SİYASET 3 Mart 2022
26b OKUNMA     421 PAYLAŞIM

Batı Düşmanlığı Klişesine Dair İnsanı Düşünmeye Zorlayan Bir Durum Değerlendirmesi

Uzun yıllardır, ilkokuldan beri işlenen batı düşmanlığı mevzusuna dair dürüst bir analiz.

hayatımın önemli bir kısmını abd başta olmak üzere batıya öfke duymakla, nefret kusmakla geçirdim

batı bizi, bütün bir asyayı, afrikayı, latin amerikayı, dünyanın lanetlilerini, hepimizi yüzyıllardır sömürendi, geri bırakandı, kültürünü unutturup kendisine yabancılaştırandı, asimile edip kendi kültürünü ve dilini zorla dayatandı. zayıflıktan kemikleri sayılan afrikalı çocukların yüzüne konan sinekti batı, ırak'ın tepesine yağan bombalardı, ruanda'da akan kandı, bosna'ya seyirci kalandı. brezilya favelalarındaki sefaletin adıydı, vietnamlı çocuğu yakan napalm bombasıydı, filistinli çocukların bitmeyen gözyaşlarıydı.

daha yüz yıl önce bizi işgal edendi batı, dünyaya adalet ve barış dağıtan şanlı imparatorluğumuzu dağıtıp üstümüzde tepinendi. bize bütün yaşattıklarının üstüne bir de utanmadan insan hakları, demokrasi filan gibi şeylerden bahsedendi, bizi maddi manevi aşağılayandı. elimizdeki her şeyi alıp bize hamburger yedirendi, tüm sefaletimizi unutturmak için bize filmlerini izletendi, bir de arsızca bu filmlerde kendisini kahraman gösterendi. daha da kötüsü, bize ezikliği öğretip kendisine özendirendi, her şeye rağmen onlar gibi olmak, onlar gibi giyinmek, onlar gibi yaşamak istememizi sağlayandı.

benim hikayem milyonların, hatta milyarların hikayesiydi aslında. onca nefretimize rağmen yine de onlara özeniyor, onların seviyesine çıkmak ve hatta geçmek istiyorduk, yüzyıllardır biriken bir öfkeyle yetişen kindar nesiller olarak onlardan intikamımızı alacağımız o adalet gününü hasretle bekliyorduk. bekledikçe öfkemiz daha da bileniyor, daha da katmerleniyordu; filmlerde onların mutluluğunu gördükçe, umursamazca dans ettiklerini izledikçe kinimiz gitgide mükemmelleşiyordu. dönüp kendimize baktıkça içimiz eziliyordu hep; kendi filmlerimizi beğenemiyor, kendi geri bırakılmışlığımızı sindiremiyor, kendimizi sevemiyorduk. bir şeyleri iki saatliğine olsun unutmak, oyalanmak için futbol izleyelim desek, ingiltere'den her maçta sekiz tane yiyorduk. bari burada onlar kazanmasın diye brezilya'yı, arjantin'i tutuyorduk hep. ne üretim, ne teknoloji, ne savaş, ne bilim, ne sanat, ne spor, hiçbir alanda onlarla baş edemiyorduk; onlar gibi film çekemiyor, onlar gibi top oynayamıyor, onlar gibi özgürce sevişemiyor, hayattan onlar gibi tat alamıyorduk.


islamcı bir aileden gelip, ilk gençlik yıllarında sosyalizme kapılmış biri olarak, birbirinden çok farklı ve hatta birbirine düşman bu iki dünya görüşünün de ortak noktasının yukarıda saydığım edebiyattan mürekkep olduğu fark edildiği zaman, bizimki gibi ülkelerde islamcılıktan solculuğa, solculuktan islama geçişlerin neden görece daha kolay ve yaygın olduğu daha anlaşılır oluyor. aynı zamanda, şu an islamcıların avrasyacı/ulusalcı kesimle birçok konuda yan yana durması da daha anlaşılır oluyor.

islamcıyken, tutunacağımız tek dal olan ahlaka sarılıyorduk, her şeye rağmen onlardan daha vicdanlı, daha ahlaklıydık. "kazanmak kirlidir, kaybedelim insan kalırız." varsın dünya onların olsundu, sonsuz bir hayat bizi bekliyordu, orada efendi biz olacaktık. ama bu dünyadan da vazgeçmiyorduk tam, elbet kıyamet kopmadan önce bir kurtarıcı gelip yine bizi dünyaya hakim kılacaktı. sosyalist devrime iman edince de zaten intikam günü ahiretten çıkıp bu dünyaya dönüyordu. şimdilik kazananlar onlardı, ama elbet bir gün bizim günümüz de gelecekti. tüm ezilenlerin, tüm lanetlilerin yerinden doğrulacağı, dünyaya adaletin hükmedeceği o kutlu gün elbet gelecekti.

"ve onların gözlerinden tüm gözyaşlarını silecek. artık ölüm olmayacak. artık ne yas, ne ağlayış, ne de acı olacak. çünkü önceki düzen ortadan kalktı." incil, vahiy, 21/4

bütün bu eskatolojik kurtuluş, diriliş, yeniden doğuş teolojisinin dünyanın köşe bucağında kalan, kapitalizmin çeperinde sürünen milyarlar açısından türlü çeşit dini veya seküler formla kendisine yer bulması, islam dünyasından tut çin'e kadar bütün kıyı coğrafyalarda kök salması şaşırtıcı değil elbette. insan vicdanı, underdog olan tarafı tutuyor tabi hep, zayıf olanın, güçsüz olanın kazanmasını istiyor bir noktada. rocky gibi imkansızlıklarla mücadele edip, kendisinden iri olan rakibini yenen kahramanların hikayelerini seviyoruz en çok.

bu arada fonda voyage voyage çalıyor şu an, oturduğum yerde garip garip hareketlerle dans ediyorum bir yandan, evde bir seksenler havası estiriyorum gece gece, salona disko ışık düzeneği kurma fikri var aklımda.

her neyse...


birkaç yıl önce kanaat getirdim ki, bizi en çok zehirleyen şey, bizzat bu batı düşmanlığıdır

sayılan zulümlerin, adaletsizliklerin hepsinin hakikat temeli var, ancak üstüne eklenmiş ve doğrudan nedensellik kurulamayacak bir ton edebiyatla birlikte, bize köstekten başka bir anlam ifade etmiyorlar artık. her şeyi basitçe açıklayıp, bütün sorunlarımızı unutup, bütün suçu kendimizden başka atacak bir sorumlu bulmamızı sağlıyor bu edebiyat; neden yerlerde süründüğümüzü bize kırıcı olmadan açıklıyor, gururumuzu yerden toplamamıza ve başımızı dik tuttuğumuzu sanmamıza imkan tanıyor.

bazı şeylerin adını koymamız lazım. batı ve kapitalizm dünyaya hakim olmadan önce de hiçbir coğrafyada ne adalet, ne barış, ne özgürlük, ne üretim, ne refah vardı. daha da ötesi, bu kavramların içeriğini bile büyük ölçüde batı doldurdu aslında. daha önce eşitlik ve kardeşlikle el ele tutuşup dans ederek yaşamıyorduk, birileri gelip mutluluğumuzu elimizden almadı, saksımızı kırıp soğanımızı çalmadı. bilakis, ortada hiç özlem duyulacak bir geçmiş yoktu. köleliği gayet içselleştirmiş, kadını insan saymadan, muazzam bir cehalet içinde hurafelerle yaşayıp gidiyorduk. bunları kabul etmek zor geliyor evet, afrika'da pek çok yerde kölelikten tut insan kurban etme adetinin, yamyamlıktan tut türlü çeşit saçma sapan büyü ve hurafe ile işlenen vahşetlerin büyük ölçüde batı dominasyonundan sonra ortadan kalktığını öğrenmek istemiyoruz. bizdeki köleliğin de ingiliz baskısıyla ortadan kalktığını kabullenmek incitici bir duygu. bütün bu eziyet dolu batı sömürge tarihinin ilginç çelişkileri üzerine kafa yormaktansa, kendimizi sürekli mağdur hissetmeyi tercih ediyoruz.

bugün bu ülkede hukuk namına doğru düzgün iki gram nefes alıyorsak bunun batı sayesinde olduğunu itiraf etmediğimiz sürece, hakikati teslim etmiş olmayacağız. hukukun üstünlüğü, kuvvetler ayrılığı, yargı bağımsızlığı, ifade ve basın özgürlüğü, idarenin şeffaflığı, rüşvet ve yolsuzluğun önlenmesi, kamu ihale sisteminin şeffaflığı, vb. insanın özgürlük ve refah standartlarını belirleyen her ne varsa batıda var. rekabet hukukundan tut kişisel veri hukukuna kadar her şeyi hala batıdan ithal ediyoruz, onlardan öğreniyoruz, yarım yamalak uygulamaya çalışıyoruz, yarım yamalak haliyle bile eskiye nazaran çok daha iyi yaşıyoruz. ifade özgürlüğünden tut kadına karşı şiddetin önlenmesine kadar hemen her konuda yaptığımız bir gıdım ilerleme varsa aihm'in büyük katkısı var.

batı ikiyüzlü de, bizim samimiyetimiz paçalarımızdan akmıyor. batıyı en çok yine batı eleştiriyor, biz batı eleştirisini bile batıdan öğreniyoruz. daimat burada güzel anlatmış:


ama bazı şeyleri tekrar tekrar söylemekte fayda var. evet, marx'ı da, edward said'i de batı yetiştirdi. batı, kapitalizmine alternatif teorisini de yine kendisi üretiyor, kendi modernitesinin eleştirisini de yine kendisi yapıyor, hatta postmodernizmin bokunu çıkarıp kendi ürettiği aydınlanma değerlerini yine kendisi sorgulamaya açıyor, modernist düşüncenin büyük harfle yazılan tekil hakikatini tartışmaya açıp küçük harfli hakikatlere yine kendisi kapı aralıyor, bazen kendi eleştirisini abartıp dozunu tutturamaz hale geliyor, bizdeki batı düşmanlığına teorik temelleri yine kendisi hazırlayıp sunuyor.

ve yine elbette, "batı" diye yekpare, homojen, monolitik bir yapı yok, dünyaya bambaşka açılardan bakan bir yığın teorik bakışın harmanı batı, birbirini yiyen bir ton çıkar grubunun bitmek tükenmek bilmeyen mücadelesinin bileşke kuvveti. zaten her ne varsa bu dinamizmden çıkıyor, müsademe-i efkardan barika-i hakikat doğuyor. biz ise batının ikiyüzlülüğüne koala gibi sarılıp tutunuyoruz, böylelikle kendimizi iyileştirmek yerine meşrulaştırmayı tercih ediyoruz. buna öyle bir duygusal yatırım yapmışız ki, yanıldığımızı kabul etmek gitgide daha da zorlaşıyor. zaten bütün mesele biraz da bu; hayatımız boyunca inandığımız bir şeyin hatalı olabileceğini kabul edebilecek tevazu ve cesareti göstermekten geçiyor kurtuluşumuz:


tabi, batının yön verdiği güncel dünyadan daha ideal bir dünya hayal etmek mümkün

ama ideal teoride zehir gibi olabilir, pratik desen sallanmaya mahkum. elimizde alternatif rusya var, çin var, batının biraz olsun güçten düşmesini bekleyip ellerini oğuşturan, dünyaya diktatörlükten, esaretten ve sefaletten başka bir şey vadetmesi mümkün olmayan bir yığın istibdat rejimi var, başka da bir bok yok maalesef. batı, en azından kendi vatandaşına insan onuruna yakışır bir hayat sağlamayı dert ediniyor, bu yüzden kimse bugün kalkıp da batıdan rusya'ya, çin'e yerleşmek için göç etmiyor, bütün dünya akın akın batıya kapak atmaya çalışıyor. ve hayır, batı bunu sadece zamanında sömürgecilik sayesinde elde ettiği zenginlikle sağlamadı, bu yalnızca doğunun kendini teselli etmek ve avutmak için yüzyıllardır inanmak istediği masalın bir parçası.

bugün olup biten şey, asla tamamen realpolitik bir bakışla, insandan arındırılmış bir güç mücadelesine indirgenerek okunamaz. batının temsil ettiği bazı temel değerler var, bu temel değerler batının değil insan aklının ürünü, bunlara sırt çevirmek kendi aklımıza sırt çevirmek demek. bu değerler on binlerce yıllık bir tarihi sürecin sonunda hasbelkader batıda üretildi diye gocunmanın, reddetmenin alemi yok. kendi kültürümüze sahip çıkacağız, dönüp kendi medeniyetimizde boncuk arayacağız diye inat etmenin akıbeti, şu içinde debelendiğimiz irrasyonellik oluyor.

bu değerlerin alternatifi yok; alternatifi istibdat, tahakküm ve sefaletten ibaret. batı dünyanın geri kalanını umursamasa bile, ürettiği değerler yine kendisinin ürettiği teknoloji sayesinde bizlere ulaşıyor, hepimiz için ulaşılabilir kıldığı cihazlar ve internet sayesinde bu değerleri öğreniyoruz, bunun pozitif dışsallığı sayesinde hepimiz bir gram nefes alıyoruz, kendi toplumumuzu, kendi iktidarlarımızı sorguluyoruz. daha iyi yaşamanın mümkün olduğunu öğrendiğimiz için yaşadığımız hayatlara şüpheyle yaklaşmaya ve daha iyisini istemeye başlıyoruz.


aynı şekilde, rusya'nın, çin'in temsil ettiklerinin de bir negatif dışsallığı var. kendi çevrelerinden başlayıp bütün dünyaya istibdat ve militarizm ihraç ediyorlar, bütün otoriter yönetimlere ve otoriterleşmeye can atan rejimlere can suyu sağlıyorlar. dünyayı birkaç saat içinde yok edebilecek bir nükleer savaş ihtimali tepemizde sallandığı sürece, nükleer güce sahip tek adam rejimlerinin karşısında saf tutmaktan başka rasyonel bir tercih yok önümüzde.

sadece yakın türkiye tarihini ele alıp görebiliyoruz; batıya yanaşmaya çalıştığımız ölçüde ve yanaştığımız sürece hukuk, özgürlük ve refah namına tekamül ediyoruz, batıdan uzaklaştığımız zaman da anında geriliyoruz, siyaset ortadan kalkıp istibdata dönülüyor, her türlü kalemde yozlaşma başlıyor... türkiye'nin beşeri sermayesi, insan kalitesi, eğitim ortalaması bellidir, ortadadır. türkiye kendi iç dinamikleriyle hukuk, özgürlük ve refah üretebilecek, kronikleşmiş sorunlarını çözebilecek bir ülke değildir, bütün ülkeler gibi. yanlış tanımlanmış bir bağımsızlığın peşinde anlamsızca koşmak istibdat rejimlerinden, sömürü ve tahakkümden başka bir şeye yol açmaz. sorunları kendi başına çözmeye çalışmanın anlamı da yoktur; insan insana, ülke ülkeye muhtaçtır. bireysel bazda da, ister aile, ister arkadaşlık, ister evlilik, ister sevgililik olsun, her türlü insan ilişkisi, bağımsızlıktan belli ölçüde feragati gerektirir. dayanışmanın sağladığı özgürlük, yalnızlığın sağlayacağı özgürlükten güçlü olduğu içindir ki, tek tük istisnalar dışında hiçbirimiz gidip dağ başında tek başına yaşamıyoruz. hasta olduğunuz zaman bir çorba yapanınız olmayınca, veya yaşlanıp elden ayaktan düşünce, tamam burada bir şaka yapacaktım vazgeçtim. velhasıl nihayetinde sosyal hayvanlarız ve bunca hukuku boşuna inşa etmedik.

bağımsızlık istiyorsanız, erdoğan'ı desteklemelisiniz. ciddiyim. mevcut iktidar gerçekten de çok partili rejime geçişten bu yana cumhuriyet tarihinin en bağımsız iç ve dış politikasını yürütüyor. bağımsızlık bir bakıma öngörülemezliktir çünkü. ne kadar öngörülebilirseniz, o kadar az bağımsızsınız demektir. bu anlamda bugün türkiye, fransa'dan daha bağımsız bir ülkedir. bu bağımsızlığın biz vatandaşlar açısından ne anlama geldiğini, ne boka yaradığını da varın siz düşünün ve yorumlayın. bugün fransa devleti 10 yıl önce imzaladığı insan haklarına ilişkin bir uluslararası sözleşmeden kafasına göre pat diye tek adam imzasıyla çekilemez, hiçbir vatandaşını sıfır delil ve saçma sapan yargılamalarla yıllarca içeride tutamaz, "aihm'in kararlarını tanımıyoruz" diyemez. çünkü fransa, bütün gücünü, refahını ve uluslararası toplumdaki konumunu; içinde yer aldığı batı dayanışmasına, mensubu olduğu avrupa birliğine, imza attığı uluslararası sözleşmelere, öngörülebilir ve sözüne güvenilir bir müttefik olarak itibar görmesine borçlu olduğunun farkındadır. dünya çapında yükselen popülist milliyetçiliğin kurbanı olan ingiltere, yediği hurmaları sayıyor şimdi mesela bir bir:


self control çalıyor şu an, o yüzden gençkan'ın aksine kendimi kontrol edip daha fazla uzatmadan kesiyorum.