Hollywood, "Klasik Müzik Dinleyen Katil" Karakterleri Üzerinden Ne Mesaj Veriyor?
hollywood'un klasik müzik dinleyen katili, sadece "klasik müzik dinleyen bir katil" değildir. amerikancılık nam olup iki buçuk yüzyıllık bir geçmişi olan zenofobik ideolojinin ürettiği sayısız basmakalıp ekran yüzünden de biridir o.
tüm bu çılgınlığın sıfır noktasına inmek için siyaset tarihi asansörüne binip sekizinci yüzyılın ortalarında inmek gerek ama ben edebiyat tarihi asansörüne binip üçüncü kuşak amerikancılardan ralph waldo emerson'ın katında ineceğim. tarih, 31 ağustos 1837. yer, amerika birleşik devletleri ile yaşıt olan phi beta kappa cemaatinin cambridge, massachusetts'teki mekanı. aralarında dönemin abd başkanı martin van buren'in de bulunduğu her alandan sanatçı ve biliminsanından teşekkül bir grup dinleyicinin önünde konuşma yapmak için söz hakkı alan emerson, şöyle diyor: "avrupa'nın saygın esin perisini yeterince dinledik. amerika'nın özgür insanının ruhu şimdiden tutuk, taklitçi ve yavan bir hal almış durumda. bundan böyle kendi ayaklarımızla yürüyecek, kendi ellerimizle çalışacak, kendi aklımızın dilinden konuşacağız."
sadece 18 yıl sonra gelmiş geçmiş en özgün edebi kalemlerden biri olan walt whitman'ı ortaya çıkaracak olan emerson imzalı bu amerikancı politika, bu haliyle, kendisini avrupa'dan ileride gören, binlerce yıllık avrupa tarihini hiçe sayan bir ideoloji olarak çıkmıyor karşımıza. bilakis, sıfırdan bir ülke kurmayla geçen 60 yıllık tarihinin sanat yönünden ne denli fakir ve güdük kaldığını alenen ifade ediyor emerson. fakat konuşmasını epey yüksek sesle yapmış olacak ki, amerikancılığının kapsamı bugün aldığı halle hermann hesse'yi haklı çıkarmış oluyor: "bir şeyi yüksek sesle söylemeye gör, anında farklılaşır."
hollywood'u amerikancılık ideolojisinden bağımsız düşünmek mümkün değil. hollywood'a amerikancılığı için kızmak da pek mümkün değil zira dünyanın düzeni böyle; "ben" oluşunun ayırdına varmak isteyenler kendilerini diğerlerinden ayıran çizgileri iyice kalınlaştırmadan başaramıyorlar bunu. fakat söz konusu amerikancılık olduğunda görünen o ki, öykünmenin kötücüllükle harmanlanıp hasetleşmesi ve "sanatsal rekabet"in geçilemeyeni karalamak boyutunda düşmancalaşması mide bulandırıcı bir iğrençlikte vuku bulmuş.
hollywood, klasik müzik dinleyen katillerle dolu bir sinema ortamı. niteliklerinin tayinine ikinci dünya savaşı sırasında başlanan ve savaşın akabinde en çok kullanılan ve rastlanan basmakalıp karakterlerden biri halini alan "klasik müzik dinleyen katiller" arasında yok yok:
• alfred hitchcock'un 1960 tarihli "psycho"sunda pikabında ludwig van beethoven'ın "eroica"sının plakı bulunan norman bates,
• stanley kubrick'in 1971 tarihli "a clockwork orange"ında ludwig van beethoven'ın "dokuzuncu senfoni"sini dinleyen alex delarge,
• steven spielberg'in 1993 tarihli "schindler's list"inde johann sebastian bach'ın "ingiliz süiti no. 2"sini çalan nazi askeri,
• ridley scott'ın 2001 tarihli "hannibal"ında johann sebastian bach'ın "goldberg varyasyonları"nı dinleyen hannibal lecter,
• gus van sant'in 2003 tarihli "elephant"ında ludwig van beethoven'ın "für elise"sini çalan alex frost,
• jeff lindsay'in 2006 tarihli "dexter"ında wolfgang amadeus mozart'ın "rondo alla turca"sını dinleyerek araba kullanan rudy cooper.
tüm bu karakterler üzerinden verilmeye çalışılan muhtemel mesaj ise şu: "yirminci yüzyılı kana bulayan dünya savaşlarının müsebbibi avrupa'dır. bugünün avrupa'sını yoğuranlar beethoven'ın, bach'ın, mozart'ın eserlerini dinleyerek yapıyorlardı bunu. avrupalılar, tüm o "yüksek sanatlarıyla" su katılmamış birer sosyopat, birer psikopattır. klasik müzik gibi hatları tartışmasız bir kesinlik gerektiren ve kendisini icra edecek müzisyenden robotlaşmış bir bünye bekleyen bir müziğe gönül vermişler, bizim caz ile yoğrulmuş akışkan bünyelerimiz için tehlikelidir. bu yüzden filmlerimizi klasik müzik dinleyen psikopatlarla doldurmalı ve kendisinden haset ettiğimiz avrupa kültürünü bir şer odağı haline getirip toplumumuzun algısında avrupa'nın yüksek sanatını gayrı insanilikle ilişkilendirmeliyiz."
beethoven'ı, bach'ı, mozart'ı zerre dolaylama dahi yapmaksızın başta almanya olmak üzere bütün bir avrupa'nın dünya savaşlarındaki rolüyle, ölen milyonlarca insanın vebaliyle, adolf hitler liderliğindeki nazilerle etiketlemek, abd'ye yalnızca avrupa kültürünü karalamanın değil, kendi kültürünü aklamanın da imkanını sağlıyor. hollywood, izleyicisine envai çeşit klasik müzik eseri dinleyerek envai çeşit psikopatlık yapan karakterler sunuyor ama amerika birleşik devletleri'ni gerçek anlamda kana bulamakta olan canilerin klasik müzikle uzaktan yakından bir alakaları yok:
• 13 yıllık bir sürede 17 kişiyi tecavüz edip öldüren jeffrey dahmer sıkı bir black sabbath hayranıydı.
• rastgele girdiği evleri kana bulayıp kaçan kaliforniya gecelerinin kabusu richard ramirez bir ac/dc hayranıydı.
• palyaço kıyafeti giyip çocukları katleden john wayne gacy bir reo speedwagon hayranıydı.
• 1979 ile 1981 yılları arasında 23'ü çocuk en az 25 kişinin katili olan wayne williams'ın hayranı oldukları arasında b.b. king, bobby bland, tyrone davis ve z z hill vardı.
• ikisi çocuk 14 kişiyi tecavüz edip katleden arthur shawcross gerçek bir gg allin'in hayranıydı ki gg allin'in de en masum eylemi çocuk katili john wayne gacy'yi hapishanede ziyaret etmek olan ziyadesiyle tehlikeli ve korkutucu bir adamdı.
hollywood'un arka sokaklarında hal böyleyken hollywood stüdyolarının klasik müzik dinleyen katillerle dolup taşıyor olması, amerikancılığın, daha doğrusu herhangi bir kültürün kollayıcılığını yapmanın iğneyi de çuvaldızı da başkasına batırmakla ilgili olduğunu ayan beyan gösteriyor. evet, yoğurtçu yoğurdum ekşi demez, binlerce yıllık bir bilgidir bu, üstelik müsamaha dahi gösterilebilir buna. fakat kendi yoğurdunun ekşiliğine bakmaksızın başkalarının yüzlerce yıllık birikimini basmakalıp karakterler gibi dolaylı yollarla mesnetsiz ithamlar saçarak lekelemeye çalışmak...
işte emerson'ı, thoreau'yü, whitman'ı utandıracak haysiyetsizlik!