MÜZİK 12 Aralık 2019
30,1b OKUNMA     565 PAYLAŞIM

Dozunda Dinlenirse Keyif Veren, Abartıya Kaçılırsa Depresyona Sokan Müzik Türü: Post-Rock

Rock müziğin alt türlerinden biri olan ancak klasik rock'tan farklı olarak genelikle enstrümantal parçalar üreten post-rock hakkındaki güzel yazıları derledik.
Soldaki: Gos in an Astronaut

Nedir, ne değildir?

post-rock, rock müziğin alt türlerinden biridir. rock enstrümanlarıyla icra edilse de, rock müzikten farklı olarak gitarı "sesin rengini ve dokusunu yöneten" bir biçimde kullanmak ile ayırt edilir. genellikle enstrümantaldir bu türün parçaları. en ünlü grupları explosions in the sky, god is an astronaut, mogwai ve 65daysofstatic'tir.

tüm eleştirilere rağmen "yeni insan"ı  temsil etmeye en yakın olan ve belki de 21. yüzyılın ilk yıllarında olgunlaşmaya başlayan en önemli müzik türü. müzikal anlamda çok farklı bir noktada görünse de, tıpkı grunge gibi "aşırı hassasiyetle birlikte hiçbir şey yapamama" durumu türün psikolojik altyapısını oluşturur bana göre.

post rock'ın biçimsel anlamda 90'ların baskın müziğinden bu denli ayrışmasını ise grunge ve alternatif rock'ın vardığı noktaya bir tavır olarak yorumlayabiliriz. samimiyetsiz, inandırıcılıktan uzak ve kısır bir müziğe karşılık post rock, bireye daha odaklı; jazz, elektronik, new age gibi farklı türlerden de beslenen, bir şekilde yerel unsurları da kullanmaktan çekinmeyen (sigur ros gibi), içinde "rock" kelimesi geçen herhangi bir müzik türünde kullanılması düşünülemeyecek enstrümanları müziğe dahil eden, cinsiyet faktörünü müzik tarihinde ilk defa bu denli elimine edebilen bir tür olarak belirdi. ne kadınsı ne de erkeksi denilemeyecek vokallerle var olduğunu zannettiğimiz cinsiyetler arasındaki farklılıklara dair önyargılarımızı tersyüz etmesinin yanında, acının cinsiyetten, milliyetten ve coğrafi konumdan bağımsız bir insan ortaklığı olduğunu hatırlattı.

acı. post rock, modern insanın acılarından beslenir, ve bu yönüyle zannedildiğinin aksine son derece politiktir. bireyciliğiyle politik duruşu arasında bir çelişki vardır - ki bu aynı zamanda modern insanın çelişkisidir-açmazıdır. "keyfini çıkaralım" derim ben.

her şey enstrümanların elinde. yeri geldiğinde sakin, dinlendiren sesler titretirken ruhunu yeri geldiğinde de bütün öfkesini kusuyor üstüne. birçok grup sözsüz bir şekilde icra eder bu türü ve şarkıya ait tek sözler şarkının adındadır. duyguların yön verir şarkının sende bırakacağı etkiye. mesela şarkının adına bakarsın, first breath after coma, sana hissettirebileceği her şey bu kısacık isimde gizlidir. pozitif düşünceler içindeyken; o komadan uyandığında, aldığın ilk nefes gibidir; hayat veren, yaşadığını hissettiren. tam tersinde ise komadayken geçen zamana hükmedememenin korkusunu, o yaşamla ölüm arasında ince çizgide seyrederken olabilecekleri getirir aklına aldığın ilk nefes. 

sözlü olanları kimi zaman insanlığın sorunlarına değinen bir konuşmayı içerir, kimi zaman ise parçanın üzerine konu kısıtlaması olmaksızın yazılmış sözleri barındırır. sözlü olsun olmasın, her türlü bir yerlere alır götürür.

God is an Astronaut - All is Violent, All is Bright 

Hakkında detaylı bir kritik

cobain beynini patlatalı henüz 3 yıl olmuş; okulda poğaça yemek için aldığım harçlıklardan biriktirdiğim parayı ilk kez bir albüm için harcıyorum: in utero. bilmem kaç kere döndü o kaset, odama taşıdığım 70'lerden kalma kocaman teybin içinde. müzikle gerçek anlamda böyle tanışıyorum, henüz dünyayı ve hatta kendi bedenini bile tanıyamamış bir çocuk olarak "müzikal anlayış" duvarıma ilk tuğlayı koyuyorum böylece. tuğla tuğla diktikten sonra o duvarı, üstünü birbirinden farklı renklerle boyuyorum, kendimi ve dünyayı tanıdıkça, sonra bütün boyalardan ve tüm renklerden sıkılıp bembeyaz yapıyorum duvarı, üstüne koca harflerle tek bir kelime yazıyorum: samimiyet.

işte bu kelime, müziğe -ve hatta kümülatif anlamda sanat'a- olan bakış açımın tek filtresi. samimi olan benim için iyidir, ve her zaman saygıyı haketmektedir. peki müzikal samimiyeti nasıl anlayabiliriz, tek soruluk final sınavımız bu. benim için "risk nedir?" saçma sorusuna o ütopik "risk budur." cevabı vermek kadar kolay bunu söylemek; samimiyet budur. bir şarkıyı dinlediğin anda, 30 saniyede anlayabilirsin sanatçının hangi duyguyla o şarkıyı yazdığını, hangi duyguyla söylediğini, çünkü samimiyet çok çabuk form değiştiren bir tavırdır ve yapanın gözünde göremiyorsan bile sesinde hissetmek, enstrümanını çalan elinde algılamak korkunç derecede kolaydır.

eminem soruyor; "eğer istediğin her şeyi, tek bir ana hapsetme şansına sahip olsaydın; onu korur muydun, yoksa gitmesine izin verir miydin?" faust bu soruyu yanlış (ya da doğru?) yorumladığı için kazandığı (kaybettiği) her şeyi kaybetmişti (geri kazanmıştı). peki hangisi daha onurluca, cobain'in her şeye sahipken yaptığı gibi beynini açmak mı, yoksa elimizdekiyle yetinmeyip müziğin pezevenklerinin sundukları uğruna bacaklarımızı açmak mı?

işte müziğimizin yeni fahişesi post-rock, son 5 yılda defalarca becerilmiş indie'nin yakın dostu. 15 yaşındaki bakireleri arar gibi "the next-bigthing" arayan müzikal endüstrinin pezevenkleri tarafından keşfedildi, 15 yaşındaki bakire çocuklara 10 dolara peşkeş çekiliyor. kim ne kadar isteyerek bacaklarını açıyor, kim iğreniyor, kim sahne orgy'lerinde en çok becerilen oluyor, tablo açık. çok uzun zamandır bu janrın öncüsü olmuş isimler var elimizde; explosions in the sky, mogwai, sigur rós, godspeed you! black emperor. last.fm chart'ları bu "4 büyük"ün yanına yeni bir ismin dahil olduğunu gösteriyor bize; 65daysofstatic, post-rock'ın lolita fahişesi.

çoğu grup gibi başlıyor 65daysofstatic'in hikayesi. birkaç kişi ortaya atılan bir fikirle bir grup kuruyor, bodrum katlarında ya da ucuz stüdyolarda yapılan kayıtlardan sonra bir kaç şarkı belirleniyor. sonra sheffield'ın, leeds'in, manchester'ın o ufacık barlarında, 30-40 kişiye verilen konserler. çok güzel bir dinamizm getiriyorlar ardından müziğe, the fall of math ile. retreat! retreat! dinlediği anda kalbimden vurulmayana insan denmiyor, o kadar etkili, o kadar yoğun ki. one time for all time ile, kalbimize çakılan çivi kazığa dönüşüyor ve grup üyeleri yaptıklarının farkına yavaş yavaş varıyor. işte o an seçimlerini yapıyorlar; elindekiyle yetinme, durma, devam et. ve aralanıyor bacakları yavaş yavaş; the destruction of small ideas çıkıyor. yine aynı "hype" şarkılar belki, ama enstrümanlardan anlıyorsun samimiyetin kaybolduğunu, o berbat tonlu davulları yazan her kimse, hissediyorsun kayıt esnasında "boşver uğraşma, nasıl olsa satıyor ve satacak" dediğini. şimdi the cure'le dünyayı turluyor 65daysofstatic, pek yakında bir halta benzemeyen pop dergilerinde görmek mümkün özellikle de bu turdan sonra.

65daysofstatic - Unmake The Wild Light


ama konum 65daysofstatic değil. sadece grup üzerine, ekşi sözlük'te yaptığım bir tartışmadan sonra ortaya çıktı diyebilirim bu yazının anahatları. çizmek istediğim portre daha farklı, ve hiç şüphesiz ki bu portrenin tam ortasında duruyor 65daysofstatic. amacım müzikteki fahişeliği anlatmak. çünkü bu işten para yiyen pezevenkler oradalar ve biz samimi olmayan bir şeyi tekrarlamaya devam ettikçe, onlar para kazanmaya devam ediyorlar; büyük organizatörler, cd satışlarından kazandığı parayı günde 1 dolara çalışan işçilere veren plak şirketi sahipleri ama çok daha acısı, müzikal endüstrinin sadık köpeği olan müzik medyası.

türkiye'de üç tane müzik dergisi gönlümde ebedî bir yere sahiptir: roll, lull ve non-serviam. kendi paralarıyla bir şey yapmaya çalışan insanların gönülleriyle yaptığı dergilerdi bunlar. kendi kapaklarındaki sanatçıları, ülkenin en büyük karteli doğan grubu'nun beslediği blue jean'in kapaklarında da görebilirdiniz. ama bir tanesinin sayfalarında gördüğünüz samimiyeti, diğerinin "yakışıklı mıyım/değil miyim" anketlerinden arda kalan sayfalara koyduğu röportajlarda bulamazdınız. şimdi hepsinin yerinde yeller esiyor, bir ara the rolling stone'umuz oldu ve daha da önemlisi, gelmiş geçmiş en janjanlı kataloğumuz, bant. eskiden ortaokul sıralarında blue jean okuyup derse soktuğu walkman'inde n'sync dinleyenlerin izdüşümünde şimdi bant okuyup ipod'unda cocorosie dinleyenler var. müziği bir statü göstergesi olarak algılayan neslin yetişmesi asla durmayacak, her adımda buna daha çok inanıyoruz. artık insanlar efrim'in lull'ın sapsarı ve kalitesiz sayfalarında yayınlanan röportajını değil, ambalajı çok güzel ama içi bayat yazıların dolu olduğu sayfaları okuyorlar, işte sana pitchfork media, işte the wire. muhteviyat azaldıkça görsellik şahlanıyor. bu endüstrinin ürünlerine baktığınız zaman da kafalarının bomboş ama üstlerinin rengarenk olduğunu görmek de işte bu yüzden şaşırtıcı olmaz.

kimseden cobain'in, efrim'in, eminem'in yaptıklarını yapmasını beklemiyoruz. birileri daha fazla para kazanmak zorunda, birileri bu para kazananların üstünden daha fazla statü sahibi olmak için çabalamak zorunda. ama ey okuyucu, oku. senin yaradılışını canlandıran musikinin adıyla oku. işte burada, beş kuruş para ya da bir dirhem statü kaygısında olmadan, anlatıyorum. yeni para kazanma aracı haline gelmiş "post-rock" ne ola?

mogwai kurucusu dominic aitchison, bir röportajında şöyle buyuruyor, kendisine "post-rock" dendiği vakit:

"salakça bir terim, hiçbir anlam içermiyor. bir çok grup post-rock olarak etiketleniyor ama tortoise gibi gruplarla kıyasladığınız zaman aslında ortak hiç bir yan bulamadığınızı görüyorsunuz. dolayısıyla bütünüyle muallak bir terim. medyanın tanzim yapmak için kullandığı bir kolaya kaçmanın sonucu. eğer ki bildiğiniz anlamda rock'n'roll değilse, öyleyse post-rock'tır. madem hüzünlü o zaman buna post-rock diyelim. salakça."

her kelimesine katılıyorum. ama kavramlar kendi kendilerini kavramlıyorlar. söylentiyle ve yanlış algılamayla dahi ortaya çıkmış olsa da, bir süre sonra normatif bir özellik kazanıveriyor ve ortaya "gerçek" bir şey çıkmış oluyor. her ne kadar bunun kavramsal içeriğini reddetsek de, algısal anlamda kendimizce bir tanım yapmamız bile geçerli bir neden haline geliyor. bu sakat bir durum, pür neo-classic yapmış bir grubu bile salakça "post-rock" olarak etiketlememize sebep olabiliyor. lakin bu janr benim için janrlar-ötesi bir durumu çağrıştırıyor, tıpkı klasik müzik gibi, neyin ne olduğu dinlediğin ilk anda kafana çarpıveriyor ve bunun geçerli tek nedeni, yazımın başında da belirtmiş olduğum o hisle örtüşüyor. nasıl ki sesteki samimiyeti, enstrümandaki hissi algılıyabiliyor isek, yapılan müzikteki tavrın, kafamızda şekillenmiş olan "post-rock şablonu" ile uyuşup uyuşmadığını ölçebiliyoruz. bu yüzden benim için bu janrı tanımlayan özellikler, avant-garde bir duruşun yanına konmuş drone'lar, ambient öğeleri, klasik kreşendo dur-kalklarından çıkıp tek bir belirleyene, samimiyet eksenine oturuyor.

işte tüm bu çarpanlar ışığında, kimin neyi ne için yaptığı o kadar net ortaya çıkıyor ki. bu yazıları 0 ve 1'lerden yoğurup anlam yaratmaya çalışırken, tek isteğim; müziği müzik olarak algılayan ve kulağındaki seçici geçirgenliğe güvenen insanlara yardım etmek, çoğalmak. gün geldiğinde ve para kazanma çabasındakiler farklı kıtaları kirletmeye başladığında, ürünlerin ambalajı değiştiğinde ve içlerindeki beyin çürümeye başladığında, biz paramparça ya da apaydın bir beyinle burada ya da zihinlerde olacağız. manifestomdur.

Explosions In The Sky - Your Hand In Mine


Toplumsal açıdan post-rock

üzerine çok fazla spekülasyon yapılmış, estetik, sanatsal, kendi duruşu içinde değil de, dinleyicisinin çizdiği kümülatif imaj ile yargılanmış müzik türü. şimdi, simon reynolds kalemini hex üzerine oynatırken, dinlediği, algıladığı ve yorumlaması gerektiği müziği mevcut janrlardan ayırmak için, o ayrılığı göz önüne getirebilmek için post-rock terimini türetti. ileri dönemlerde bu türetimin müzik sahasında ne tür ayrılıklara, infiallere, çelişkilere, tartışmalara yol açacağını düşünmemişti ve tartışmaların bu boyuta geleceğini öngörmemişti. post-rock'ın göbeğinde yattığı sorunsal, bir müziğin janrlaştırılması, bunun sınırlarının çizilmesi ve o sınırların tek boyutta olmaması değil, -bu bambaşka bir tartışmanın mevzusudur- notalardan, bunların permütasyonundan/kombinasyonundan ortaya koyulan birikimli bir metanın insanların kimliklenmesini sağlayabilmesi, hatta bunu dayatabilmesidir.

insanları ekonomik durumlarına göre belirli sınıflara ayırmak, hepimizin malumu, kaçınılmaz, acı bir gerçek. mevzunun acı kısmı, işbu somut olarak varlıksız bir kast sistemini yaratmak değil, bu kast sistemine göre insanların yapması gerektikleri şeyleri, zevklerini, yapabileceklerini, yapamayacaklarını, ne olması gerektiklerini aloke etmek. buradan çıkarılacak şey şu ki; post-rock'ı, progresif rock'ı dinleyecek insanın belirli bir gelir düzeyini aşmış olması, belirli bir sosyal statüye ulaşmış -mümkünse bunun üstünde olması- psikolojik durumunun buna elvermesi ve sair toplumsal normların bu kişiye post-rock, progresif rock dinleme hakkını vermesi gerekiyor. bu kuramın üzerinden devam edersek; asgari ücretle çalışan bir garson, ne kadar istek duysa da, dürtüsü olsa da, mevzu bahis türlerden haberdar olsa da, bu türleri dinleme muvaffakiyetine ulaşamıyor, zira sosyal sınıfının dinlediği ortak tür arabesk olarak aloke edilmiş.

Yndi Halda - Illuminate my Heart, my Darling


bu örneği biraz daha distopik bir boyuta çekersek; janrlaştırma ve janrları sosyal sınıflara atama durumu, hali hazırda gelişmekten olan sosyo-modern bir toplumun yakın geleceğinde, bürokrasinin içine dahil edilebilir ve kast sistemi daha da somut hale getirilebilir. bu uygulama aracılığı ile, sosyal bariyerler daha sağlam hale getirilip, insanların her biri ile iletişimi kolay şekilde engellenebilir. -işbu segmentasyon sair şeylerle de yapılabilir, ama janrlar, hali hazırdaki çizilmiş sınırları ile, bu iş için ziyadesiyle uygun görünüyor- bu tür bir ayrımdan çıkabilecek şey şu ki:

1. asgari ücret: arabesk, türkçe pop, tezgah altı disko
2. açlık sınırı: elit türkçe pop, türkçe rock
3. yoksulluk sınırı: burası bayağı kozmopolit, türkçe rock'tan heavy metal'e kadar uzanan bir skalayı barındırıyor
4. bunların üstü: jazz, blues, klasik, neo-klasik, post/prog. rock

gibi bir sınıflandırma yapabilir, bunu huxleyan bir toplumda yaşatabiliriz. henüz, kan bağı ile, genler ile aktarılabilen bir sınıflandırma sistemimiz olmadığına göre, bu tür sınıflandırmalar pek ala kullanılabilir.

bu tür bir janr dağılımını ideolojilerin üzerine de yapabiliyoruz, tabii ki. sol kanat diye tabir edilegelen kısmın, sıklıkla -kimileri sürekli- yeni türkü, ezginin günlüğü dinlediğini görmek mümkün. işin daha acı yanı, bu grupları 7/24 dinlemenin kendilerinin politik-aktivist kimliklerine katkı yaptıklarını düşünüyorlar. aktivist kimliklerini bulamamış, nasıl politik olabileceğini kavrayamamış insan güruhlarının, bu tarz hal ve davranış bütünlüğü içinde, kendilerini bu şekilde politik göstermesi de, ideolojilerin şovenist taraflarının müziğin kanatlarına yıkıldığının bir işareti.

hülasa, insanları bir müzik türü üzerinden kimliklendirmek, kişiliklerini belli kalıplara sokmak, yeni ayrılıklar ve horgörüler dışında, göründüğü üzere bize bir şey kazandırmıyor. post-rock'ın şu zamana kadar -tamamen beşerî faktörlerden dolayı- edindiği elitist bir duruşu var. lakin, janrlaştırmaya, ülke sınırlarının çizilmesi ciddiyetiyle ve bu kesinlikle bakmanın mantık sınırları çerçevesinde olduğunu düşünmüyorum.

Adını Farklı Gruplarla Duyduğumuz Progresif Rock Tam Olarak Nedir?