EDEBİYAT 31 Ocak 2020
34b OKUNMA     631 PAYLAŞIM

Dünyayı Çocuklar Yönetsin Sözüne Tepki Olarak Yazılmış Kitap: Sineklerin Tanrısı

William Golding'in 1954 tarihli, orijinal adı Lord of the Flies olan eserine dair bilgiler ve çeşitli bakış açılarını derledik.
iStock

öncelikle, "sineklerin tanrısı" ne demek?

tanrıya isyan eden ve sonucunda cennetten kovulan şeytana yakıştırılan adlardan biri. bununla birlikte kutsal kitaplarda geçen bu anlatının tarihi bir arketip olması olasılığı var. eski mezopotamya halklarında özellikle sümer ve babilde halk için kullanılan sözcüklerden biri de sinek. asillerden olmayan, o zamanın karakafalarına, aşağı görülen pis halka sinekler deniyor. buradan yola çıkarak sineklerin tanrısı denen kişinin, halkın arasından yükselen ve onları asillere karşı isyana sürükleyen bir kişi olması mümkün. halkı tanrı-krala karşı kışkırttığı için ülkeden kovulan, bir ihtimal yandaşlarıyla birlikte ülkeden çıkarılan bu sineklerin tanrısı, sonradan din kitaplarına girecek bir metnin ilk örneğini teşkil ediyor olabilir.

peki bu kitap neyin nesidir?

ikinci dünya savaşı sırasında normandiya çıkarmasında da bulunmuş bir deniz piyadesinin kaleminden çıkma, kötülüğün varoluşsal nitelikte olup çocukların içindeki kötülüğün yok edilmeden yasaklarla baskılanması sonucu ortaya çıkan vahşiliğin ve cehennemin tasvirini öze inerek basitçe sunan bir eser.

bir çocuk kitabı olan mercan adaları'na hikayenin unsurları yönünden oldukça benzese de hatta jack ve ralph isimleri direkt bu kitaptan alınmış olsa da tüm bunlar yazarın kasıtlı eylemlerinin sonucudur. sineklerin tanrısı bir çocuk kitabı olmamakla birlikte, felsefi yönü ağır basan varoluşsal nedenleri sorgulayan bir eserdir. kısa süreli ve popülist planları ve söylemleriyle hareket eden jack'e karşı uzun vadede geleceği kurtarma peşinde olan ralph yer alır. yazarın üzerindeki ikinci dünya savaşının etkileri ve yazarın tüm savaş boyunca gördüklerinin vahameti nedeniyle kötülük galip gelir.

kitabın son 100 sayfasını heyecan içinde, bir çırpıda okudum. ve belki birçoklarının fark etmediğini düşündüğüm küçük detayları da söylemek istiyorum.

adaya ölü olarak inen ve rüzgarla oraya buraya savrulan, kukla gibi davranan paraşütçü asker, ikinci dünya savaşı sırasındaki ingiliz ve amerikan paraşütçü piyadelerine bir göndermedir. paratroopers'lar ikinci dünya savaşı sırasında denenmiş ve sonucu fiyasko olmuş bir askeri manevranın kuklası olmuşlardır. havacı piyadelerin görevi düşman hatlarının arkasına iniş yapıp düşman hattını yaracak birliklere yol açmak ve takviye olmaktır. fakat sekiz bin ingiliz paraşütçü piyade askeri 1944 yılında "operation market garden" harekatıyla düşman hatlarının arkasında can vermiştir. paraşütçü piyadeler iniş sırasında genellikle görev noktasına inememişler ve birbirlerinden habersiz şekilde düşman topraklarında sayıları az şekilde yayılmışlardır. bağları kopuk bu askerlerin bazen kendi askerlerini de vurdukları olmuştur.

ikinci olarak yazar ikinci dünya savaşından sonra yapılacak büyük üçüncü dünya savaşının sömürgeci bir devlet olan ingiltere ve sosyalist sovyet devletleri arasında olacağını kurgulamıştır. bir bakıma henüz savaş olmasa da hali hazırda dünyanın batı ve doğu yakası bu anlayış yüzünden şu an karşı karşıyadır ve yazar öngörülü bir atış yapmıştır denilebilir.

son olarak dikkatimi çeken bir gönderme de ingiliz donanmasınadır. açıkta bekleyen ingiliz kruvazörü, çok semboliktir ve ingiliz donanmasının güçlülüğüne bir atıftır.

ana fikrine dair

çocukluk çağının kanıksanmış, sorgulanamaz masumiyetini ve kötücül eylemlerle asla bağdaşmayan saflığını eşeleyip deşmiş bir kitaptır sineklerin tanrısı

lars von trier'ın dogville filmi ile anoloji kurulabilir. filmde grace margaret mulligan kasabaya ilk geldiğinde herkes ona bir tanrı misafiri muamelesi yapıyor, koruyup kolluyor, içlerinden biri gibi davranıyorlar.

barış ve kardeşlik içinde başlayan bu hikaye zamanla çıkarların çatışması, ortaya çıkan sorunlar, nefret birikintisinin yabancıya-bizden olmayana- akıtılması kolaycılığıyla birlikte kadının her anlamda istismarıyla sonuçlandı. zaman içinde onu köleleştirdiler, nefretlerini kustular, kendi yaptıkları aşağılık işleri onun üzerine yıkma kolaycılığına gittiler. o yumuk yumuk tatlış teyzeler, tombik amcalar, kadının şefkat gösterdiği görme engelli kasabalı kadını bir nesne haline dönüştürüp kullandılar. kadın kasabanın ortak malı oldu. o hümanist ,iyi kalpli komşular kötücül birer yaratığa döndüler.

sineklerin tanrısında, 6-12 yaş arası çocuklar savaşın, kötülüğün, vahşetin egemen olduğu bir dünyada zarar görmemeleri, masumiyetlerini ve canlarını yitirmemeleri için bir uçakla tehlikesiz bölgeye giderken uçağın düşmesiyle bir adaya düşüyorlar.

başlarda eğlenip, mutlu mesut, kendi tesis ettikleri demokratik ortamda yaşıyorlar.
iş bölümü yapılıyor, ateşi yakacaklar, ava çıkacaklar, güvenliği sağlayacaklar belirleniyor. toplantı saatini bir deniz kabuğunun üflenmesi belirtiyor. her şey çok güzel gidiyor ve bu durum sizi "erişkinlerin yapamadığını çocuklar yapıyor işte, ah ah çocukluğun saflığı!!" hissiyatına sürüklüyor. ama zaman geçiyor. 

liderlik hırsı, vahşi doğa koşulları, şartların kötüleşmesi, heyecanın kaybolması, dostlukların yitmesiyle birbirlerini öldürecek hale geliyorlar. birlikte yaşama kültürünü kaybediyorlar ve her biri bir yere savruluyor. bu kötülüğün kaynağı neresi diye bir arayış var.
bu nefreti, öfkeyi, yapılan kötülükleri adadaki canavarla bağdaştırırken bir bakıyorlar ki bu kötülüğün kaynağı kendileri. hepimizin içinde olan kötücül, kontrol edilmeyen dürtüler.

son kısımda çocukları adadan kurtarmaya gelen ingiliz askerin hayal kırıklığı: "bir grup britanyalı çocuğun bundan iyisini yapacağını sanardım..." kötülüğün, öfkenin, vahşetin, nefretin ortamda birbirini dengeleyen unsurlar, toplumsal kurallar ve kurumlar olmazsa tüm yıkıcılığıyla açığa çıkacağını görüyoruz.

kitabın, ıssız adaya düşen çocukların korkularını ve bu korkuların kaynağını keşfetmelerini anlattığı kısım

"simon, ıslak saçlarının ağırlığını hissederek yukarıya doğru baktı, gökyüzünü seyretti. gökyüzünde ilk kez bulut vardı. kül rengi, krema rengi, bakır rengi bulutlar, kabaran kocaman kuleler gibi adanın üstünde yayılıyordu. bulutlar, toprağın üstüne çöküp oturmuştu sanki. bu boğucu, bu işkence edici sıcaklığı, bulutlar yaratmaktaydı her an. müstehcen başın sırıtıp kanadığı yerden kelebekler bile kaçıp gittiler. simon, gözlerini dikkatle kapadı, yere baktı, sonra görmemek için gözlerini eliyle korudu. ağaçların altında gölge yoktu; inci renginde bir durgunluk her bir yanı kaplamıştı. öyle ki, gerçek bilinen şeyler, anlatılması olanaksız bir hayale dönüştü. bağırsaklar, testereler gibi vınlayan sineklerle örtülü, kara bir yığın olmuştu. bir süre sonra bu sinekler, simon'ı buldular. tıka basa yiyip doydukları için, onun derecikler gibi akan terine kondular, içtiler. burun deliklerini gıdıkladılar, bacaklarının üstünde birdirbir oynadılar. sinekler yarı karaydılar, yarı ışıldayan yeşil ve sayısızdılar. simon'ın önünde, değneğe takılı duran sineklerin tanrısı, sırıtıyordu. sonunda simon dayanamadı; başını kaldırıp, sineklerin tanrısı'na baktı. beyaz dişleri gördü, donuk gözleri gördü, kanı gördü. simon'ın gözleri, o çok eski, o yadsınmaz bilgiyi kabul etti. simon'ın sağ şakağında bir damar, beynini dövercesine zonklamaya başladı."

Tom Robbins'in, Aşk ve Kelebekleri Felsefeyle Harmanladığı Bal Tadında Kitabı: Dur Bir Mola Ver