MÜZİK 14 Mart 2023
5b OKUNMA     295 PAYLAŞIM

Bob Dylan'ın Gözden Kaçan Nefis Albümlerinden New Morning'in Ortaya Çıkış Hikayesi

1970 tarihli Bob Dylan uzunçaları, kendisinin enteresan bir döneminin ürünü. Hikayesiyle birlikte inceliyoruz.

bob dylan kadar albüm çıkaran bir sanatçıysanız, ne kadar göz önünde olursanız olun, bazı muhteşem albümlerinizin gözden kaçması, (daha doğru bir deyişle) bazı başka albümlerinizden daha az ilgi görmesi normaldir. new morning (1970), street-legal (1978) ve oh mercy (1989) benim için bu gruba giren üç harika albümdür.

gerçi ticari olarak hakkını yemeyelim. new morning, gerek maddi olarak para kazandırsa da oldukça başarısız bir albüm olan self portrait’ten hemen birkaç ay sonra çıktığı için, gerek içindeki harika şarkılar, gerekse dylan’ın o genzinde et varmış gibi şarkı söylemeyi bırakıp kendi sesine dönmesi sebebiyle çıkar çıkmaz eleştirmenlerden de, dinleyicileden de olumlu yorumlar aldı. altın plak kazandıracak kadar da sattı.

ama dylan’ın bu albümden sonra hem kişisel sebeplerle, hem de müziği üzerindeki hakimiyeti geri almak için girişeceği kontrot mücadeleleri sebebiyle müziğe görece ara vermesinin de etkisiyle, 1969’da başlayıp 1975’de blood on the tracks başyapıtı arasındaki kalan “az ürettiği” periyodun içinde gözardı edilmiştir. suçu dinleyiciye atıyor da değilim tümüyle. bob dylan’ın kendisi de kariyerinin ilerleyen dönemlerinde bu albüme yeterince eğilmemiş, konserlerinde çok fazla çalmamıştır.

halbuki hikayesiyle olsun, içerdiği muazzam şarkılarla olsun, bob dylan’nın kariyerindeki psikolojik bir köşe taşını oluşturmasıyla olsun oldukça önemli bir albümdür. bob dylan’ın en samimi albümü olduğunu söylersem yanılmış olmam herhalde.


albümün içine girmeden önce, dylan’ın 1970’de nasıl bir ruh hali içinde olduğunu anlamak gerek

çünkü albümü samimi yapan detayların hepsi bu ruh halinde gizlidir.

1970’de abd çeşitli gençlik ayaklanmaları ile sarsılmaktadır. ülkenin pek çok noktasında gösteriler vardır. işin dylan’a dokunan ucu ise, göstercilerden medyaya, yakınlarından dinleyicilere kadar herkes “o neslin sözcüsü” bob dylan’ın da gösterilerde yer almasını ister.

fakat bu konuda şöyle bir sıkıntı vardır ki; dylan hayatının hiçbir döneminde bu tür gösterilerde yer almadığı gibi, bu kez de en ufak bir motivasyonu yoktur katılmak için. yine de protest şarkılar yaptığı için kendisi yıllardır başkaldıran halkın sözcüsü, direnişin simgesi olarak görülmektedir.

bob dylan’ın bu gösterilere katılmaması ile ilgili en güzel anektodu joan baez, no direction home belgeselinde paylaşır: "yıllardır hangi gösteriye katılsam, insanlar bana ‘bob da gelecek mi?’ diye soruyor. onlara sürekli aynı cevabı vermeye çalışıyorum. ‘bob dylan bu tür gösterilere hiç gelmedi, bundan sonra da gelmeyecektir."

dylan’ın aptalca bulduğu bu “neslin sözcüsü” olma algısı o kadar abuk noktalara ulaşır ki, bir gün gazetecinin biri dylan’ı telefon ile arar ve ona gösterilere katılıp katılmayacağını, başkaldırının sözcüsü olmanın nasıl bir şey olduğunu sorar. dylan adama hiç adeti olmadığı üzere uzun uzun bunun ne kadar saçma olduğunu, kendisinin hiçbir şeyin simgesi ya da sözcüsü olmadığını izah eder. ertesi gün gazete şu manşetle çıkar: "sözcü, sözcü olduğunu kabul etmiyor."

üstelik gösterilere katılma arzusu şöyle dursun, bob dylan’ın korkunç bir şöhrete ulaştığı, akıl almaz bir ilgiye mazhar olduğu yıllardan sonra artık iyice büyümeye başlayan ailesi ile insanlardan uzak kalmak istediği günlerdir bunlar.

kamuoyunun ilgisinden kaçmak, hayranlarının tacizinden uzaklaşmak için sık sık ikametgahını değiştirdiği, sadece çok sevdiği karısı ve dört çocuğu ile vakit geçirmeye çalıştığı zamanlardır. hayattan tek beklentisi karısı ile evinde huzurla oturmak, çocukları ile denize gitmek, balık avlamak, bisiklete binmektir.

Bob Dylan ve karısı Sara Lownds, 60'larda.

yeri gelir kendi şöhretine ve itibarına suikastlerde bulunur

kafasından aşağı bir şişe viski dökerek bir markete girer, sarhoş taklidi yaparak olay çıkarır. ister ki gazeteler artık kendisi hakkında kötü şeyler yazsın, eleştirilsin ve insanlar artık onu bir kurtarıcı olarak görmekten vazgeçsin. (john lennon’un beatles ile kazandığı şöhretle cebelleştiği günlere ne kadar da benzer bu hali.)

üstelik babasını yeni kaybetmiştir dylan. bir yandan da onunla ilişkisinin muhasebesini yapmaktadır. kendisi de bir baba olarak, onunla geçmişte yaşadığı iletişimsizlik kafasını karıştırmaktadır.

müzik bile ikinci plandadır. sadece para getirdiği için müzik yapar. büyük hitler çıkarmaya çalışmaktan, müzik üzerine düşünüp devrimci yenilikler peşinde koşmaktan zihinsel olarak uzaktır.

müziğe kendini adamaya öyle uzaktır ki, dylan’ın da hayranı olduğu dönemin ünlü şairi/tiyatro yazarı archiebald macleish’in işbirliği teklifine de yeterince kendini verememiş ve neticede ortak çalışmaları mümkün olmamıştır. macleish yeni bir oyununun müziklerini yapması için dylan ile görüşür. oyun oldukça karanlık, sayısız cinayetin işlendiği bir metne sahiptir. dylan kendini o psikolojiye sokup şarkıları yazamaz. daha sonra new morning’in de çatısını oluşturacak o birkaç şarkı, macleish’in aradığı karanlık atmosferden uzak, dylan’ın içinden geçtiği huzur arayan insan temasını işlemektedir çünkü.

albüme dönersek; dylan, gelen olumsuz eleştirleri hiç umursamadığı self portrait’in çıkışından birkaç hafta sonra columbia records’da birlikte çalıştığı prodüktör efsanevi bob johnston’dan bir telefon alır. johnston ona tekrar stüdyoya girmek isteyip istemediğini sorar. dylan’ın cevabı, o sırada sanatçının müziğe bakışının bir yansımasıdır adeta:

"para kazandırdığı sürece albüm yapmakta bir sakınca yok. haydi yapalım."

giren çıkan müzisyenin haddinin hesabının olmadığı self portrait kayıt seanslarının aksine bob johnston bu albüm için sadece sınırlı sayıda müzisyen davet eder stüdyoya.

talihin biz dinleyicilere kötü bir cilvesi olarak; arka arkaya tarihin en büyük sanatçılarından bazıları (dylan, cohen, cash, the byrds, simon & garfunkel) ile tarihin en önemli albümlerinden bazılarının prodüktörlüğünü columbia çatısı altında gerçekleştiren bob johnston, bir yıl sonra şirket ile maaşında anlaşamaması sebebiyle columbia’dan ayrılacaktır. new morning de onun dylan ile son işbirliği olacaktır. ne görkemli bir kapanış!

stüdyoya çağırılan çekirdek müzisyen kadrosunda geçtiğimiz aylarda yitirdiğimiz basçı charlie daniels ve gitarist rob cornelius gibi, bob johnston albümlerinin gediklisi müzisyenlerle birlikte, dylan’ın yine uzun zamandır birlikte çalıştığı al kooper da vardır. kayıtlarda kooper tuşlu çalgıların hakkından gelirken, şarkıların pek çoğunda davulun başına russ kunkel geçmiştir.

1970 haziran’ının başından ağustos ortalarına kadar new york’ta kaydedilen albümün her bir şarkısına bob dylan’ın yukarıda anlattığım ruh hali sinmiştir.

New Morning


kaydedilen 17 şarkının 14’ünün girdiği albümdeki parçalar, adeta dylan’ın o sırada yaşamak istediği hayatı resmetmektedir

o güne dek albümlerinde sıradan insanın hikayesini, gangasterlerin maceralarını, tren yolculuklarını, toplumsal dertleri, ezilenlerin öykülerini de anlatan dylan, bu albümde bunların hiçbirine yer vermemiştir. sadece kendisi vardır bu albümde. eşi sara’ya olan aşkı, onunla ve çocuklarla geçirmek istediği evcimen hayatın özlemi vardır. ailesi dışında her şeyden ve herkesten kaçmak isteyen bir adamın, kendini köşeye sıkıştırılmış ve mahkum hissedişi albümün her köşesine sinmiştir.

her biri birbirinden harikulade olan şarkılardan time passes slowly’de, sakin bir yaşama duyduğu özlemi dile getirir:

“gerek yok trene binip şehre gitmeye
gerek yok panayıra gitmeye
gerek yok yukarı çıkmaya
gerek yok hiçbir yere gitmeye”

if dogs run free’de, köşeye sıkıştırılmışlığını ve üzerine yüklenen beklentilerden duyduğu sıkıntıyı, kendi özgürlük imgeleri üzerinden şöyle dile getirir:

“köpekler özgürce koşturuyorsa, neden biz de koşmayalım
şu uçsuz bucaksız düzlükte?
kulaklarım senfonisini duyuyor
iki katırın, trenlerin ve yağmurun
en güzel günler kapıda
diyorlar hep bana
bildiğini yapmaya devam et, kral sensin
köpekler özgürce koşturuyorsa”

albümdeki nefis şarkılardan sign on the window’da ise ailesi ile yakalamak istediği yalnızlığına duyduğu özlem fışkırıyor dizelerden:

“kendime bir kulübe yapsam utah’da
evlensem, tutsam gökkuşağı alabalığı
bana ‘baba’ diyen boy boy çocuğum olsa
hayatın anlamı bu olmalı
hayatın anlamı bu olmalı”

dylan’ın bir şiirini okuduğu three angels’da insanların günlük hayatlarının koşuşturmacası içinde güzelliklere yabancılaşması vardır. tam da dylan’ın o sıralarda hissettiği şeydir bu:

“insanla dolu şu beton dünyada
melekler gün boyu çalgılarını çalıyor
bütün dünya önlerine geçit resmine çıkmış sanki
ama onların çaldığı müziği duyan var mı ki
hiç değilse bir kulağını kabartan?”

dylan’ın seanslarda kaybettiği halde albüme almadığı, sonraki bootleg albümlerde dinleyici ile buluşan parçalardan watching the river flow, işi gücü bırakıp nehrin akışını izleyen bir adamın, bundan duyduğu huzuru anlatır.

yine albüme giremeyen parçalardan olan when i paint my masterpiece, belki bütün albümdeki duyguların en açık özetlendiği dizelere sahiptir. dylan’ın kaçtığı her şey bu şarkıdadır:

“ah, kolezyum’un içinde geçirdiğim saatler
aslanlardan sakınıp vaktimi çarçur ederek
ah, ormanın heybetli kralları, onları görmeye dayanamıyorum
evet, uzun ve zorlu bir tırmanış oldu gerçekten
tren tekerleri hafızamın gerilerine doğru dönüyor
tepe başında vahşi kaz sürüsünün peşinden koştuğum zamana
bir gün her şey rapsodi gibi mükemmel olacak
ben başyapıtımı tuvale dökerken

roma’dan çıkıp brüksel’e indim
uçak öyle sarstı ki neredeyse ağlayacaktım
içeri adımımı attığımda herkes beni karşılamak için oradaydı
üniformalı din adamları ve kaslı genç kızlar
şekerleme yiyen gazeteciler
bir sürü polis tarafından zaptedilmeleri gerekti
bir gün, her şey bambaşka olacak
ben başyapıtımı tuvale dökerken.”

when i paint my masterpiece, dylan’ın şöhrete, rekabete, medyaya, kendisinden beklenenlere karşı kariyeri boyunca yazacağı en samimi dizeleri içerir.

ırkçılık karşıtı liderlerden george jackson’ın ölümüne ağıt olarak yazdığı şarkıda ise daha karamsardır:

“bazen düşünüyorum da bütün dünya
dev bir hapishane avlusu sadece
kimimiz mahpus
geriye kalanımız gardiyan.”

albümün geri kalan şarkıları da dylan’ın eşine ve ailesine duyduğu sevgiyi anlatan enfes aşk şarkılarıdır. sara ile yeni bir sabahaya uyanmanın şevkini albüme adını veren new morning’de anlatır. iş hayatından kaçıp sığındığı taşradaki evinde onunla bir hafta sonu daha geçirmeye duyduğu isteği, adı üzerinde one more weekend’de dile getirir. sara’nın onun içini okuşunu ve onu kendini gerçekleştirmesine yardım edişini the man in me’de ve if not for you’da dizlere döker.

The Man in Me


new morning, dylan diskografisinin en eşsiz, en samimi, en yalın duraklarından biridir

sound olarak da bütünselliği yaklayan belki de ilk dylan albümüdür. dylan bu albümde çığır açmaya çalışmamış, rekabet etmemiş, çelişmemiş, kendisinden başka kimseye ya da hiçbir şeye duyarlılık göstermemiş, sadece kendi olmuştur. bütün dylan diskografisi içinde en çok robert allen zimmerman olduğu albümdür new morning.

bir de gitarist ron cornelius’un hoş bir anısı vardır albümle ilgili. cornelius, albüme adını veren şarkının sonlarında kısa fakat harika bir solo atar. dylan soloyu çok beğenir ve günün sonunda cornelius’a gidip “harika bir iş çıkardın. senin için yapabileceğim bir şey olursa söyle” der.

cornelius düşünmek için süre ister. aklında daha önce gördüğü ve çok beğendiği pahalı bir gitarı dylan’dan kendisi için almasını istemek vardır. sonra vazgeçer. ve dylan’dan sadece kendisi için yarım saatlik özel bir konser vermesini ister. cornelius yere uzanacaktır ve dylan piyanonun başına geçecektir. cornelius yattığı yerden dylan’dan sevdiği şarkılarını çalmasını isteyecektir. kural şudur: el çırptığında o anda söylediği şarkıyı bitirecek ve başka bir şarkıya geçececektir. dylan dileği kabul eder ve stüdyoda herkes gittikten sonra cornelius hangi şarkıyı istiyorsa ve ne kadar istiyorsa onun için çalar.

yeryüzünde bir dilek hakkı herhalde bundan daha güzel kullanılmamıştır.

not: şarkı sözlerinin çevirileri > deniz koç/ bob dylan sözler/kara plak yayınları