BİLİM 20 Nisan 2018
105b OKUNMA     979 PAYLAŞIM

Bilincimiz Açısından Tahammül Edilemeyecek Derecede Korkutucu Bir Kavram: Rüya

Rüya hakkında okuduğunuzda içinizi ürpertecek bir yazı.

rüya; "standart" olarak kabul edilen bilinç düzeyimiz açısından tarif ve tahammül edilemeyecek derecede korkutucudur.

öyle ki; genelgeçer tıbbi değerlendirme kriterlerine göre "uyanık" olarak kabul edildiğimiz, ampirik metodlarla olağan olarak kabul edilen dünya algısının ölçütlerine göre bilincimizin "açık" olduğu "gündelik" bir halimizle kendimizi herhangi bir rüyamızın içinde bulsak, yaşayacağımız deneyimin etkisiyle mental sağlığımızı muhafaza etmekte zorlanır, deneyimin kabul edilebilir bir süreyi geçmesi durumunda ise bizi "delilik" mertebesinden uzak tuttuğunu varsaydığımız "mantıklı" bir biçimde mental muhakeme etme yetimizi kaybederiz.

başka bir deyişle; şu anda kendinizi halen anımsayabildiğiniz sıradan bir rüyanızın içinde bulsanız, hissedeceğiniz korku ve dehşet nedeniyle henüz saatini dahi dolduramadan delirirsiniz.

"duvarın içinde kör bir bebek varmış, cin annesi sürekli ağlıyormuş." sinopsisiyle açılan, uyanışın ardından hatırlandığında dahi rahatsız edici bulunan rüyalardan bahsetmiyorum. fazilet yenge ile buluşup nuriye'nin evine gittiğiniz, o sırada odalardan birinde sami dayı'yı gördüğünüz, hiçbir şey konuşmadığınız halde sami dayı'nın bu odada bir home office açtığını ve psikolog olduğunu öğrendiğiniz absürd rüyalardan bahsediyorum. "uyanık" halde iken kendinizi zamandan ve mekandan kesilmiş bir dünyada bulsanız neler olduğuna anlam veremez, korkuya kapılır ve çıldırırsınız.

rüyalar hakkında düşünmesini bilen için şüphesiz nice ibretler var aslında. rüya kavramını analiz ettiğimizde; "gerçeklik" algımızın duyu organlarımızdan ziyade beynimizde temellendiğini, irademizden bağımsız olarak kimyasal bir süreç izleyen beynimizin bizi kolayca kandırabildiğini görüyoruz. burada mevzuyu doğrudan "baa işte allaaan hikmeti" önermesine bağlayanlar var, isimlerini zikretmek istemiyorum zira pek meraklılar dava açmaya. oysa benim dikkat çekmek istediğim sorun ontolojik bir zeminde yer alıyor ve dogmalarla değil de düşünce ile irdelenmesi gerekiyor.

immanuel kant hemen tüm kavram ve bilgilerin ampirik olarak tanınıp değerlendirildiğini ancak bunların sabit çerçeveler olmadan biçimlenemeyeceğini söylüyor. illa ki uzaya ve zamana ihtiyacınız var, bu a priori çerçeveler olmadan yaşadıklarınızı tasavvur edemiyorsunuz. zamansızlığı, mekansızlığı, 5n1k'nın var olmadığı ya da aynı sürecin paralel düzlemde iki yerde şekillendiği bir dünyayı hayal edemiyorsunuz. zaman, mekan sabit kalmalı ki bilgi edinebilelim, süreci anlamlandırabilelim.

oysa rüya tüm bunları altüst ediyor, bizi asla anlamlandıramayacağımızı düşündüğümüz bir evrene götürüyor. herhangi bir rüyamızı aynen gördüğümüz haliyle bir film gibi izlesek son derece şaşırır, korkar ve rüya boyunca tarif edilemeyen bir rahatsızlık duyardık. çünkü rüya bizim dünyayı algılama ve yorumlama biçimimizi tamamen geçersiz kılar. üstelik rüyada olup bitenlerin de hiçbir önemi yoktur bu meselede. rüyaların zamansız ve mekansız oluşu, lineer zaman ve bilinç akışını anlamsız kılışı, rüya içerisinde olduğumuz yerde yaşadığımız "burada da şu oluyormuş, karşımdaki bunları yaşamış meğerse" temalı simultane deneyimleyiş kabullenemeyeceğimiz derecede radikaldir. bilhassa son deneyimin nedeni, beyninizin utanmaz arlanmaz bir gayretle uydurmasıdır aslında. ancak -artık tam olarak ne olduğundan emin olamayan, öznel sınırlarını çizemeyen "izleyici" siz- beyninizi takip eder ve rüya boyunca onun ne yaptığını bildiğine inanırsınız. hakikaten de, rüyalar bizim dünyamızın algılarınca takip edilebilir bir kurgu izlemezler. rüyanızdaki bir figürle konuşurken, o figürün benliğiyle bir bağ kurar ve onunla birlikte anılarını yaşarsınız. üstelik bunun salt geçmiş zamanda bir yolculuk olmadığının da bilincine varır, kendi şimdiniz, başkasının şimdisi ve başkasının geçmişinin sizin zihninizde eş zamanlı olarak yaşanabildiğini idrak edersiniz. bu "uyanık" halinizin tasavvur ettiği dünya için mümkün görünmeyen bir üçlemedir. bu durumun rüyanızdaki yansıması "meğersem o atı sen yollamışsın." ifadesinde kendisini kanıtlar. rüya tasvirlerinde sıkça rastlanan bir üslubun alışıldık ifadesidir bu. rüyada pek çok şey size, alışılageldiği biçimde oral ya da yazılı yöntemlerle aktarılmaz, siz onu zaten tüm detaylarıyla "biliyorsunuzdur." hiçbir şey konuşulmadığı halde, siz karşınızdaki karakterin tüm öyküsünü tek bir bakışla yeniden canlandırır ve ona dair tüm bilgilere vakıf olursunuz.

rüyadaki "kurgu" da, bizim alıştığımız biçimde ileriye doğru akan zaman doğrusu üzerinde yer bulan ardışık olaylardan farklıdır. rüyada geçmişe dair olanla şimdinin süreci, geleceğin akışıyla paralel olarak akar. buna örnek vereceğim.

ayrıca tüm bunlara ek olarak; hem karakterlerde hem de olaylarda, rüyanız boyunca dikkat etmediğiniz ancak ertesi gün farkına vardığınız bir tuhaflık vardır. replikler, olay örgüsü, tuhaf sessizlikler, büyük olayların gerçekleştiğine tanıklık etmeden "gerçekleşmekte olduğunu" gözlemek bu deneyim dışı akışın ana hatlarını meydana getirir.

karakterler kendilerini uzun uzadıya ifade etme girişiminde bulunmazlar, kısa bir cümle kurarlar. durumu uyanıkken tuhaf bulacağınız bir üslupla ifade ederler, sizse hem onları dinler hem de -görsel verilerle ya da görsel veriler olmadan- onların zihninde söylediklerinin arka planındaki tüm olayları deneyimlersiniz.

olaylar sıralı gidiyormuş gibi görünse de aynı anda iki ayrı yerde olup iki ayrı olaya tanıklık etmeniz ve bu deneyimi görece tek benlikle ve görece tek bir mekanda deneyimlemeniz mümkündür.

beyniniz zaman zaman uyduramaz; bu nedenle garip bir sessizlik olur. beyniniz geçişler konusunda da pek yetenekli bir yönetmen olmadığından, kendinizi ansızın bambaşka bir sahnede bulursunuz. ne var ki, beyniniz bu yeni sahnenin temelini rüya "bilincinize" izah eder ve ansızın gelişen beklenmedik olaylar sizi asla şaşırtmaz. çünkü siz bilgisiz izleyici konumunuzla eş zamanlı olarak aynı anda "biliyorsunuzdur".

şimdi sıradan bir rüyayı kurgulayalım ki değinmek istediğimiz noktaları daha net ifade etme imkanımız olsun:

fazilet yenge ile nuriye'nin evindesiniz. [fazilet yenge ile olan buluşmanızı anımsamıyorsunuz, ziyareti nasıl ve ne zaman kararlaştırdığınızı tarih ve mekan temelli olarak izah edemiyorsunuz. ancak buna rağmen belleğinizde eksik anların varlığı söz konusu değil. hiçbir anını hatırlamamanıza rağmen "ziyarete karar vermiş, buluşmuş ve oraya gelmişsiniz." bu bilgi sizin malumunuzda beliriyor.] evin dekoru bilinçaltınızın sağda solda tespit ettiği eşyaları kendince mantıklı bir biçimde bir araya yığmasından mütevellit, çocukken yanınızdan ayırmadığınız oyuncak ayınız vitrinin üzerinde duruyor. tesadüfe bakın ki bu vitrin, bir aile dostunuzun evinde bulunan vitrin. (vitrin mi kaldı demeyin la) nuriye'ye "bu vitrinden sizde de mi var?" diye soruyorsunuz. size bir tabağa dilimlenmiş bisküviler ikram ediyor [o anda size malum oluyor ki, bisküvileri evin yakınındaki bir marketten almış ve onları bıçakla dilimlerken "işte misafire ikram budur, daha ne vereceğiz." diye söylenmiş.] vitrini sorduğunuzda "e bu ülkenin vitrini budur ki, bu topraklarda doğan herkes bu vitrini kullanır. biz ne yapalım başka vitrini. ha ha." diyor. [o anda evlere tek ölçü vitrin dağıtan devleti, kamyonları, dağıtım sürecinini hiçbir görsel imgeye başvurmadan tasavvur ediyorsunuz. ne bir kamyon ne de bir vitrini eve taşıyan hamallar canlanıyor zihninizde. tüm "öykü" ne bir görsellik ne de bir "sözcük" kullanılmadan size malum oluyor.] derken diğer odada "beliriyor" ve sami dayı'yı görüyorsunuz. [hiçbir şey konuşmuyor ancak geleneksel biçimde herhangi bir iletişim kurmamanıza rağmen, sami dayı'nın artık bir psikolog olarak bu odada çalışmaya başladığı, gelen müşterilere gülmek istediği çünkü hepsinin çok sıkıcı olduğu bilgisi size malum oluyor.]

işin en tuhaf kısmı ise, hislerinizin gerçek hisler gibi değil de kavramların zihinde canlandırma yoluyla çağrılması. eğer bedenden bağımsız bir ruh gerçek olabilse dünyayı aynen böyle duyumsuyor olabilirdi. rüyanızda "gerçek" hayattaki biçimiyle keder, mutluluk duymaz, farklı biçimde, kavramların özüne dair bir algının benliğinizde belirdiğini görürsünüz. kaldı ki; acı ve panik hissi rüya biçiminden çıkıp olağan haliyle algınıza nüksettiği anda uyanırsınız. orada, delirmenizi engelleyen bir emniyet kilidi vardır sanki.

tüm bunlara rağmen rüyadaki benliğimiz olup bitenlere anında uyum sağlar, uyanık olan benliğimizin zaman-mekan-nedensellik yokluğu yüzünden anlamlandıramayarak delireceği bir tasarımı benimser. tüm bunlara ilk elden tanıklık ederken, nesnel gerçekliğin elle tutulup camdan atılabilir ya da yenilebilir "numenlikte" olduğuna inanmak, bir öyle bir böyle dünya kuran beynin -sırf uyumuyor olma haline güvenerek- tüm nesnel özü şüpheye yer bırakmayacak şekilde önümüze serdiğini kabul etmek de insan olmanın, başka bir deyişle "yaa aman, boşver" demenin bir diğer dışavurumudur şüphesiz.

ayrıca: rüyada yer ve zaman yok derken kavramlara biraz farklı anlamlar yükledim. rüyada yer ve zaman algısının bizim takip edebildiğimiz katılıktıkta olmadığını, doğrusal olmayan, yer yer silikleşen, kesik kesik parçalar halinde arka planda belirip kaybolan öğeler olarak önemsizleştiklerini vurgulamaya çalıştım. hiçbir yerde ve hiçbir zamanda olmamak bizim gri maddeler için imkansız olsa da, bu çerçevelerin mümkün olabildiğince deneysel anlamda tanımlayabildiğimiz hallerinden çıkarak adeta zayıfladığı ve önemsizleştiği bir yerdir rüya.

meraklısına: gerçek bir karakter olan sami dayı 86 yaşındadır ve gençliğinde buz fabrikalarında üretilen kalıpların kamyona yüklenip dağıtılması işiyle ilgilenmiştir.

Bu içerik de ilginizi çekebilir