SİNEMA 13 Ekim 2020
18b OKUNMA     488 PAYLAŞIM

Ingmar Bergman, Neden 20. Yüzyıl Sinemasının En Etkili Yönetmeni Oldu?

İsveç'in dünyaya armağanlarından olan Bergman'ın sanatını psikososyal yönden inceleyen, sıkı bir yazı.

yazımda, bergman'ın sinema evreninde devrim niteliğinde yarattığı "varoluşcu sinematik" etkinin ve onun 20.yy'ın neden en etkili yönetmeni olduğu noktasındaki psikanalitik ve psikososyal nedenleri aydınlatmaya çalışacağım.

kierkegaard, nietzsche, sartre, camus ve heideggeringmar gibi varoluşçulardan, erik erikson gibi sosyal bilimcilerden, freud ve jung gibi psikanalitik kuramcılardan etkilenen bergman, bir yapıya benzer filmlerinin çatısını bu bilim insanları ile oluşturmuştur fakat temelini ve iç mimarisini kendi yaşantılarından almıştır ki bu çok daha dikkat edilmesi gereken bir unsurdur. bergman filmleri, kasvetli ve erişilemez olmalarıyla ünlü olsa da, insani duyguların temel gerçeklerini ele alır. hiçbir film yönetmeni inanç, sevgi, nefret, kimlik karmaşaları, varoluşsal sancılar gibi yaratılışımızın puzzle'ını oluşturan insan ruhunun temel duygu durumlarını bu kadar titizlikle ve samimiyetle incelememiştir. bergman'ın filmlerine zaman ayıran herkes, onun bir yönetmenden çok daha fazlası olduğunu çok geçmeden anlayacaktır. bergman, evrendeki yerini anlamaya derin bir ihtiyaç duyan ve bu anlayışı filmler aracılığıyla başkalarına da ifade etme ihtiyacı hisseden bir yönetmendir. filmlerinin konusunun ve karakterlerin ruhsal durumlarının kaynağı ise direkt kendi yaşantılarıdır. bunun en büyük nedeni de, çocukluk ve ilk gençlik yıllarında yaşadığı ailesel kaynaklı travmatik yaşantılardır. bergman'ın tam da bu durumunu yansıtan bir röportajında; “kendi filmlerini izleyemediğini çünkü çok depresif bulduğunu” söyler. bu isteksizliğin arkasında ise yönetmenin birçok kaynakta belirttiği üzere, filmlerini kendisini rahatsız eden ruhsal nevrozlarla bir mücadele aracı olarak kullanması yatar. bergman’ı intihardan bir adım uzakta tutan şey, bir şeyler üretme ve içindeki zehri atabilme çabasıdır ki bunu da filmler aracılığıyla gerçekleştirir. bir şeyler üretmediği ölçüde yalnız ve sevgisiz bir insandan bahsediyoruz. bundan dolayı hikâyelerinin temelinde hep hayatına dair imgeler serpiştirir. bergman'ı daha iyi anlayabilmek için onun çocukluğuna, gençliğine, ailesiyle ilişkilerine ve kişisel hayatına daha yakından bakılması gerekir.

Küçük Bergman.

bergman, sert bir lutheryan papazın oğlu olarak sıkı disiplin altında yetiştirilir

çocukluğunda babası tarafından kendisine verilen ağır cezalar ve gösterilen şiddet olayları çok ufak yaşlarda psikolojisinin bozulmasına ve babasının bir din adamı olması kaynaklı dinden uzaklaşmasına vesile olmuştur. çocukluğunun bu sarsıcı deneyimleri tiyatro ve film yönetmeni olarak gerçekleştirdiği yapıtlarında belirgin bir rol oynar. bu yüzdendir ki bergman’ın karakterleri, diğerleriyle ilişki kurmakta ve yaşadığı hayata dair bir anlam yüklemekte zorlanan, sevgisizlik ve iletişimsizlik içinde kıvranan insanın yalnızlığını, mutsuzluğunu ve duygusal karmaşasını işler. fanny och alexander filminde küçük alexander'in salondaki heykelin canlandığını görmesi gibi bergman da algıyla hayal gücünün buluşmasını çok genç yaşta hisseder. bergman’a göre film yapmak, en derinlerde gizli köklerine ulaşarak, çocukluğunun dünyasına yeniden inebilmektir. çocukluğunda kalmış olan bir başka anı da sasom i en spegel filminin bir sahnesinde aşırı duyarlılık krizine yakalanan karin karakterini canlandıran harriet andersson, eski boyalı bir kağıdın üstündeki şekillerin canlandığını görür. tıpkı, bergman’ın küçük bir çocukken kızamığa yakalandığında, duvarda asılı venedik tablosundaki kanalın suyunun akmaya başlaması, güvercinlerin uçuşması ve insanların yalnızca el ve baş hareketleriyle sessizce konuşmaya başlamaları gibi. babası dolayısıyla papaz karakteri filmlerinde sık sık boy gösterir. det regnar pa var karlek ve sommarnattens leende filmlerinde papaz, açıkça itici biridir. det sjunde inseglet filminde sadece insanları sonun geldiğine dair korkutmaya yönelik vaazlar veren papazları, nattvardsgasterna filminde tanrının ölümünü yaşayan yararsız papazları, höstsonaten filminde bocalayan din adamını, yine fanny och alexander'da, vorgerus ile birlikte felaketin çağrıştırılışını yapan özellikle ürkütücü papazı görürüz. bergman, çocukluk döneminde yaşadığı bu zor yılların izlerini çok net bir şekilde filmlerinde betimlemiş.


yönetmenin ailesiyle birlikte geçirdiği zor yıllar, yirmili yaşlarına yaklaşmışken babasının ona attığı bir tokatla sona erer

bergman o günlere dair anılarından şöyle bahseder: “ağabeyim intihar girişiminde bulunmuştu. kız kardeşime ailenin itibarını kurtarmak adına zorla bir kürtaj yaptırıldı. ben evden kaçtım. annemle babam başı sonu olmayan yıpratıcı kriz içinde yaşadılar. dramımız herkesin gözünün önünde, papaz evinin pırıl pırıl aydınlatılmış sahnesi üzerinde oynandı.” ailesi dışında kişisel hayatında da duygusal anlamda çalkantılı bir yaşam süren bergman, boşanmayla sonuçlanan dört evlilikten sonra, kusursuz bir uyum yakaladığını düşündüğü son eşi, ingrid von rosen’i de 1995 yılında kaybetmiştir. eş seçiminde de başarıyı yakalayamamasının nedeni de annesi ile çocukluğunda güvenli bir bağlanma yaşayamamasından kaynaklanıyor. bu süreçleri de filmlerinde genellikle kadın-erkek ya da kadın-kadın ilişkilerini, dinle ilgili sorunlarını, tanrıyla hesaplaşmasını, intikam, yalnızlık, ihanet, yabancılaşma, ölüm gibi evrensel temaları tüm incelikleriyle işleyen bergman, ailesinin etkilerini ve aldığı din eğitiminin izlerini de beyazperdeye taşır. huzursuz, uyumsuz, yalnız, hep acı çeken ve hep öfkeli bergman’ın bugüne kadar intihar etmemesi ilginçtir ki bergman ölüm hakkındaki düşüncelerini de şöyle dile getirir: "ölüm korkunç. ölümün ardından ne geldiğini bilmiyoruz. isa’nın şu söylediklerine, hani babasının evinde pek çok güzel oda varmış falan; ben buna inanmıyorum. ben kendi babamın evindeki odalardan kaçtım. kendi babamdan da daha kötü olabilecek birisinin yanına taşınmak istemem. ölüm beni açıklanamayan bir dehşete düşürüyor. can acıtıcı olabileceğinden değil, hiçbir zaman uyanamayacağım korkunç düşlerle dolu olabileceğinden korkuyorum."


bergman hayatındaki bunca acıya rağmen tanrı’nın sessizliğini nihayet kabullendiği tystnaden (sessizlik) filmini takip eden ve 60’lı yılların ikinci yarısında imza attığı persona (1966), vargtimmen (1968) ve skammen (1968) gibi filmlerinin merkezindeyse yaratıcılık buhranlarıyla boğuşan, en derin korkularıyla yüzleşen sanatçı karakterleri yer alır. varoluşa dair yönetmenin her daim mesele edindiği o büyük sorular hâlâ geçerlidir ama artık inanç üzerinden değil daha ziyade hayat ve sanat üzerinden sorulmaya başlanmıştır. biçimsel yenilikçiliğiyle sinema tarihinin akışını değiştirdiği söylenebilecek persona’da ve sonrasında korku, dehşet, suçluluk, ceza, pişmanlık, iletişimsizlik, sevgisizlik gibi duyguları ve temaları kurcalamayı sürdürürken, bergman bir yandan da otobiyografik öğelere giderek daha sık yer vermeye başlar. çocuk yaşta belleğine kazınmış travmatik anıları, yıllar boyu gördüğü kâbusları, sevgilileriyle ilişkilerinde yaşadıklarını, filmlerinde giderek daha dolaysız bir biçimde kullanmaya başlar. işte bu yüzdendir ki bergman filmlerinde insan ruhunun; acıdan, korkudan, öfkeden ve bir o kadar çok pesimist duygulardan dolayı kopan parçalarının izlerini hissedersiniz. bergman'ın o incinmiş ruhunu, yarattığı karakterlerin yüz hatlarında ve sessizliklerinde görürsünüz.

not: özel hayatı ile ilgili bilgiler için bergman'ın 'büyülü fener' isimli otobiyografik kitabından alıntılar yapılmıştır.