SİNEMA 15 Kasım 2017
36,3b OKUNMA     759 PAYLAŞIM

Fight Club, Tüketim Toplumunu Eleştirirken Bizzat Tüketim Nesnesi Olan Yüzeysel Bir Film mi?

1999 yılından beri özellikle Y Kuşağı için sinema denince akla gelen ilk örneklerden biri olan Fight Club, eleştirdiği mevzuları bizzat kendi yararına mı kullanıyor?

not: eleştiriler kitap değil film üzerine kuruludur.

fight club sistem eleştirisi yapar gibi görünüp aslında sistem yapmanın ekmeğini yiyen, ticari kaygılarla çekilmiş, dolayısıyla tüketim toplumunu sözüm ona eleştirirken bizzat tüketim nesnesi olan, kendini seyirciye beğendirme kaygısı paçalarından akan vasat bir hollywood filmidir.

ikea ve rehabilitasyon merkezi üzerinden toplum eleştiri yap, sistemin ne kadar kötü olduğuna dair aforizmalar savur, daha çok beğenilmek adına sürprizli son gibi bir klişeye baş vurmaktan hiç kaçınma (ki bu anlamda beğeni seviyesi açısından kendi seyircini aşağıla), bir saniyeliğine penis göster ki ne kadar aykırı olduğunu cümle alem görsün, duygulanım seviyesi yüksek bir müzik eşliğinde gökdelenleri patlat ki yürekler titresin, ha bir de neymiş efendim aslında orada brad pitt varmış da biz görmemişiz haydi şaşıralım... bir film ancak bu kadar ucuz olabilir dostlarım. film bu haliyle goethe'nin şu sözlerini hatırlatıyor:

"başkalarının artıklarından çeşitli şeyleri karıştırarak farklı lezzete bir çorba hazırlayınız ve kül yığınlarını solgun ışıklar çıkıncaya kadar üfleyiniz, bununla çocukları ve maymunları belki kendinize hayran edebilirsiniz, ama sözünüz gönülden doğmazsa, kalpleri birbirine ve kendinize bağlayamazsınız"


geothe burada özgün ve gerçek bir sanat olarak sanatçının zihninden süzülen sinema filmleriyle, fight club gibi beğeniye oynayan ucuz gişe filmleri arasındaki farkı koyuyor

yani bir tarafta michelangelo antonioni, federico fellini, andrei tarkovsky, andrzej wajda gibi büyük sanatçıların filmleri, diğer tarafta ticari sinemanın dil ve biçim açısından birbirinin aynı bol makyajlı filmleri.

peki daha üst metinde çöp olan bu film neden bu kadar seviliyor ve neden bu kadar popüler oldu? cevabını ilerleyen satırlarda vereceğim ama önce biraz daha derine inmek istiyorum.

nasıl bir sistem ve nasıl bir eleştiri ? sistemin sinema sanatında karşılığı olan dili dramatik yapıdır bir diğer deyişle aristo'cu anlatım. bir kere sistemin dilini kullanıp, onun bütün günahlarını işleyerek sistem eleştirisi yapamazsın, ancak yapıyormuş gibi görünebilirsin. düzenin görünen yüzüne bir kaç küfür, bir kaç aforizma ile dil uzatarak da sistem eleştiri yapılmaz..

hemen burada "gerçeğin kendisi illüzyon-yanılsamadır" diyen bertolt brecht'in epik anlatım kavramı üzerinden, peter wollen, godard ve karşı sinema: doğu rüzgarı adlı makalesinde ortaya koyulan sinemanın yedi büyük günahı devreye girer.

bunlar ana başlıklarıyla

1: geçişli anlatı
2: özdeşleşme
3: saydamlık
4: tekli anlatım
5: kapalılık
6: hoşlanma
7: kurmaca

bunun karşısına brecht

1. naivete
2. mesel çalışması
3. epizotik anlatım
4. gestus
5. yabancılaştırma
6. tarihselleştirme
7. anlatımcı yapı
8. göstermeci oyunculuk

kavramlarıyla çıkar. geniş seyirci kitleleri için bir «düş makinası» olma işlevi sürdüren geleneksel sinema, serim düğüm çözüm bölümlerinden oluşur seyirciyi katharsise yani duygulardan arınmaya - boşalmaya ulaştırmayı hedefler ve özdeşleşme yoluyla seyirciyi film süresi boyunca oyalamaktan, avutmaktan ve eğlendirmekten öteye geçemez.

brehcht "özdeşleştirme"nin karşısına "yabancılaştırma" kavramıyla çıkar ve şöyle buyurur;

"başka hayatlarla yaratılan gerginliğin ve özdeşleşmenin gitgide zirveye çıkıp azalması sonucu oluşan haz ilkesi çerçevesinde kurulan geleneksel sinemada izleyici, kendi yaşantısından bir saati geçkin bir zamanda uzaklaşmakta. uzaklaştığı en önemli durum ise zihinsel faaliyeti olmakta. “bu seyircinin yaşamda üretim süreci içinde her gün ve her gün tükenmekte olan aktivitesinin, bir film boyunca yaşamdakine benzer bir yaşantı içinde bir kez daha tüketilmesinden başka bir şey değildir. böylece seyirci kendisine sunulanları herhangi bir eleştiri süzgecinden geçirmeksizin kabullenmek zorunda kalmaktadır.”


fight club ve diğer klasik anlatı sinemasının yaptığı da tam olarak bunlardır. özdeşleşme ve katharsis yaşatır

yanlış olmasın ben klasik anlatı kötüdür demiyorum bilakis klasik anlatıda da usta yönetmenler elinden çıkmış ziyadesiyle başarılı onlarca film mevcut. john ford, steven spielberg, alfred hitchcock gibi yönetmenlere saygımız sonsuz. zaten yaptığım klasik anlatı ile modernist sinema karşılaştırması değil, modernist sinemanın eleştirel yaklaşımını göstererek hem biraz ufuk açmak hem de işlerin o kadar ucuz olmadığını göstermeye çalışmak. zira sağda solda "ağbi fight club çok yi yea tam bir sistem eleştirisi" diyenlerin ağzına terlikle vurmak yerine bu yolu tercih ediyorum. ayrıca bu fight club sevenlere, filmde konu edinen tüketim toplumuna yakın plandan gerçekçi ve ziyadesiyle ufuk açıcı bir analiz sunan the century of the self adlı belgesel serisini seyretmelerini tavsiye ederim.


gelelim bu kadar vasat bir film nasıl oluyor da bu kadar beğeni topluyor?

bunun birbiriyle ilişkili, birbirini tamamlayan iki sebebi var bana kalırsa. biri popüler kültür yani kitle kültürü ikincisi kitle kültürünün yüzeyselliği ile alakalı olarak bir sanat olarak sinemaya karşı derin bilgisizlik. deniz derya bir alan olan sinema dünyasında, fight club gibi yüzeyinde yüzeyinde olan bir film göz boyayabiliyor.

peki sisteme gerçek bir eleştiri nasıl olur olmalıdır. o zaman fransız yeni dalga yönetmenlerinden françois truffaut'nun la nuit américaine filmini örnek veririm.

Gecenin Ötesi (La Nuit Américaine) - 1973

sinema ve sistem eleştirisi demişken federico fellini'nin "dedem tuğla örüyordu, babam tuğla örüyordu, ben de tuğla örüyorum ama hala bir evimiz yok" sözü ile aklıma kazınan"amarcord" filmine değinmezsek büyük günah işlemiş oluruz. bu filmi seyredip "68 ve sinema" kitabında filmin analizini okuyan bünyeler sinema sanatı dahilinde sistem eleştirisinin özgün bir dille üst seviyede nasıl muazzam bir şekilde ortaya koyulabileceğini daha iyi anlar.

edit: sinemanın yedi büyük günahı için zelos nicki arkadaşa teşekkürü borç bilirim. brehcht estetiği üzerine bazı bölümlerde http://yazarbozar.blogcu.com/…igi-ve-sinema/6145093 ilgili blogdan yararlanılmıştır.

Sözlük yazarı "kagemusha" bu önermeye karşı görüş belirtmiş

(bkz: filmlerle sosyoloji)
(bkz: bir film nasıl okunur)
(bkz: sinemada göstergeler ve anlam)
(bkz: senaryo yazımının ilkeleri)

aferin okumuşsun bunları, üzerine kendi görüşünü de katmışsın ama fight club kötü bir film değildir. söylediğini kitabın yazarı chuck palahniuk da söylüyor "bu kitaba hollywood'un bu kadar para harcaması büyük bir paradokstur" diyor. 

palahniuk,
kendisine hollywood'un milyonlarca dolar harcayarak tüketim karşıtlığı
hakkında şiddetli bir film yapmaya karar vermiş olmasını gülünç bulup
bulmadığı sorulduğunda, "bundan daha absürd bir şaka olamaz herhalde. bu
durum bir bakıma filmin kendisinden bile daha komik" diye cevap verir (cnn 1999).

kapitalizm bunu hep yapıyor. her şeyi meta düzeyine indirgeyip kâra çeviriyor. sistemin içler acısı halini gösterip belgesel yapan adamlara oscar ödülü veriyor. che kibi ömrünü kapitalizmle savaşa adamış adamı maskot edip dünyaya pazarlıyor. onlar için içerik önemli değil paraya dönüştürülebiliyor mu bu önemli. bunu yaparak da kendilerince dalga geçiyorlar.

klasik senaryo ve avangard ayrımında ise fight club filmini tek bir yere yaslayamayız, okuduğun kitaplarda bunu görmen lazımdı.

"dövüş kulübü baştan sona sürekli şizofrenik bir mantıktan faydalanır. örneğin film boyunca tekrarlanan 'ayrıştırma' motifi postyapısalcı fransız felsefesine ve maymunlar cehennemi / planet of the apes ve 12 maymun /12 monkeys tarzı postapokaliptik ilkelciliğe bir çifte gönderme niteliği taşır. hem ticari açıdan tam bir başarı hem de tüketim toplumunun bir eleştirisidir. hem modernist teknikler (örneğin geriye dönüşler içinde geriye dönüşler, anlatıcının dramatik yanılsamaları yıkarak doğrudan izleyiciye hitap ettiği brechtvari epik kesmeler, vb.) hem de pop-art bir yaklaşım sergiler. aynı anda hem isa motifleriyle (örneğin mağaralarda yapılan ilk hıristiyanlık toplantıları gibi, kavgalar da otoparklarda, depolarda gerçekleşir) hem de nietzsche'yi anıştıran deccal motifleriyle doludur. hem frankfurt tarzı bir karamsarlık/seçkinciliğe (asla memnun olmayayım, kurtar beni...) hem de kitle hareketine (faşizme) atıfta bulunur. dövüş kulübü hem bir şiddet filmi hem de bir komedidir, hem popüler kültür hem avangard sanattır, aynı şizofrenik paket içinde aynı anda hem felsefe hem de popüler felsefedir. bir yorumcunun söylediği gibi, "bütün o devrimci, her şeyin-içine-edeyim cengaverliğine rağmen, dövüş kulübü'nün asıl sırrı dönemin en başarılı komedilerinden biri olmasıdır. kanı, patlamaları, nietzschevari sözlü atışmaları, o tuhaf cinsiyet mutasyonunu bir kenara bırakırsanız... bu basbayağı komik, yıkıcı bir şeydir"( salov )

filmde göstergebilim açısından incelenecek metaforlar da kullanılmıştır. insan yağından sabun üretme fikri nazi toplama kamplarını aklımıza getirir. tıpkı tyler'ın dediği gibi: "uygarlığın mihenktaşı - sabun yapıp satıyorum." yağ aynı zamanda açgözlülük ve yararsız tüketime bir göndermedir. broşürlerdeki alev resmi. burjuva konforu eleştirisidir.

fazla uzatmadan, 2-3 kitap okuyup gelip ekşi sözlük'e "fight club neden kötü bir filmdir" diye başlık açmak yakışmaz.