BİLİM 6 Haziran 2018
19,7b OKUNMA     724 PAYLAŞIM

Görmenin Neden Sadece Görmekten İbaret Olmadığını Anlatan Enfes Bir Yazı

Görmek, sadece görmek değil; aynı zamanda anlamak, idrak etmek, bilinç ve daha birçok şey demek.
iStock

görmek; anlamak, kavramak, idrak etmek; ve hatta bilinç ve farkındalıktır.

görülüyor ki, hem türkçede hem de diğer dillerde görmek fiilinin doğrudan bu anlamında kullanılışı çok yaygın. bir şeyi anladığında "i see" der ingilizler, veya bulunduğu halin farkında olmayana "başına gelecekleri göremiyor" deriz. barizdir ki göz aracılığıyla bir nesneyi görmekten ziyade bir olayı/kavramı anlamak, işleyişinin farkında olmak, mefhuma bir anlam atfetmek anlamlarını taşır bu kullanım. güzel de, görmek ile anlamak arasındaki dilin kurduğu bu köprülerin kaynağı neresidir? kanımca, bu köprülerin birer karşılığı da beynimiz içinde kurulmuştur; işin aslı budur. 

bu çerçevede, görme esnasında beynimizde neler oluyor biraz bakalım

ışık, gözdeki ağ tabakaya ulaştığında o bölgedeki hücreler uyarılır ve beynin arka taraflarındaki görme merkezine sinyaller gönderilir. görme merkezi nasıl bir şeydir? birbiriyle bağlantı halinde olan milyarlarca sinir hücresinin oluşturduğu yapılardan biri... buradaki sayısız hücre, hem birbirleriyle hem de beynin diğer bölümleriyle elektriksel etkileşim halinde bulunuyorlar. göz sinirlerinden gelen uyaranlar bu bölümü aktive edince buradaki hücreler hemen birbirlerine yeni uyaranlar gönderiyorlar. ama daha şimdiden kaybolduk, görüntüyü beynin içinde nasıl takip edeceğiz? ışığın göz merceğinden geçip ağ tabaka üzerinde odaklanması durumunda görüntü ile birebir analoji kurabiliyorduk, zira analog bir işlem gerçekleştirilmişti; ama bir daha bu görüntüye benzer bir şey göremedik, yalnızca karman çorman impulslar var elimizde. bu noktada, akla hemen "sinir hücreleri arasındaki etkileşimi görsel bir deneyime dönüştürmek nasıl bir şeydir?" sorusu geliyor. qualia labirentlerine hoşgeldiniz.


daha şimdiden görme durumunu klasik bir kameranın yaptığı çekimle benzeştirmenin hatalı bir analoji olacağı ortaya çıkmış olmalı. evet, kameranın göz gibi bir merceği var, görüntüyü bir bölgede odaklıyor, ve ardından bu bilgiyi başka formatlara çeviriyor. ama unutmamalı: kamera hiçbir şey görmüyor, o sadece görüntüyü birebir dönüşümlerle başka şekillere sokup bir yere kaydediyor. görme fonksiyonunu gerçekleştiren yine biziz.

son kullanıcının insan olmadığı, kendi kendine görebilen başka makinalar yapılamaz mı? 

işte bu konu, görmek ile anlamak arasındaki yakın ilişkiyi ortaya çıkaracak bir başlangıç olacak. örneğin park ederken arkadaki arabaya çok yaklaştığınızda uyarı veren cihazlar var. bu cihaz bir şeyler görmekte midir? görmekten ziyade, hissetmeye daha yakın diyebiliriz. bu cihazlar, şiddeti belirli bir seviyeye ulaşmış bir sinyal durumunda uyarı vermekten başka bir şey yapmıyorlar. gözlerimiz kapalı halde iken sobaya yaklaştıkça hissettiğimiz sıcaklık artışı deneyiminde olduğu gibi, parametresi yalnızca sinyalin şiddeti olan tek boyutlu bir algılama dünyası bu. yine de, görme halinin konumlandırma ile yakın ilişkili olduğunu gösteren güzel bir örnek.

daha gelişkin cihazlar var elbette. ama bildiğim kadarıyla, bizim gibi gören bir makina henüz yapılamadı. qualia, zaten birey dışına çıkarılamayan eşsiz bir deneyim ise, "bizim gibi görmek" derken ileri gitmiş olmuyor muyuz? 


o halde görme konusunun çerçevesini çizmenin vakti geldi

1. ışığın şiddet farklılıklarını ayrıştırmak: kontrast.
2. ışığın frekans farklılıklarını ayrıştırmak: renkler (opsiyonel).
3. bir gölge ve renk karmaşası halinde gelen görüntüyü nesneler olarak ayrıştırmak (en esaslı madde).
4. görülen nesneler arasındaki konumsal farklılıkları korumak: geometrik tutarlılık.

şimdilik aklıma gelenler bunlar. bu koşulları sağlayan herhangi bir makinanın gördüğünü söyleyelim. kırmızıyı benim gibi görmesine gerek yok; dolayısıyla bu tarifle qualia problemini ortadan kaldırmış bulunuyoruz.

ilk iki maddeyi başaran cihazlar yapmak çok kolay. ancak 3. madde hayli zorlayıcı. bir renk yığınını diğer bir renk yığınına göre nasıl ayrıştırabiliriz? bunu yapmanın sonsuz yolu vardır heralde. aklıma ilkin nesnenin sınırları konusu geliyor. benzer renklere sahip olup bir sınır çizen bir hattı belirlemek gerekli. ama bu yeterli değil elbette. şu anda tam karşımda olan bilgisayar ekranında bir çok sınır çizgisi görmeme rağmen onu bir bütün olarak algılayıp kendisine ekran diyebiliyorum. sınırların yanında, konumsal ilişkiler de çok önemli demek ki. birbirine hem renk hem de konum olarak yakın renk gruplarını bir nesne kümesinde toplayabilirim... konunun uzmanı olmadığım için acemice ortaya koyduğum fikirler bunlar, kim bilir daha ne kıstaslar vardır.

yapay zeka araştırmalarının önemli bir kısmı görmek konusuna odaklanmış durumda. ufak da olsa biraz yol katedildi. örneğin el yazısını okumakta zorlansalar da kitap harflerini daha kolay tanıyabiliyorlar. belirli bir insanın sesine tepki verebiliyorlar. ses mi dedim? görmek konusuyla ne ilgisi var? işte tam da böyle bir ilgisi var! ses veya ışık olsun farketmez; müthiş bir data kalabalığı içinde belirli bir grubu ayrıştırabilmek, örüntüyü tanımak, yani nesneleştirmek, çözülmesi en güç problem.

nesneleştirme konusunda makinalar yerine insana yeniden döner de beynin bu işi nasıl yaptığını anlamaya çalışırsak hayli ilginç durumlarla karşılaşıyoruz. örneğin, beyinde tek bir görme merkezi yok. ana görme merkezine ulaşan sinyaller, bir çok farklı merkeze dağılıyor, görme işlemini beraber oluşturuyorlar. beynin hangi bölgesinin hangi işlevi yerine getirdiğini net çizgilerle belirlemek zor, ama yine de kabataslak görev dağılımı yapılabiliyor. bu dağılımda beyni bir şekilde hasar görmüş hastalardan elde edilen bilgilerin önemi büyük. hastanın yaşadığı algı kaybı ile beyindeki hasarlı bölgelerin birbiriyle haritalanması sonucunda beyindeki görme merkezleri önemli ölçüde belirlenmiş.

çok garip hastalıklar var

örneğin, yüzleri tanıyamamak (yüz agnozisi). bu hastalar, karşısındaki kişi en yakın tanıdığı olsa bile kim olduğunu bilmiyor. ama "merhaba" dediğiniz anda sesinizden kim olduğunuzu anlıyor. bu hastalık sonucunda, tamamen yüzleri tanımaya özelleşmiş bir beyin bölgesi olduğu ortaya çıkıyor. yüz tanımanın insan evrimindeki öneminin ne kadar büyük olduğuna kanlı canlı bir örnek... en şekilsiz bulutları insan yüzüne benzetirken, ya da iki göz bir burun bir ağız çizerek yüzlerce yüz ifadesi elde ederken hep bu bölgeden geçiyoruz galiba.

bir başka rahatsızlık: körgörü. bu hastalar, belirli bir bölgedeki nesneleri görmediklerinden eminler. ama görmediğini iddia ettiği bölge aslında gözün görebileceği alan içinde kalıyor. gözde bir hasar da yok. ve işin ilginci, esasında görüyorlar! örneğin sağ tarafında körgörü olan bir hastanın görmediğini iddia ettiği bölgeye bir vazo koyuyorsunuz. "burada ne var?" diye soruyorsunuz, o da cevaben "görmüyorum ki?" diyor. "boşver, at kafadan bişey" diyorsunuz, o da "e vazo diyim o zaman" diyor... deneylerde bu hastaların büyük bir tutarlılıkla görmediklerini iddia ettikleri nesneleri bildikleri ortaya çıkıyor. demek ki, renkler ve ışık dataları kendine has quila'yı yaratamasa da, bu data beynin konumlandırma ve nesneleştirme proseslerinden geçmeyi başarmış.

bir de doğuştan kör olup da yıllar sonra ameliyat edilen kişiler var. bu kişiler, bir felsefi sorunun da cevabını vermiş bulunuyorlar. john locke'un sorusu şu: "doğuştan kör bir kişi, bir küre ve bir piramiti elleriyle yoklayarak bu iki cismi kolaylıkla tanıyabilir. bu kişi bir şekilde görme kabiliyetine kavuşursa, dokunmadan, yalnızca bakarak bu iki cismi birbirinden ayırt edebilir mi?" modern tıp sayesinde elde edilen cevap ilginç: "hayır, ayırt edemez". böyle bir deneyim yaşamamış olan benim gibi çoğu kişi bu cevaba şaşırmıştır sanırım. biri köşeli, biri de yuvarlak hatlara sahip iki cisim nasıl olur da ayrıştırılamaz? bu kişilerin anlattığına göre, ilk görme anı filmlerde gördüğümüz gibi değil. "yıllardır bana bakan güzel yüz böyle miydi?" diyemiyor bu kişiler gözlerini açtıklarında. "ışık ve gölgenin tam bir kaos halinde akması" şeklinde tarif ediyorlar ilk deneyimlerini. gördükleri şeyler midelerini bulandırıyor ve gözlerini kapama ihtiyacı hissediyorlar. hatta bir nesneyi tam olarak anlayabilmek için öncelikle gözlerini kapatıp uzun uzun dokunma gereği duyuyorlar. karşıdan karşıya geçerken gözlerini kapatan bile var.


bunun gibi birkaç örnekten bile görülebileceği üzere, görmek yalnızca görmek değildir

farkları ayrıştırmak, ortaklıkları yakalamak, belirli ortaklıkları bir araya getirip nesne inşa etmek ve bu nesneleri uzayda konumlandırmak gibi birçok boyutu var. işte "görmek anlamaktır" iddiasına da buradan geliyorum. anlama sürecinin temelinde de bu boyutların yattığı kesin. hatta diyebiliriz ki, insanın akıl yürütme, konuşma, yazma gibi rasyonel kabiliyetleri, görme bölgelerinin organizasyonu sonucunda ortaya çıkmıştır. zira tüm bu yetenekler, görme prosesinden yararlanırlar. bilişsel bilimciler ve biyologların görme üzerine bu kadar deney yapmasının sebebi de bu anlayışta yatıyor olmalı. çünkü görmeyi anlayan, nesneleştirmeyi, soyutlamayı ve ilişki kurmayı anlama şansına sahip olacaktır.

dilde görmek fiilinin özellikle 'anlamak, idrak etmek' anlamında kullanılmasının kökeninde, beynimizin bilgiyi birçok kanala ayrıştırıp uyumlu bir şekilde toparlaması şeklindeki işleyişinin olması kaçınılmaz. görür soyutlarım, soyutlar kavram yaratırım, kavram yaratır yeni anlamlar bulurum...

(bkz: and with these words, i can see)

Bu içerik de ilginizi çekebilir