ben sağır bir hayaletmişim gibi içimden geçip gidiyor hayat. konuşacak olmasam dahi konuşamayacak olduğumu bilmek beni örseliyor. tuhaf bir öz-dışlanmışlık hissi bu. ait olmadığım bir yerde görünmezim. çünkü anlamıyorum. çünkü anlatamıyorum. uzay boşluğunda sürüklenir halde izliyorum dünyayı. işte lost in translation da aynı soğuk boşlukta süzülen bill murray'in öyküsünü anlattığı için bu kadar etkiledi beni. taksiciyle muhabbet edebildiğiniz bir ülkede yaşıyorsanız bu film sizin için pek bir şey ifade etmeyecektir yani.

Eternal Sunshine of the Spotless Mind'ın Felsefi Altyapısında Kaçırılan Noktalar