EDEBİYAT 30 Eylül 2020
22,6b OKUNMA     436 PAYLAŞIM

Irvin Yalom'un Ufuk Açan, Tuğla Gibi Kitabı Varoluşçu Psikoterapi'nin Harika Bir Özeti

Irvin D. Yalom tarafından 1980'de yayımlanan Varoluşçu Psikoterapi adlı kitabın güzel bir özeti.

varoluşçu psikoterapi, orijinal adı existential psychotherapy olan irvin yalom'un tuğla gibi kitabıdır. bu tuğlada varoluşçu psikoterapi 4 aşamada inceleniyor:

ölüm
özgürlük
yalıtım
anlamsızlık

ölüm

kitabın ilk bölümü olan ölüm kısmında, insanların bir gün ölecek olmalarıyla ilgili duydukları endişe, daha doğrusu anksiyete işleniyor. ölümün gerçekliği ile ilk kez yüzleşilen çocukluk çağlarında, çocukların ölüme bakış açısı ve bu bakış açısının çocuk büyüdükçe, kişinin karakterini nasıl şekillendirdiği de belirtilmiş.

antik çağdan birisiydi sanırım, namı da "l" ile başlıyordu; araştırmak gelmedi içimden, şöyle buyurmuştu kendisi: "ölüm varken ben yokum, ben varken ölüm yok. o halde korkacak ne var?" (hepinizin elinin altında bilgisayar/telefon var araştırıp bulursunuz elbette kimin sözü olduğunu, ben metnin akışını bozmayayım(!) dilersem sözün sahibinin adını da buraya eklerim.) varoluşçu psikoterapi kitabı, ilk bölümünde bu sözün anlamını kanıksayamayan insanların nasıl bir terapiyle iyileşebileceklerini detaylı bir şekilde olmasa da, örnekler vererek bize anlatıyor. bir psikoterapist mutlaka kitabın bu kısımlarından benim bu kitaptan faydalandığımdan daha çok yararlanacaktır ama taze bir ölümden sonra okumaya başladığım bu kitap kimi miniminnacık yaralarımı iyileştirdi diyebilirim.

özgürlük

kitabın ikinci kısmı özgürlük bölümünde ise sorumlulukları tarafından kısıtlanan insanoğlunun sorumluluktan kaçma meylinde olması ama bir yandan da bu kaçışı göze alamaması ikilemi ele alınmış. bu bölümde ilginç oluşumlardan söz ediliyor. hani şu manifestolar yayınlayarak "hayatınızın dizginlerini ele alın." , "değiştirebileceğiniz tek şey kendinizsiniz" vs gibi mottoları olan organizasyonlar işte. bu organizasyonlar hakkında çok renk verilmemiş olsa da çok da desteklenmediği kanaatindeyim.

genel olarak bu kısımda okuyana yol göstermekten ziyade, sorumluluk alma ya da sorumluluktan kaçma durumunu tanımlayan ve açıklayan bir üslup tercih edilmiş. kişinin kendisinin "gerçekten" istediği şeye ulaşmaya çalışmasının çok meşakkatli bir yol olduğu belirtilmiş. bu kitabın içerisinde hiçbir zaman; "onu yap, şunu söyle" gibi tavır yok, çünkü bilirsiniz, sizi bir nehrin ayırdığı ama çok iyi anlaştığınız bir kişiye dahi bir gün derseniz ki: "aha şurada köprü var, o köprüden geçip gel yanıma!", o kişi gelmeyi istemeyecektir yanınıza bir anda. yine bunu nietzsche bir kitabında bambaşka sözlerle söylemişti. intihal yapmamak için cümleleri değiştirdiğimi sanmayın, zihnim el verdiğince hatırladıklarımı yazmaya çalışıyorum.

yalıtım

gelelim kitabın benim en sevdiğim üçüncü kısmına: yalıtım. bu kısımdan bol bol alıntı yapmak istiyorum. kendim de halihazırda erikson'un yakınlığa karşı yalıtılmışlık evresinde bulunan bir birey olduğum ve bu kitabı okuduğum zamanlarda ilişkime kısa bir ara verdiğim için hayli etkilendiğim cümlelerle karşılaştım. sabahtan beri alıntılar ve sahipleri konusunda oldukça cimri olan ben, şimdi bu kısmı yazarken kitabı kedimin üzerine koydum ve sizlerin de faydalanmasını istediğim bazı cümleleri buraya kendi yorumlarımı da katarak cömertçe yazacağım. böylece arada gelip belki kendim de okur ve faydalanırım kendi alıntıladıklarımdan.

öncelikle varoluşsal yalıtım insanın kendisi ve başka biri arasındaki kapatılamayan uçurumdan bahseder ve bu terim dünyadan ayrılma şeklinde de özetlenir ama bu tabirlerin hepsi varoluşsal yalıtımı tanımlamak için yetersizdir irvin yalom'a göre çünkü bireyler sık sık başkalarından ve kendi parçalarından dahi soyutlanırlar.

yazar bu varoluşsal yalıtım farkındalığını daha iyi tanımlayabilmek için thomas wolfe'un henüz bebeklik çağlarında olan karakterinden bir alıntı ile bizleri selamlar:

"anlaşılmaz bir yalnızlık ve üzüntü içini kapladı: hayatını ağaçlar arasındaki dar koridordan görüyordu ve hep üzgün olanın kendisi olacağını biliyordu. küçük kafatasının yuvarlaklığına kapatılmış ve çarpmakta olan en gizli kalbinin içine hapsedilmiş hayatı hep yalnız geçitlerden geçmeliydi. insanların birbirlerine sonsuza dek yabancı kalacaklarını, kimsenin kimseyi gerçekten tanıyamayacağını, annemizin karanlık rahmine hapsolarak hayata onun yüzünü görmeden geldiğimizi, onun koluna bir yabancı olarak verildiğimizi ve kaçılamaz varoluş hapishanesinde sıkışıp kaldığımızı, hangi kol bizi tutarsa tutsun, hangi dudaklar bizi öperse öpsün, hangi kalp bizi ısıtırsa ısıtsın asla kaçamayacağımızı biliyordu. asla, asla, asla, asla, asla..."

kitabın biraz daha ilerleyen kısımlarında ölüm ve varoluşsal yalıtım arasındaki bağ açıklanır: "ölüm en temel düzeyde en yalnız insani deneyimdir, kimse kimsenin ölümünü bir diğerinin elinden alamaz."

özgürlük ve varoluşsal yalıtım kısmına geldiğimizde erich fromm'un birtakım düşünceleriyle bu kısma giriş yaparız:

"tek başınalığının ve ayrılığının, doğa ve toplum güçleri karşısındaki çaresizliğinin farkında olmak, bütün bunlar ayrı bağımsız varoluşu dayanılmaz bir hapishane yapar. ayrılığın yaşanması anksiyete uyandırır; bu gerçekten anksiyetelerin kaynağıdır. ayrı olmak demek, insanı güçlerini kullanma kapasitesi olmaksızın hayat bağının kesilmesi demektir. bu nedenle, ayrı olmak, çaresiz olmak dünyayı -şeyleri ve insanları- etkin bir biçimde kavrayamamak anlamına gelir; benim karşılık verme yeteneğim olmaksızın dünyanın beni istila etmesidir."

yazar yukarıdaki bahsi geçen hissiyatı heidegger'in "fırlatılmışlık" şeklinde isimlendirdiğini söyler. şöyle ki, kendi seçimimiz olmayan bir varoluşun içine onayımız olmaksızın itilmişizdir. hem de tek başımıza.

irvin yalom'a göre; "biz yalnızca kendimizi oluşturmakla kalmaz, onu oluşturduğumuzu gizleyecek şekilde biçimlendiren bir dünya da yaratırız. içinde evimizdeymiş gibi hissedilen bir dünya ile çerçevelenmişizdir. sıcak, bildik bir ait olma duygusuna sokulmuşuzdur. başlangıçtan beri var olan geniş boşluk ve yalıtım dünyası ise gömülmüş ve sesi kesilmiştir. yalnızca kabuslar ve mistik hayallerde kısa patlamalarla seslerini çıkarırlar.

fakat gerçeklik perdesinin açıldığı ve bizim arka plandaki mekanizmayı gördüğümüz anlar da vardır. bu gibi anlarda nesneler anlamlarını yitirir, semboller parçalanır, insan evinde gibi hissettiği o rahatlıktan koparılır.

böylesi derin varoluşsal acı anlarında insanın dünyayla ilişkisi derinden sarsılır. "

gelişme ve varoluşsal yalıtım kısmında james bugental'ın bir kelime grubunun üstünde yaptığı tespitlere yer verilmiştir:

"insanın temel kişiler arası görevi aynı anda hem bir parçası olmak(a part of) hem de ayrılmak'tır (apart from)." bu kelime oyunlarının üzerine de irvin yalom da şu tespiti yapar; "insanın en nihayetinde bir diğerine derin ve anlamlı bir biçimde bağlanmasını sağlayan şey yalnızlıkla yüzleşmektir."
"hiçbir ilişki yalıtımı yok edemez. her birimiz varoluşta yalnızız. fakat yalnızlık o şekilde paylaşılabilir ki, sevgi yalıtım acısını telafi eder."

buber ise harika ilişkiyi şöyle tanımlar: "bu ilişki türü yüksek yalnızlık duvarlarında gedikler açar, sıkı kurallarına boyun eğdirir ve evren korkusu uçurumu üzerinde kendi varoluşundan kendi varoluşuna bir köprü kurar."

irvin yalom ise şuna inanmaktadır: "eğer varoluştaki yalıtılmış durumumuzu kabul edebilir ve kararlılıkla yüzleşebilirsek başkalarına sevgiyle yönelebiliriz. yalnızlık uçurumu önünde korkunun etkisi altında kalırsak da başkalarına uzanamaz, varoluş denizinde boğulmamak için onlara elimizi kolumuzu sallarız. bu durumda ilişkimiz kesinlikle gerçek bir ilişki olmayacak, yerinden çıkmış, ters giden, çarpıtılmış bir şey olacaktır. bu şekilde bir durumun içerisinde yer alırsak, diğer varlıklara karşı aletlere ve donanımlara davrandığımız gibi davranırız. bu gibi ilişkilerin temel işlevi yalıtım inkarıdır fakat bu işlevin farkında olmak da bizi bekleyen dehşete çok yakın olmak demektir."

bahsedilen yalıtılmışlık ve sevgi ekseninde, gereksinimlerden arınmış gerçek sevginin ne olduğunun peşine düşer kitabımızın yazarı ve yine martin buber'e başvurur. buber ilişki tiplerini ikiye ayırmıştır:

ben - o: bir insan ve bir alet arasındaki işlevsel olan, nesne ve özne arasındaki karşılıklı oluştan tamamen yoksun bir ilişki tipidir.
ben - sen : bu ilişki türü ise karşımızdaki diğerinin tamamen yaşanmasını içeren karşılıklı bir ilişkidir. empatiden farklıdır çünkü diğeriyle ilişki kurmaya çalışan ben'den daha fazlası vardır. ilişki karşılıklılıktır.

böylece bir noktaya ulaşılmış oluyor. iki durumda bahsedilen "ben" varoluşu birbirinden farklı anlamlar içermektedir. eğer bir kişi bir başkasıyla bütün varlığından daha azıyla ilişki kurarsa, bir şeyler gizlerse, açgözlülük veya bir karşılık beklentisiyle ilişki kurarsa ve nesnel tutum içinde, bir izleyici gibi kalır ve hareketlerinin diğeri üzerinde bırakacağı etkiyi merak ederse kişi ben-sen ilişkisini ben-o ilişkisine dönüştürmüştür.

bu kısmın devamında buber'in atı ile kurduğu ilişkiden bahsedilmektedir. bu öykü çok hoşuma gittiği için at başlığının altında bu öykünün çevirisini de paylaşıyorum: (#112510522).

bu öyküyü okumaya fırsat bulursanız denilmek istenilenin şu olduğu anlaşılır; "diyalog kişinin tüm varlığı ile bir diğer kişiye dönmesidir ama insan kendine odaklanırsa ve karşısındaki insanı ya da nesneyi unutur da kendi söyleyeceklerine odaklanırsa diyalog monologa dönüşür."

victor frankl'e göre insanoğlu penceresiz bir hücredir. insan, kendini aşamayan, diğerine dönemeyen bir yaratıktır. buber de bu konuda şunu söyler: "insanlar arasında diyalog kılığına girmiş ardıl monologlar bulunmaktadır." buber bunları söylemesine rağmen ayrıca insanın önceliğinin "ben-o" dünyasında yaşamak olduğunu, yalnızca "sen" dünyasında yaşamanın insanı "sen" alevinde yakıp yok etmesine neden olacağını söyler.

bu bölümde ayrıca abraham maslow adlı bir kardeşimizin insanları; "gelişmeyle güdülenenler ve eksiklikle güdülenenler" şeklinde ikiye ayırdığını, gelişmeye güdülenenlerin daha az bağımlı olduğunu ve diğerlerine daha az borçlu olduğunu, diğerlerinin övgü ve şefkatine daha az muhtaç olduklarını, onur, prestij ve ödül için daha az kaygı duyduklarını söyler. ayrıca bu tarz kişiler sürekli kişilerarası tatmin istemez ve bazen diğerleri tarafından da engellendiğini düşünürler ve bazı mahremiyet dönemlerini tercih ederler. gelişmeyle güdülenen birey diğerleriyle bazı şeyler tedarik eden bir kaynak olarak ilişki kurmaz. onları karmaşık, eşsiz ve bütün varlıklar olarak görür.

diğer taraftan eksiklikle güdülenen bireyler ise diğerleriyle faydalılık bakış açısından ilişki kurar. diğer kişinin eksiklikle güdülenen bireyin gereksinimleriyle bağlantılı olmayan yönlerini ya hepten gözden kaçırır ya da sinirlendirici ya da tehdit edici olarak görür. bu nedenle sevgi başka bir şeye dönüşür. sanıyorum yazar burada menfaat ilişkilerinden bahsetmek istemiş.

bunlara uygun olarak maslow iki tip sevgi tanımlamıştır. bunlardan biri, bencil sevgi ya da sevgi gereksinimi olarak adlandırılabilecek "eksiklik sevgisi" iken, diğeri gereksinim duymayan ya da bencil olmayan "diğer insanın varlığını sevmek"tir.

diğer insanın varlığını severek o kişiye sahiplenici bir tutumla bağlı olmadığımızı ve gereksinim duymaktan çok o kişiye hayran olduğumuzu kanıtlarız. eksiklik sevgisine göre daha zengin ve daha yüksek hatta daha değerli bir öznel yaşantı içerisindeyizdir. eksiklik sevgisi memnun edilebilirken "memnun etme" kavramı diğer insanın varlığını sevme'ye hiç uymaz. diğerinin varlığını severek onun bağımsızlığına saygı duymak, özerkliğini kabullenmek gibi davranışların yanı sıra; bu tarz bir ilişki içerisinde olan kişiler karşısındaki insanı daha az kıskanırlar veya ilişkileri üzerinde daha az tehdit hissederler. karşısındaki insana daha az gereksinim duyarlar, daha dürüsttürler ama aynı zamanda karşısındaki insanın kendini geliştirmesine daha fazla yardımcı olup diğerinin başarılarından daha fazla gurur duyarlra. daha yardımsever, cömert ve destekleyicidirler. derin anlamıyla diğer insanın varlığını seven kişiler eşi yaratır ve sevginin değerliliği duygusunu sağlar.

fromm'a göre ise "sevgi bir başa çıkma tarzı, varoluş problemine bir yanıttır. olgun sevgi ise insanın bütünlüğünü ve bireyselliğini koruma koşuluyla birleşme, sevgide iki varlığın bir haline gelmesi ama iki olarak kalması şeklinde tanımlanabilir.

fromm sevilmeyi insanın küçük, çaresiz ya da iyi kalarak sevilmeyle ödüllendirildiği bir bağımlılık durumuyla eş tutar. oysa sevmek etkin ve güçlü bir durumdur. çocuksu sevgi; "seviyorum çünkü seviliyorum" derken, olgun sevgi; "seviliyorum çünkü seviyorum" ilkesini takip eder. olgunlaşmamış sevgi ise şöyle der: "seni seviyorum çünkü sana ihtiyacım var."
fromm sevginin edilgin değil, etken bir süreç olduğunu söyler. şöyle ki; psikolojik danışmaya gelen hastalar yalnızlıktan, sevilmemekten ve sevimsiz olmaktan yakınırlar fakat üretken bir süreç şu konu üzerinde çalışmayı gerektirir: kişinin kendi sevme yetersizlikleri.

olgun sevgi içerisinde bir yandan ilgi, duyarlılık, saygı ve bilgi unsurlarını da barındırır. sevmek hayatla ve diğerinin gelişimiyle etkin bir biçimde ilgilenmek anlamına gelir. insan diğerinin gereksinimlerine (fiziksel ya da ruhsal) karşı duyarlı olmalıdır. fromm, diğeri hakkındaki tam bilginin ancak öz kaygının ötesine geçildiği ve diğer insanın kendi bağlamında görüldüğü takdirde olası olabileceğine inanmaktadır.

bir klinisyen için sevgiyi, sevenin nesnesiyle ilişkisinden çok, kişinin dünyaya yöneliminde olan karakteristik bir durum olduğunu düşünmek gereklidir. fromm'a göre en temel sevgi tipi kardeşçe sevgidir ve bu sevgi özel olmayışıyla karakterizedir ve bu tüm bireylerle birleşme deneyimidir.

başkalarının gözünde var olmak başlığının altında insanların var olduklarını hissedebilmek için, başkaları tarafından görülmeye ihtiyaç duyduğu söylenir. hatta kimi insanlar yalnızken var olmadığını bile düşünür. bazı insanlar öldükten çok çok sonra bile uzun süreler hatırlanmak için intihar etmeyi düşünürler, yani eğer intihar ederek yaşamlarını sona erdirirlerse onlara göre insanların hayatlarında iz bırakabilirler.

irvin yalom bu tarz ölümleri "sihirli bir hareket olarak intihar" başlığı altında inceler ve tanımını şu şekilde yapar: "bu tarz insanların intihar görüşünde ölüm fikri yoktur; tam tersine intihara ölümü def etmek için sarılırlar. kişi şunu düşünür; eğer başkasının bilincinde varolursam yaşamaya devam ederim."

bu kısımda ayrıca nevrotik bireylerin hayatta olduklarını yalnızca başkalarının onayı ve ilgisi ile hissedebildiklerini, nevrotik bireyin yanındaki kişiyi varlığını onaylatmak için hayatında bulundurduğunu söyler. haliyle nevrotik bireyin yanındaki kişi sürekli diğerinin varlığını onaylamaktan yorulur ve yalnızca kendisine ihtiyaç duyulduğu için nevrotik bireyin onun yanında olduğunu hisseder. bu tarz nevrotik bireylerin kendilerini içten içe onaylamadıkları için başkalarının onayına ihtiyaç duyarlar. bu kişiler sevilmediklerini düşünürler ama aslında sevemeyen kendileridir.

birleşme başlığı altında ise en büyük yönelimi birleşmeye doğru olan bireylerin "bağımlı" olarak nitelendiğini söyler. kaiser bu tarz bireyleri şöyle tanımlar: "davranışları 'beni ciddiye alma. ben yetişkinlerin kategorisine dahil değilim.' der gibidir. şakacıdırlar ve bunun nedeni ciddi ve gerçekçi görünmemek istemeleridir. sıkıntı veren, trajik olaylardan bile kahkahalar atarak, kayıtsız bir biçimde sanki üzerinde zaman harcamaya değmeyecek bir şeymiş gibi söz ederler. başarılarını hafife alırlar ya da başardıkları şeylerin ardından bu başarıları örtecek başarısızlıkların sıralaması gelir. bu kişiler 'yetişkin olmayanlar' sınıfına sokulmak istediklerini davranışları ile gösterirler."

fromm'a göre mazoşizm de, sadizm de bazı temel gereksinimler sonucu ortaya çıkar: yalıtım ve insanın kendi benliğinin zayıflığına dayanma yetersizliği.

buber erkekleri erotizm yönünden şu şekilde çeşitlendirir: kendi ihtirası ile aşk yaşayanlar, heyecan ve hatıra toplayanlar, kısmetine düşenin aleviyle kendini ısıtanlar. buber'e göre erkekler kendisi ya da diğeri ile otantik bir biçimde ilişki kurmaz.

irvin yalom bu noktada albert camus'un mutlu ölüm adlı eserindeki kahramanı ile ilgili söylediklerinden şöyle bir alıntı yapmıştır: "kendisini marthe'ye bağlayan şeyin sevgi değil gurur olduğunu görüyordu... marthe'yle ilgili en sevdiği şey birlikte sinemaya yürüdükleri ve erkeklerin gözlerinin ona doğru döndüğü akşamlar, onu dünyaya sunduğu andı. marthe'de secdiği şey, kendi gücü ve yaşama hırsıydı."

bu alıntıdan sonra irvin yalom şu tespitlerde bulunmuştur: "onu dünyaya sunduğu an. bu kesin bir saptamadır. bu ilişkide hiçbir zaman iki insan olmamıştır. o, marthe ile ilişki kurmuyordur. marthe yoluyla diğerleri ile ilişki kuruyordur."

biz insanlar, mutlak yalnızlığımızın ve çaresizliğimizin farkındayız. ama eğer penceresiz hücremizden kaçarsak aynı korkuyla yüz yüze olan diğerlerinin farkına varırız. bizim yalıtım hissimiz diğerleri için şefkat duymamıza izin verir ve artık o kadar çok korkmayız. görünmez bir bağ, aynı deneyimi yaşayan insanları birbirine bağlar.

tanrı birçokları için yalıtımdan kurtulma yoludur ama alfred whitehead'in iddia ettiği gibi yalıtım gerçek bir ruhsal inanç durumudur. "din insanın kendi yalnızlığıyla yaptığı bir şeydir ve eğer yalnız değilseniz asla dindar değilsinizdir."

clark moustakas'a göre yalnız olan insan eğer izin verilirse kendisini yalnızlık içinde fark edecek ve diğerleriyle bir bağ ya da temel ilişki duygusu geliştirecektir. yalnızlık bireyi ayırmaktan ya da benliğinde parçalanmalara neden olmaktan çok bireyin bütünlüğünü, algısını, duyarlılığını ve insancıllığını arttırır.

anlamsızlık

kitabın son bölümü olan anlamsızlık bölümü hayatın anlamını arayan insanlardan bahseder. bu noktadaki temel soru ise şudur: "ne için?". bu sorunun herhangi bir cevabı yoktur ama insanlar sormayı sürdürürler.

insanların anlam arayışı iki yönde olur. biri hayata anlam katma çabası diğeri ise kozmik alanda bir dayanak bulma ihtiyacıdır. kozmik anlamda insanların hayatlarına anlam katması genellikle dinsel inanışlarla olur. hegel ise bu konuda şöyle der: "dünya (insan) olmaksızın tanrı, tanrı değildir." tabii bu noktada herhangi bir tanrıya inanmayan insanların kişisel anlam arayışları da ortaya çıkar.

sartre, bunca anlam arayışının arasında, kendi anlamsızlığımız yetmezmiş gibi les mouches (sinekler) adlı eserinde şunları söyler; "anlamaya çalış, bir yere ait olan, dostlar arasındaki bir adam olmak istiyorum. yalnızca düşün. yükünün altında iki büklüm olup yorgunluktan yere çöküp donuk bir şekilde yere ve önündeki ayağa bakan bir köle bile -neden bu zavallı köle bile- tıpkı bir ağacın ormanında ve bir yaprağın ağaçta olduğu gibi kendi kasabasında olduğunu söyleyebilmektedir. argos onun etrafında, sıcak, yoğun ve rahatlatıcı. evet, elektra memnuniyetle o köle olur ve şehri bir battaniye gibi üstüme çekip içinde kıvrılmanın tadını çıkarabilirdim."

başka bir sartre alıntısında ise şöyle der: "taşıması ne kadar ağır olursa o kadar memnun olacağım; çünkü bu yük özgürlüğümdür. daha dün yeryüzünü rastgele dolaştım; üzerinde dolaştığım binlerce yol beni hiçbir yere götürmedi, çünkü onlar başkalarının yollarıydı. bugün yalnızca tek bir yolum var ve nereye gittiğini tanrı bilir ama o benim yolum."

ve sartre'ye göre insan hayatı umutsuzluğun en uzak köşesinde başlar.

insanın hayatına anlam katma çabalarından biri de özgeciliktir. yani insanlar kendilerini düşünmekten vazgeçerler. kendilerine göre içlerinde büyük anlamlar barındırdıklarını düşündükleri amaçlara hizmet edebilirler. bunlar dünya barışı, afrika'da su kuyusu açtırma gibi yollarla hayatına anlam katabileceklerini düşünen insanlardır. ,

mesela hayatının son iki senesini alçılar içinde geçiren ve kemik kanserinin bir türüne yakalanmış olan "sal" hayatının son senelerini lisedeki gençlere rehberlik ederek kullanıyordu ve alçısı içinde donmuş bir halde hareketsiz oturarak gençlere şunu söylüyordu: "vücudunuzu nikotin, alkol veya eroinle tahrip etmek mi istiyorsunuz? arabaların içinde parçalanmak mı istiyorsunuz? depresyona girdiğiniz için vücudunuzu golden gate'den atmak mı istiyorsunuz? o halde vücudunuzu bana verin! ona sahip olmama izin verin! ben onu istiyorum! istiyorum! alacağım! yaşamak istiyorum!

kitapta bu özgecil düşüncenin karşıtı olan nihilist bir düşünceyle maddi'nin sözlerine yer verilmiştir: "sevginin özgecil değil bencil olduğunu, hayırseverliğin suçluluğu telafi etmenin bir yolu olduğunu, çocukların masum değil kötü olduklarını, liderlerin geniş bir hayal gücüyle esinlenen kişiler yerine kendini beğenmiş ve güç delisi insanlar olduklarını ve çalışmanın üretken değil içimizdeki canavarı gizleyen uygarlığın ince kaplamasını olduğunu belirtmekte hiç geç kalmazlar."

irvin yalom hayata karşı kayıtsız olan ve hayatın anlamsız olduğunu düşünen hastalar ile karşılaşan terapistlere bazı öneriler sunarak son bölümü de bitirmiş ve son sözleriyle birlikte kitabına son vermiştir.

8 ay boyunca, arada bu entry'i yazdığımı unutarak nihayet bu yazıyı tamamladım. özet geç piç demeyin lütfen, kırılırım. 765 sayfalık kitabın bir bölümünü (yalıtılmışlık) azıcık fazla uzatarak nihayet yazacağım aklımda kalan diğer birkaç başlığa yazabileceğim. yazdıklarımı yeniden okumaya gücüm yok, bu satırları okuyan ve herhangi bir hata ile karşılaşan yazarlar beni hatalarımı düzeltmem konusunda yeşillendirebilirler.