Dünyanın Gelmiş Geçmiş En Kötü Opera Sanatçısı: Florence Foster Jenkins
dünyanın gelmiş geçmiş en kötü opera sanatçısı, müzik tarihine bizarre’lığı ile damgasını vurmuş bir isim, kendini bilmezliğin/kendini kandırmanın/kifayetsiz muhterisliğin anıtlaşmış bir örneği; tüm bunlarla beraber varlığını yaptığı işe adayışındaki yoğunluk ve içtenlikle, kendisiyle barışıklığıyla, hayallerinin peşinden koşuşundaki cesaret ve sebatla sevilesi, şefkat duyulası bir karakterdir florence foster jenkins.
sesi, kulağı ve tekniği yoktur; bir arya söylemeye kalktığında bu komiklik olsun diye yapılan kötü arya söyleme taklitlerinden bile daha gülünç olmaktadır; vasat bile değil, gerçek anlamıyla korkunçtur belki, ama öylesine hevesli, öylesine şevklidir, öylesine zevk alarak şarkı söylemektedir ki, hikayesi hüzünlendirir insanı. çok rağbet görmüş, zamanının bir starı olmuşsa, bunun ardında yatan şüphesiz ki insanların gülmeye, alay etmeye duydukları ihtiyaç ve tuhaf olana karşı duydukları çekimdir.
(milattan sonra) 1868 yılında pennysylvanialı çok zengin bir bankacının kızı olarak doğar. o dönemin elit ailelerinin adeti olduğu üzere küçükten piyano derslerine başlayacak, daha sekiz yaşında ilk konserini verecektir. musiki tutkusu geçen yıllarla onda iyice yerleşecek, on yedi yaşına geldiğinde babasına şarkıcı olmak istediğini beyan edecektir (on yedi olmasa da yedi yaşında, ilkokul birinci sınıfta, öğretmenimiz herkese sıradan “büyüyünce ne olacaksın” diye sorduğunda “şarkıcı” demiş biri olarak florence’e beslediğim empati ve sempatiyi saklayamam). kaynaklar geleneksel bir adam olan babasının bir kadının yerinin evi; bibloların, porselen çay takımlarının, dikiş nakışların, hizmetçilerin ve çocukların yanı olduğunu söyleyerek kızının müzik eğitimini finanse etmeyi reddettiğini yazar, lakin ben bu reddedişin asıl sebebinin adamcağızın bir gün florence’in yıkandığı banyonun önünden geçmesi olduğundan şüphelenmekteyim.
kahramanımız o kadar kolay yılacak, o kadar çabuk boyun eğecek bir insan değildir oysa. babasına cevabı frank thornton jenkins adlı genç doktor sevgilisiyle philadelphia’ya kaçmak, onunla 1902 yılında boşanmalarına dek sürecek mutsuz bir evliliğe adım atmak olur. piyano öğretmeni ve piyanist olarak hayatını kazanan orta yaşlı bir kadınken 1909 yılında babasının ebediyete intikal etmesi ve ona yüklü bir miras bırakmasıyla artık sesini geniş kitlelerin takdirine sunma vaktinin gelip çattığına karar verir.
newport’ta, washington’da, boston’da verdiği konserlerle adını yavaş yavaş duyurmaya, küçük ama sadık bir “hayran” grubu oluşturmaya başlayacaktır. bitip tükenmez bir enerjisi vardır. verdi club adında bir klüp kurmuş, onu yönetmektedir. sadece kendi resitaller vermemekte, aynı zamanda genellikle kadın derneklerinin yararına olmak üzere konserler organize etmekte, zeki bir işletmeci olduğunu, para kazanmayı bildiğini herkese göstermektedir. hümanisttir, altruisttir, sanatın ve sanatçının dostudur. gerek konserlerinden kazandıklarını, gerekse kişisel servetinin önemli bir kısmını genç ve muhtaç sanatçılara bağışlamaktadır.
birkaç -neye uğradığını şaşırmış- eleştirmenin de dikkatini çektikten sonra sıranın varlığını new york müzik alemlerine armağan etmeye geldiğine karar verir. hedefine saplanmışlığı, coşkusu, gayreti elbette karşılıksız kalmayacaktır. resitallerine gelenler gözlerinden yaşlar gelene dek gülmekte; bu coloratura sopranonun mozartlar’ı, brahmslar’ı, rachmaninofflar’ı en vahşi şekilde katlettiği, en dayanılmaz, en inanılmaz sesleri çıkardığı anlarda “bravo, bravo” (biraz daha sofistikelerse “brava, brava”) diye bağırmaya, şiddetle alkışlamaya başlamaktadırlar. kaderinde diva olmanın yazıldığına inanmış florence ise bu iltifatlara hafif bir gülümsemeyle, kibar bir reveransla karşılık vermektedir. böyle böyle new york’ta önce ünlü olur, ardından da efsane. çok da sık vermediği konserlerinin biletleri çıktığı anda tükenmekte, kapıların kırılması güçlükle önlenmektedir.
yaptığı işe, dinleyicilerine gösterdiği özen ise tartışılmazdır: çıktığı sahne hep çiçeklerle ve yeşilliklerle donatılmaktadır, çünkü o bunların hoş rayihalarının dinleyicilerin zihninde onun şahane sesi ve performansıyla birleşmesini istemektedir. kısa boylu ve şişmandır belki, ama konserlerine şöyle sade, zarif, makul bir kıyafetle çıkacak bir yapının insanı değildir. kendi tasarladığı ve altın kanatlar, renk renk tüyler, uzun tüller gibi şık aksesuarlarla bezediği kostümlerle arz-ı endam eder bunun yerine. glam rock yıldızlarını dahi kıskandıracak gösteriş ve kitschlikteki bu kostümlerini bir konser sırasında birkaç defa değiştiririr üstelik. repertuarının en gözde parçalarından biri olan clavelitos’u sırtında bir ispanyol şalı, saçında kırmızı bir gül, elinde kocaman bir yelpaze ve kolunda içi gül yaprağı dolu bir sepetle söylemekte, -parçanın latin ritimleriyle uyumlu bir şekilde- sepetinden izleyicilere gül yapraklarını fırlatmaktadır. her şey öylesine absürttür ki, izleyiciler zevke gelip de bis istediklerinde florence’in yardımcıları salona dağılıp oraya buraya dağılmış gül yapraklarını toplar, tekrar sepetin içine koyarlar ve ardından bütün ritüel tekrarlanır. bir başka clavelitos performansında bizimki kendini o derece kaybeder, o derece havaya girer ki, yapraklarla beraber sepeti de izleyicilere fırlatıp ortamın neşesine neşe, keyfine keyif katar.
ve öylesine kendini bilmez, öylesine şuursuzdur ki, en yetenekli, en başarılı sopranoların bile söylemekten korktuğu, en güç aryaların üzerine atlar; kendini döneminin frieda hempel gibi, luisa tetrazzini gibi prima donnalarıyla karşılaştırıp -utangaçça ama kesin bir şekilde- ikisinin de kaydettikleri bir sihirli flüt aryasını dinlediğini, kendi yorumunun hiç şüphesiz bunların üstünde olduğunu söylemekte beis görmez. kendine güveni aldığı tüm ağır eleştirileri, öznesi olduğu tüm alayları rahatlıkla gözardı edebilecek pataloji düzeyindedir. izleyicilerin kahkahaları duymazdan gelinemeyecek kadar yüksek bir volüme ulaştığında yaptığı onları kaba saba olmakla ya da kıskançlıkla suçlamaktır. yalnızca bir kere bir arkadaşına şöyle dediği anlatılır: “kimileri şarkı söyleyemediğimi söylüyor olabilir, ama kimse şarkı söylemediğimi söyleyemez.”
evet, meczuptur, ama tatlı bir meczuptur: 1943 yılında bir takside geçirdiği kazadan sonra artık fa notasını daha iyi çıkarabildiğine kanaat getirmiş, taksi şirketine dava açmak falan yerine şoföre bir kutu pahalı puro göndermiştir.
1944 yılı geldiğinde artık önünde çok da fazla zaman kalmadığını sezer florence ve en büyük hayalini gerçekleştirmek yolunda gerekli adımı atar: bir konser vermek üzere carnegie hall’u kiralar. sezgilerinde yanılmamıştır, zira iki bine yakın hayranının bilet bulamayıp kapıdan döndüğünün rivayet edildiği bu konserden tam bir ay ve bir gün sonra, yetmiş altı yaşında, otuz küsur yıllık bir sahne geçmişinin ardından hayata gözlerini yumar.
ilerleyen yıllarda hakkında bir tiyatro oyunu yazılacak, ayrıca zamanında yaptığı kayıtların derlenmesiyle oluşturulmuş “florence foster jenkins - the glory (????) of the human voice” adlı (glory’den sonraki soru işaretlerini benim eklemediğim), artık kültleşmiş bir cd piyasaya sürülecektir. bu cd’nin içeriğini, cd’nin kapağından melek kostümü ve kendinden emin duruşuyla bizlere bakan florence’ı görmek, ayrıca onun “gece kraliçesi’nin aryası” (arie der nachtkönigin/queen of the night aria) diye de bilinen der hölle rache kocht in meinem herzen’a* ve strauss’un die fledermaus (yarasa) operetinden bir başka aryaya nasıl “değişik” bir yorum kattığını duymak isteyenler http://www.counterpoint-music.com/…ialties/ffj.html adresinde aradıklarını bulabilirler.
ölümünün ardından onun için “yaptığı işte son raddede, başka pek az sanatçının olabildiği kadar mutluydu, ve bu mutluluk ondan dinleyenlerine sanki bir büyü gibi geçiyordu” yazacaklardır. florence gelmiş geçmiş, gelecek ve geçecek bütün başarısız sanatçıların, bütün “çok isteyen ve/ama beceremeyenler”in annesidir, koruyucu meleğidir. ben de tüm gülünçlüğüne rağmen ona gülemiyorsam, bu hikayesini çok insanca, çok dokunaklı bulduğumdandır.