SİNEMA 3 Mart 2020
19,4b OKUNMA     524 PAYLAŞIM

Değeri Fazla Bilinmese de Woody Allen’ın En İyi Filmlerinden Biri: Crimes and Misdemeanors

Usta yönetmenin 1989 tarihli filmi, bir Annie Hall ya da Midnight In Paris kadar ilgi görmese de adeta gizli bir hazine niteliğinde.

crimes and misdemeanors, woody allen 'ın şaheserlerinden biri.

pek derin, manalı isme sahip opthalmologist judah rosenthal (martin landau) ile hayalci, ezik ve başarılı adamları kıskanan (yatakta artık sevişemeyen soğuk nevale karısı wendy stern'e [joanna gleason] göre) cliff stern'in (woody allen) yahudi ahlakçılığı ve tanrının gözetiminde yahudilerin kendilerini sorgulamaları şeklinde gelip geçen bir film bu. hakkında söylenecek çok şey var, aslında w. allen filmlerinde, evet film izlediğimi anladığımı söyleyebilirim, belki de bizzat budur hakkında söyleyecek çok şeyimin olması, düşündürtmesi, üzerine kafa yormama sebep olması.

filmin daha başında yahudi ahlaki düşün sistematiğine dalıveriyorsunuz. tanrının gözleri üzerine judah'ın babasından işitmiş olduklarıyla, aslında filmin ciğerini okumaya başlıyorsunuz, ya da dinlemeye:

"the eyes of god are on us always. what a phrase to a young boy. i mean, what were god's eyes like? unimaginably penetrating, intense eyes, i assumed. and i wonder if it was just a coincidence that i made my specialty ophthalmology."

eğer böyleyse, gerçekten de tanrının gözleri bizim üzerimizdeyse, o halde bir durum söz konusudur: tanrının gözleri aynı zamanda vicdanı oluşturur, suçlunun içinde bu duygunun sürekli canlı kalmasını sağlar. prestupleniye i nakazaniye'de (suç ve ceza) de olsa, match point'de de olsa, crimes and misdemeanors'da da olsa, vicdan insani kurguların en önemli malzemelerinden biridir. havada uçuşan yüzükte de vardır o pişmanlığa dönüşmüş nefret, burada üzerinde durulduğu gibi geceyarısı gelen sessiz telefonda da vardır. o halde insanı, işlediği suç yüzünden, topluma ve diğer insanlara ait belli kurallar silsilesinin yargıçlığının bir gereği yoktur, asıl yargıç, sürekli üzerimizde olan tanrının gözleridir. başarılı ve gurur duyulan judah 'ın hem kariyerini hem de evliliğini tehlikeye atacak yasak ilişkiye match point'te chris wilton da benzer kaygılarla batmıştı. orada havada uçuşan yüzük bizi bu hayatta vicdandan kaçabileceğimizi simgelerken, burada güçlü olarak güçsüzün başını tıpkı bir böcek gibi ezerek, yolumuza devam edeceğimiz vurgulanıyor. işte burada bir sorun var; vicdan ve güçlünün haklılığı çarpışırsa ne olur?


işte bu probleme woody allen, eserinde en trajik şekilde değiniyor, kalabalık bir yahudi ailesinin en özel anında, seder 'de yani fısıh yemeği'nde onları hitler travmalarıyla başbaşa bırakıyor, aralarında tartışıyorlar. tartışmak zorundalar çünkü yirminci yüzyıldalar. artık gelenekleriyle, alışkanlığa dönüşmüş ibadetleriyle modern çağın gerektirdikleri olağanca şiddetiyle çarpışmakta, tıpkı başka coğrafyalarda, başka kültürlerin başına da geldiği gibi.
bu konuda biraz etraflıca konuşmak istiyorum sevgili okuyucular; zira burası biraz ilgimi çekti açıkçası; "this is the twentieth century. you have young boys sitting here." diyor yemek masasındaki yahudilerden biri, yani artık yahudi çocuklarına aşılayamayacakları doktrinlere dönüştü o adetleri, belki de saplantıları. artık gelenekçi ile yenilikçi arasındaki olmazsa olmaz çarpışma da güçlü ele sahip olan yenilikçilerdir. zira çocukların artık yavaş yavaş alışkın oldukları ortam da arkalarındadır, hızlı bir değişim, değişmedikçe gelişememenin de bir sonucudur aslında. zira "tanrının gözleri hep üzerimizde" inancı artık sarsılmaktadır; artık hitler'in yaptıklarının yanına kar kalıp kalmadığı tartışılmaktadır. her ne kadar gelenekçi kısım, karşıtlarını "leninist philosophy" diyerek değerlendirse de, durum daha ciddi boyuttadır. "afraid if you don't obey the rules, god'll punish you?" sorusuna "he punishes the wicked." diye cevap veren inançlı yahudinin, bu seder gecesinde "who? like hitler?" şeklinde karşı bir cevaba tahammülü olamazdı, ama artık dediğim gibi değişim ve buna bağlı olarak ibadetlerin alışkanlığa dönüşmesi kaçınılmazdır. "six million jews burned to death and they got away with it." belki tanrının gözleri yahudilerin üzerindeydi, ancak yahudilerin gözleri neredeydi? işte bu sorgulanmaya başlandı. "come on, sol, open your eyes! six million jews and millions of others and they got off." 

peki nasıl oluyordu da, yahudilerin gözlerini bunca yıl kapatan inançları artık sarsılıyordu? çok ilginçtir, yukarıda bir yerde söyledim; başka coğrafyalarda da kendisiyle yüzleşemeyenlerin hazin yaşamları söz konusu. o halde çağlarla birlikte, kültürlerin, inançların dünya egemenliklerindeki etkileri de değişmekte, bazılarının ki ise artmakta olabilir, ancak o kıyımcıların onca yaptıklarının yanlarına kar kalmasının sebebi ise şöyle açıklanıveriyor; "because might makes right." yani "güçlü olan haklıdır." aslında bu çok evrensel ve çok çağlar üstü bir kural değil midir? tanrı da haklıdır mesela. sümer'den, mısır'dan, yunan'dan, roma'dan hatta çin'e kadar üstün güçlere bakın, adı üstlerinde zaten üst'ler, üstün'ler ve aynı zamanda hep haklılar. ancak çok fazla dağıtmadan konuşmak istiyorum, modernizm ve rönesans üzerine çok yazdım sözlükte ilgili başlıklardan aranıp bulunabilir, burada asıl üzerinde durmak istediğim "tanrı'nın iyi şeyleri de kötü şeyleri de görüyor olması" inancının çökmesidir, artık tartışılıyor olmasıdır. hele ki, yahudiler gibi çok sıkı ve kapalı inanç sistemleriyle bilinenler için bu bambaşka bir yıkımdır. kendilerindeki hitler travmasına bir yahudinin çıkıp da "...might makes right." diyebiliyor olması pek çok farklı düşündürüyor beni. karşı çıkan yahudinin anlattığı fıkra da bu mevzuda oldukça manidardır: "the prizefighter who enters the ring. and his brother says to the family priest 'father, pray for him.', the priest said 'i will. but if he can punch, it'll help.' "

"do you not find human impulses basically decent?" sorusuna ise yine kızdırıcı cevap çok nettir; "there's basically nothing." leninist , kinik ve nihilist olarak değerlendirilen yenilikçi yahudinin, modern hayata ayak uydurabilmiş olması geleneği yıkmasıyla alakalıdır. artık inanç bir hediyedir, müzik kulağı, resim yapabilme kabiliyeti gibi: "sol's kind of faith is a gift. it's like an ear for music, or the talent to draw. he believes. you can use logic on him and he still believes." ve hiçbir şey mantığa dayanmak zorunda değildir: "must everything be logical?" peki ya biri cinayet işlerse, bütün bu şartlar altında bile hala tanrının gözlerini üzerinde hissederken, birden olur a, tanrının hoşlanmayacağı bir şey yaparsa? o zaman ne olur? gelenekçi ve yenilikçi yahudi görüşleri neler olur?

gelenekçiye göre; öyle ya da böyle cezasını çekecektir, herkesten, tüm kurallardan, yargıçlardan kaçmış olsa bile, yaptığı kötülüğün bir karşılığı muhakkak olacaktır; "one way or another he will be punished. ... if he's not (caught), that which originates from a black deed will blossom in a foul manner." hatta eski ahitte ve shakespeare'de bile cinayet er geç ortaya çıkar: "whether it's the old testament or shakespeare, murder will out." tanrıyı, gerçeğe tercih etmiş bir yahudinin kesinlikle düşüneceği şey de budur. lupus in fabula yani masaldaki kurt cezasını elbette çekecektir.


yenilikçiye göreyse; suçlu kaçabildiği kadar, kaçmalıdır. yakalanmadığı sürece, ahlaki yargıların kendisini rahatsız etmesine de izin vermemelidir. onu özgür kılacak olan da işte budur. "if he can do it and get away with it, and he chooses not to be bothered by the ethics, then he's home free." zira; "history is written by the winners." yani tarih kazananlarca yazılır. eğer 2. dünya savaşı'nı da naziler kazanmış olsaydı, gelecek kuşaklar tarihi başka türlü okuyacaklar, belleyeceklerdi.

tabi judah rosenthal 'ın kendisiyle yüzleşmesi, suçuyla başbaşa kalması, pişmanlıkları, çocukluğunda bizzat ailesinden kaptıklarını yitirmenin verdiği rahatsızlıkları yine de onun gerçeği tercih etmesi hakikatini değiştirmiyor. tıpkı match point'de olduğu gibi burada da woody allen'ın esas oğlan'ı kendini hem toplum kurallarından, hem dini sınırlardan yani tanrının gözlerinden, vicdanından sıyırabiliyor. artık rahatsızlık duymayacağını belki de, son sahnede karısına sarılıp gitmesiyle anlıyoruz. yani değişen, değiştikçe bir şeyleri yıkandır, yıkılı kalan inanç sistemi belki ileride yeniden hortlar, yeniden allen'ın dünyasında hakim güç olur bilemiyorum ama en azından şunu söyleyebilirim ki, ahlakın ve tanrının gözlerinin aldığı bu darbe onun felsefesinde kocaman bir yer kaplıyor, kaplamaya da devame decek belki de, eğer yarın öbür gün hidayete erip de, dini filmler çekmeye başlamazsa.

cliff stern ise yaşamada hayalcidir. sırf bu yönünden ötürü kendisini hakiki yaşamındaki terapisti olan filmdeki prof. louis levy'nin doktrinlerine bırakmıştır. filmde levy 'nin belgeselinde geçen ifadelerine göz atalım bakalım;

yahudilikte tanrı imajı üzerine

".. the unique thing that happened to the early israelites was that they conceived a god that cares. he cares but, at the same time he also demands that you behave morally. but here comes the paradox. what's one of the first things that that god asks? that god asks abraham to sacrifice his only son, his beloved son, to him. in other words, in spite of millennia of efforts, we have not succeeded to create a really and entirely loving image of god."

"..ilk israillilerin inançlarının temelinde onlara değer veren bir tanrı vardı. onlara değer veriyordu ama aynı zamanda onların da ahlaklı olmalarını istiyordu. paradoks burada başlıyor. tanrının bizden ilk beklentisi nedir? tanrı, ibrahim'den bricik oğlunu kendisi için kurban etmesini istedi. başka bir deyişle, binlerce yıllık çabaya rağmen hala tam anlamıyla sevecen bir tanrı imajı oluşturmayı başaramadık. bu bizim kapasitemizi aşıyor."

seçimlerimiz üzerine

"we are all faced throughout our lives with agonising decisions. moral choices. some are on a grand scale. most of these choices are on lesser points. but we define ourselves by the choices we have made. we are, in fact, the sum total of our choices. events unfold so unpredictably, so unfairly. human happiness does not seem to have been included in the design of creation. it is only we, with our capacity to love, that give meaning to the indifferent universe. and yet, most human beings seem to have the ability to keep trying, and even to find joy, from simple things, like their family, their work, and from the hope that future generations might understand more."

"hepimiz, hayatımız boyunca bazı seçimler yapmak durumunda kalırız. ahlaki seçimler. bazıları sıradan, bazılarıyla hayati seçimler. ama her halükarda bizi biz yapan seçimler. ne de olsa son tahlilde, her insan yaptığı seçimlerin bir toplamıdır. olaylar hiç ummadığımız bir biçimde, hatta adaletsizce gelişebilir. öyle ki; varoluşun tasarımında insanoğlunun mutluluğunun hiç hesaba katılmamış olduğunu bile düşünebilirsiniz. çünkü sadece biz, sahip olduğumuz sevme kapasitesiyle bu kayıtsız dünyaya anlam kazandırabiliriz. ancak pek çok insan, mutluluğun peşinde inatla koşmaya devam ediyor. ve bazen ona ulaşıyor da. basit şeyler sayesinde; tıpkı aile gibi, iş gibi, ya da gelecek nesillerin daha anlayışlı olma umudu gibi."

profesörün bu müthiş tespitlerini yazımın son sözleri yapmalıyım sanırım. görüşmek dileğiyle bik bik.

Nevrotikliğin Yıkılmayan Kalesi Woody Allen'ın En İyi Filmleri