Eğrisiyle Doğrusuyla The Crown Dizisinin 3. Sezon İncelemesi
sinema ya da dizi dünyasında bir şeyin neden iyi olduğunu bulmak zordur. bunun için subjektif görünen bir alanda belirli ölçülerle hareket etmeniz gerekir. bu ölçüler de eğer bakış açınız doğruysa işe yarar. çünkü bir gökdelenin tam dibinde durursanız perspektefiniz bozulacağı için o binanın ne kadar yüksek olduğunu anlayamazsınız mesela.
the crown'ın üçüncü sezonu için geçerli olan durum da bu sanırım. dizinin yapımcıları ilk iki sezonu bitirdikten sonra ellerindeki işe uzaktan bakamamışlar ve dizinin sevilen ögelerinin bir kısmını üçüncü sezona taşıyamamışlar.
burada mesele cast değişikliği de değil aslında. çünkü kraliçeyi canlandıran olivia colman gayet yetenekli bir oyuncudur. keza prens philip'i canlandıran tobias menzies de game of thrones'daki rolünün aksine gayet karizmatik görünüyor. ancak dizinin bu konudan farklı bir problemi var. o da yazımda ortaya çıkıyor. şimdi dizi ilk iki sezonda neyi iyi yapmış, üçüncü sezonda ne eksik kalmış, ayrıca üçüncü sezon genel olarak nasıl olmuş birlikte bakalım.
Uyarı: Buradan sonrası spoiler.
bu dizi aslında başlangıçta ekstra bir yazım tekniği kullanmasaydı da izlenirdi
çünkü kostümler, arabalar, mekanlar ve görüntü yönetimi sayesinde dönemi yansıtmak konusunda çok başarılı. ayrıca ingiltere'nin, buradan yola çıkarak yakın dünya tarihine ve uluslararası izleyicinin pek aşina olmadığı adetlere detaylı bir şekilde yer verdiği için dizi başarılı bir drama/belgesel olabilirdi aslında. ancak dizinin mükemmele yaklaşmasının nedeni bunların ötesinde şahane bir karakter yazım tekniği olması.
şimdi bildiğiniz üzere, gerek skandallar olsun gerek duruşu olsun gerçek kraliçe elizabeth çok sempatik bir figür değil. dizi de gücünü buradan alıyordu ve ilk iki sezon boyunca kraliçenin hiç tahmin edemeyeceğimiz yönlerini anlatıyordu. istemediği halde kraliçe olan bu genç kızdan hem insanlardan uzak durması hem de onları kucaklaması bekleniyordu. işin ilginç tarafı dizi bu çelişkili durumu izleyicisine aktarabiliyordu.
çünkü dizi zaten zıtlıklar üzerine kurulmuştu ve ilgi çekici yönü de buydu. mesela tüm dünyanın yaşlı halini bildiği bir insanın gençliğini konu almak ayrıca soğuk bir imajı olan bu insanı claire foy gibi dünyanın en sempatik kadınlarından birine oynatmak son zamanlarda gördüğüm en iyi fikirdi bana göre. çünkü milyonlarca insanın baktığı figürü kimsenin görmediği bir açıdan göstermek gibi çok farklı bir yönü vardı dizinin.
ayrıca bu fikri sadece kraliçe ile sınırlandırmıyorlardı. aynı zamanda prens philip de farklı bir şekilde anlatılıyordu. normalde dizilerde ve filmlerde ingilizler biraz sıkıcı gösterilirler. bu yüzden philip gibi her konuyu eleştiren ve lilibeth'i üzecek dedikodulara karışan bir karakterin sevilme ihtimali çok azdı.
ancak matt smith kattığı enerjiyle karakteri haylaz, uçarı, kural tanımaz ve izlemesi eğlenceli bir hale getirmiş. bu yüzden olağandan çok farklı bir "prens" profili çizmiş. ayrıca karakteri yazarken geçmişine dair yaptıkları çalışma da çok yerinde bir karar olmuş. çünkü prens deyince insanın aklına hep bir eli yağda bir eli balda insanlar geliyor. buradaki karakter ise dostoyevski romanlarındaki düşük derece soylular gibi hayatı boyunca acı çekmiş ve yine onlar gibi iç çatışmalar yaşamış biriydi.
buraya kadar hep -miş, -dı gibi ekler kullandım çünkü üçüncü sezon ile bunlar tümden değişmiş. bu dizi kötüye gitti demek değil bu arada dizi yine iyi ancak yukarıda bahsettiğimiz gibi dizinin gücü aşina olduğumuz figürleri farklı anlatmaktan ve onları sevdirmekten geliyordu. bu sezon ise böyle bir farklılık yok.
yani claire foy'un canlandırdığı karakter lilibeth'tir izleyici için. olivia colman'ınki ise queen elizabeth the second'dır. çünkü dizi öncesinde içeriden bir bakış sunuyordu. şimdi ise dışarıdan ne görülüyorsa onu anlatıyor. mesela kendinizi ilk sezondaki elizabeth'e aynı masada kahvaltı edermiş gibi yakın hissediyordunuz. phillip ile üstü açık arabaya atlayıp bol bol brandy'nin tüketildiği "lunch club"a gidiyordunuz. bu sezonki karakterleri ise sabah aldığınız gazetenin manşetindeki fotoğraf gibi izliyorsunuz. muhtemelen daha gerçekçi. ancak aranızdaki mesafe aşılamayacak kadar büyük artık.
burada dizinin yaptığı bir büyük hata da karakterlerin rollerini devretmeye çalışmak olmuş
ilk iki sezonda elizabeth aslında doğruları yapmaya çalışan ancak tacın ağırlığı altında ezilen bir insan olarak gösterildi. ki bu karakterin gelişimine mantıklı bir şekilde baktığınızda, karakterin yaşlandıkça etrafındaki insanlara daha anlayışlı yaklaşmasını bekliyorsunuz. ancak karakter bu konuda beklentilerinizi boşa çıkarıyor. burada da ıskalanan çok fazla potansiyel var. mesela elizabeth'in ağlayamamasını daha derin işleseler ve duygularını sürekli saklaması gerektiği için çektiği psikolojik acıyı daha detaylı anlatsalar buradan şahane bir hikaye çıkardı. ancak bu gibi durumlar geri planda bırakılmış.
elizabeth'in merkezdeki bu dramatik ve bağlayıcı rolü ise altıncı bölümden itibaren prens charles'a aktarılmış. ancak birincisi charles'a yeterince yatırım yapmamış dizi. yani altıncı bölümdeki dramatik çıkıştan önce karakteri ufak ufak gösterip izleyiciyi ısındırmaları gerekiyordu. bunu yapmadıkları için çektiği sıkıntılar ile bağ kuramıyorsunuz. ikincisi de charles'ın varlığı annesiyle ters noktalarda duruyor. bu yüzden charles'ı parlatmak için attığınız her adım elizabeth'e karşı olmak zorunda. çünkü charles ailesi tarafından dışlanmış bir insan. karakter temeli burada yatıyor. peki ailenin başında kim var? elizabeth. o zaman charles'ın yaşadığı her zorluğun sebebi dolaylı olarak annesi oluyor.
mesela charles eve geldiğinde elizabeth'in uyuyorum deyip onu görmek istememesi ilk sezonlarda kendini bize sevdiren elizabeth ile uyuşmuyor. elizabeth karakterine bu noktadan vurulan asıl darbe ise sekizinci edward öldüğünde charles'ın bütün aile onu dışladı demesi ve bu kare içinde elizabeth'in de yer alması. her ne kadar elizabeth ile eski kralın konuşması gayet dramatik olsa da son davranışları bize kraliyet ailesinin standart bir üyesine dönüştüğünü gösteriyor.
dizi anlattığı hikayelerde de biraz geçen sezonların gölgesinde kalmış
mesela asi prenses, skandala sebep olan dedikodular, elektrik kesintisi gibi ulusal krizler, amerika ile olan ilişkiler ve buna benzer pek çok konu ilk iki sezonda çok daha iyi anlatıldı zaten. burada yapılan bir nevi tekrara düşmek hatta kötü kopyalarla devam etmek gibi oluyor. mesela ilk iki sezonda prenses margaret aileyi umursamayan, bencil ama çekici ve etkileyici bir karakterdi. bu sezon ailede aynı rolü üstlenen prenses anne ise insanın david bowie şarkısından aldığı hazzı engelleyecek kadar itici. çünkü vanessa kirby'nin karakteri kılıç gibiydi. vurduğu yeri kanatıyordu. anne ise daha çok tokmak gibi. bir etkisi yok ama denk geldiği zaman baş ağrısına neden oluyor.
Spoiler'ın sonu.
sonuç olarak
ilk bakışta, dizide daktilo başında üç paket sigara içerken bir yandan ofiste viskileri yuvarlayan ve kraliyet ailesi hakkında sert eleştiriler barındıran yazısını ilk baskıya yetiştirmeye çalışan gazeteciler gibi görünüyorum ama dizinin standardını çok yükseltmişler. benim yapacak bir şeyim yok. yani dizinin ilk iki sezonu hiç yapılmasaydı da direkt olivia colman ile buradan başlasalardı diziyi deli gibi övüyor olurdum. çünkü karşılaştıracağımız bölümler çok farklı bir bakış açısına sahip gerçekten de.
bu sezon ise o farklı bakış açısı yok evet ama hala yakın tarihi çok iyi anlatan, içinde şahane diyalogların olduğu ve muhtemelen gerçeğine daha yakın bir elizabeth'in anlatıldığı bir dizi var. zaten diziyi yapanlar da bunun farkında. çünkü sezonun daha açılışında ana karaktere "yaşlandık. değiştik. artık eski karakter olmayacak. ancak hala buradayız." dedirtmelerinin başka ne açıklaması olabilir? bu yüzden belki de dizinin değiştiğini kabul edip izlemek ve bu şekilde keyif almak daha doğru olacak.