MİMARİ 23 Aralık 2020
37,9b OKUNMA     547 PAYLAŞIM

Hayat Telaşına Karşı Koymanın Alternatif Bir Yolu: Küçük Boyutlarda Yaşamayı Sevmek

Sadece mimari açıdan küçük alanda bir yaşam değil, fazla lüks ve konfor aramadan, gelecek umudunu biraz da elindekiyle yetinme duygusuyla yoğuran bir yaşamı seçmekten bahsediyoruz. Yani küçük boyutlarda yaşamayı seçmekten.

küçük boyutlarda yaşamayı sevmek, içine kapalı olmakla doğrudan veya dolaylı bir ilişkisi olan bir durumdur. küçük boyutlarda yaşamayı seven insanlar azla yetinmeyi seven insanlardır. bu konu hakkında direk "bu insanlar ufak evlerde yaşarlar" gibi bir genelleme yapmak bir o kadar doğru olduğu halde, bir o kadar da yanlıştır. insanların yaşadıkları yerler, her zaman onların insiyatifiyle belirlenmiş yerler değildir, o yüzden bu kişinin genel yaşam tarzından, belki çocukluğundan başlamayı deneyelim.

kendimden örnek verecek olursam, çocukluğumdan beri hep derli toplu, küçük ve düzenli bir odam olmasını istemişimdir. fakat, gerek kardeşimle beraber aynı odada kalıyor olmam, gerek annemin kendi ev düzeni konusunda çok titiz olması benim odamı istediğim gibi düzenlememi engellemiştir. ama ben yine de kendi çapımda boyutlarımı az da olsa belirleyebilmiştim. odamda en sevdiğim yer parmaklıklı karyolamdı. dolabımı ve komodinimi yatağın yanına yerleştirme konusunda annemi ikna edebilmiş, oyuncaklarım, okul eşya, araç ve gereçlerim, hepsi kolay erişilebilir bir noktada ve kendimin statik etki alanımın içerisindeydi.

ne kadar mantıklı bir olay bilemiyorum ama metroda kendilerine kartondan evler yapmış japonların hikayesini televizyondan izlediğimde çok etkilenmiştim. o insanların mukavva kolilerden evleri, o evlerin içerisinde de bir yatak ve minimum düzeyde eşyanın yerleştirilebileceği bir ortam vardı. hatta ayakkabılarını dışarı bıraktıklarını görünce çocuk aklımla onlara kızmıştım, içeride ayakkabılar için bir yer yapamamış mı diye. velhasıl o günden sonra bu insanların kendilerince meydana getirdikleri kendi kapalı ekosistemleri benim aklımdan çıkmadı. bu yazıyı yazarken bile mukavva evinin içerisinde ayakkabılarını dışarda bırakıp uyuyan japonun görüntüsü gözümün önünden gitmiyor.


bana geri dönecek olursak, üniversiteyi kazanıp ankara'ya gelene kadar o odada yaşadım. sonra yurt hayatı, sonra öğrenci evi derken tamamen kendime ait bir odam oldu. kendime ait bir odam oldu fakat hala bu odanın bile benim istediğim ortam için fazla büyük olduğunu düşünmekteyim. halen hayalini kurduğum kare şekill, en fazla 3x3 boyutlarında, eşyalarım duvar kenarlarına dizilmiş, ortada bir boş alan.. evet fazla bir şey istemiyorum.

bu kadar ben yeter. genel tanıma geri dönecek olursak, (bkz: bütün genellemeler yanlıştır)

bu insanlar içlerine kapanık insanlardır. dışarıdaki tehlikelere ve karmaşıklığa kendi mekanlarında karşı koymayı tercih ederler. onların mekanları, onların en güçlü oldukları yerdir, bir nevi kale gibi. kendi odalarında yağmurlu bir gecede içmekten aldıkları zevki, başka hiç bir şey onlara veremez... içmenin yerine başka şeyler de gelebilir, duruma ve kişisel tercihlere göre. sonuçta olayın özü, kendini dinlemek, rahatlatmak ve itiraf etmenin dayanılmaz hafifliğiyle içine kapanık bir asosyal olduğunu kendine itiraf etmektir. biraz agresif bir tanım olsa da, küçük boyutlarda yaşamayı seven her insanın içerisinde biraz asosyallik, biraz da içine kapanıklık vardır.

(bkz: içine kapanık olmak)
(bkz: asosyal)
(bkz: yalnızlık)

küçük boyutta yaşamak: insanın dar alanlarda, sınırlarını görebileceği küçük yerlerde kendini iyi hissetmesi durumu

benim gibi bu durumdan hoşnut olanlar için asosyal ve içine kapanık insanlardır denmiş. içine kapanıklık nispeten doğru ama asosyal olmadığımı net bir şekilde söyleyebilirim. belki de aslında ihtiyacım olan şey asosyal olmaktır kim bilir. ve minik kare bir oda, kare eşyalar, başkasının sığmayacağı kadar dar bir alan. küçücük yer, kocaman özgürlükler.


küçükken birçoğunuz gibi ben de kardeşimle aynı odayı paylaşırdım ve kendimle kalmak istediğimde masanın altına girerdim. çok büyük gelirdi masanın altı, yastıklardan sadece beni çevreleyen bir ev yapardım. bazen elbise dolabına girer otururdum. anneannemin evini çok severdim ama büyüklüğü beni rahatsız ederdi, neyse ki çok ağaç vardı bahçesinde. ağacın üstünde değilsem mutlaka birinin altında kendime topraktan bir sınır belirlemiş oraya oturmuş bulurlardı beni, ya da kümeste. en sevdiğim oyun saklambaçtı mesela, kuytu yerler bulmanın en güzel yoluydu bu ve o yeri bulunca sobelemek için bile çıkmak istemezdim bulunduğum yerden. şimdi de nefes almak istediğimde evin en kuytu ve karanlık yerine gidip birkaç dakika da olsa kendimi geniş yerlerden olabildiğince sakındığımı fark ettim. bunun bana ne kadar iyi geldiğini anlatmamın imkanı yok. tutkunu olduğum uçsuz bucaksız denizlerde, bitmesin dediğim kocaman ormanlarda, uçaktayken dünyanın büyüklüğünü gözüme gözüme sokan gökyüzünde kendimi ne kadar iyi hissedersem hissedeyim hiçbiri o masanın altı, dolabın içi, ağacın kovuğu ya da karanlık küçük bir kiler kadar bana iyi gelmiyor. sınırlar da sadece bu anlarda beni ben yapıyor.