Eski Jurassic Filmleriyle Jurassic World Rebirth Arasındaki Müthiş Entelektüel Fark
steven spielberg’in 1993 tarihli jurassic park’ında, t-rex’in titreyen su bardağında hissedilen adımları, sinemanın sadece bir gösteri değil, aynı zamanda bir harikalar diyarı olabileceğinin sarsılmaz kanıtıydı. bardaktaki suyun halkaları, perdedeki imajın fiziksel bir gerçeklik yaratabileceğine dair ilkel, büyülü inancımızı tazeliyordu. şimdi bu sahneyi yine izleyin yine gerilirsiniz, çünkü yönetmen bizi karşılaşacağımız şeye çok iyi hazırlıyordu. otuz küsur yıl sonra, jurassic world: rebirth’ün sağır edici gürültüsü ve anlamsız dijital kaosu içinde o anın ne kadar kıymetli, ne kadar kırılgan olduğunu anlıyoruz. zira bu yeni film, adının vadettiği o yeniden doğuşun aksine, bir serinin yaratıcı iflasının ve sinematik ruhunun ölümünün otopsisidir; michael crichton’ın entelektüel mirasını ve spielberg’in yarattığı hissi, gürültülü ama anlamsız bir dijital gösteri uğruna feda ediyor.
Su halkaları sahnesi
spielberg’in dehası, bize dinozoru göstermekten çok, onu hissettirmesinde yatıyordu
o, seyircinin hayal gücüne, beklentisine ve en ilkel korkularına yatırım yapmıştı. rebirth ise, seyircinin her şeye karşı duyarsızlaştığı, imaj bombardımanıyla yorulmuş zihnini hedef alıyor ve bu yorgunluğu daha fazla gürültü ve daha büyük piksellerle tedavi etmeye çalışıyor. film, seyircinin hayranlık duyma kapasitesinin tükendiğini varsayarak, ona hayran kalacağı hiçbir an sunmuyor; sadece gözünü yoracak arka arkaya anlamsız bir aksiyon silsilesi vaat ediyor. “gösteri toplumu”nda işaret ettiği gibi, imajın gerçeğin yerini aldığı bu çağda, rebirth de dinozorun kendisinden çok dijital kopyasının anlamsız gürültüsünü pazarlıyor. artık o görkemli yaratıklar, doğanın majestik birer hatası değil, bir sonraki aksiyon sekansının jenerik canavarları, ruhsuz birer video oyunu karakteri haline gelmişler. o ilk filmdeki brachiosaurus’u ilk görüş anının saf ve çocuksu merakı, yerini artık dijital bir göz yorgunluğuna bırakmış.
filmin en büyük ihaneti, şüphesiz, crichton’ın entelektüel mirasına karşı sergilediği kayıtsızlıktır
orijinal jurassic park, sadece bir canavar filmi değil, aynı zamanda insanın kibrine, doğayı kontrol etme arzusunun tehlikelerine ve kaos teorisinin kaçınılmazlığına dair felsefi bir deneme aslında. “hayat bir yolunu bulur” repliği, sadece bir slogan değil, filmin dna’sına işlenmiş bir uyarıydı. rebirth ise bu tematik derinliği, en sığ aksiyon klişeleriyle takas ediyor. karakterlerin motivasyonları artık “hayatta kalmak” gibi ilkel bir içgüdüden ya da “para kazanmak” gibi yavan bir hırstan öteye geçemiyor. bilimin ve teknolojinin etik sınırlarına dair o provokatif sorgulamalar, yerini bir avuç insanın devasa bir kertenkeleden kaçışının öngörülebilir ve ruhsuz mekaniğine terk etmiş durumda. film, bize düşünmek için hiçbir sebep vermiyor, çünkü kendisinin de düşündüğü hiçbir şey yok.
bu tematik iflas, kaçınılmaz olarak anlatı ve karakter zafiyetini de beraberinde getiriyor
hikayenin kahramanları, organik ve inandırıcı insanlar olmaktan çıkıp, senaryonun bir sonraki kontrol noktasına ulaşması gereken piyonlara dönüşmüşler. diyaloglar, karakterlerin iç dünyasını yansıtmak ya da temayı derinleştirmek yerine, sadece bir sonraki aksiyonun yol tarifini yapmak için varlar. “dikkat et!”, “oradalar!”, “kaç!” gibi ünlemler, senaryonun duygusal ve entelektüel dağarcığının tamamını özetliyor. seyircinin, kaderleri hakkında endişeleneceği, yolculuklarına ortak olacağı tek bir karakter bile yok. çünkü onlar karakter değil, sadece birer işlev. bu yüzden de hangisinin bir sonraki sahnede dev bir çeneye yem olacağının hiçbir önemi kalmıyor; zira perdedeki boşlukları, anında bir başka klişeyle dolduruluyor. duygusal bir bağ kuramadığımız karakterlerin yaşadığı tehlikeler, bizim için de bir gerilim yaratmıyor.
nihayetinde film, sinematografik bir yavanlık anıtı olarak karşımızda
spielberg’in yönetmenlik dehası, en basit anları bile ikonik bir gerilim anına dönüştürebilmesindeydi. çamurlu bir cipin camına yapışan velociraptor pençesi, bir mutfak tezgahının ardında saklanan çocukların titreyen silüetleri ya da o meşhur su bardağı… rebirth ise bu incelikli zanaatkarlığın yerine, sadece daha büyük, daha gürültülü ama ironik bir şekilde daha etkisiz bir görsel dil koyuyor. yönetmen, seyirciyi korkutmak ya da hayran bırakmak yerine, onu dijital bir saldırıyla sersemletmeyi tercih ediyor. film, sinema sanatının en temel prensibini unutuyor: gösterdiğin şey değil, onu nasıl gösterdiğin önemlidir. jurassic world: rebirth, bize her şeyi gösteriyor ama hiçbir şey hissettirmiyor. ve böylece, bir zamanlar sinemanın büyüsünü yeniden tanımlayan o devin kükremesi, şimdi kendi mezar taşının başında atılan içi boş, dijital bir çığlığın yankısından ibaret kalıyor.