MÜZİK 10 Aralık 2020
13,9b OKUNMA     559 PAYLAŞIM

Başlangıcından Günümüze, En Özgün Metal Gruplarından Opeth'in Tarihçesi

1989'dan beri kulaklarımızın pasını silen İsveç progresif metal grubu Opeth'in kuruluşundan günümüze kadarki sürede neler yaşadığı ve neler yaptığına dair detaylı bir yazı.


hey gidi opeth diyor ve grubun geçmişinden bugüne doğru bir tura çıkıyoruz

1989'da david isberg ve mikael akerfeldt tarafından olabilecek en şeytani grubu yaratma hayaliyle kurulan opeth, şeytani olma konusunda pek bir yol (bilinçli olarak) kat etmese de metal müzik tarihinde farklı bir yer edinebilmiş bir grup olmayı başardı. fakat tek adam rejimine dayanan grupların önünde sonunda yaşayacağı değişim, opeth nezdinde akerfeldt'in "emeeen sıkıldım metalden!" tavırları ve brutal vokal kabiliyetinin dramatik şekilde azalması olarak sonuçlandı. grubun hayranları, 2011'de yayınlanan heritage'den beri müziğindeki metal iskeleti büyük oranda terk eden ve akerfeldt'in plak koleksiyonundan alıntılar şekline dönüşen bir opeth'i dinler oldular. her yeni albümde de "bu sefer brutal vokal olur mu? iki sert riff duyar mıyız?" hayalleri ile yaşama tutunmaya devam ediyorlar.

üstteki paragrafta az çok belli olmuştur ama şahsi görüşümü de tam olarak yazmak isterim. 1995'ten 2008'e kadar olan opeth, metal müzik tarihinin en özgün gruplarından birisidir. türe heyecan getirmiş, yeni grupları etkilemiş ve çok iyi albümler bırakmıştır. 2008'den günümüze gelen opeth ise özgünlüğünü kaybetmiş, 70'lerde zaten fazlasıyla yapılmış olan bir müziğe sırtını aşırı yaslayarak, hala iyi albümler ortaya koysa da, o görkemli mazisini aratır olmuş ve içimizde bir sızı bırakmıştır.


opeth, heritage albümüne kadar öyle bir müzik ortaya koymuştu ki yıllarca tarzları bile tartışılır oldu

black metal dediler, değildi. black metal için fazla akustik, atmosferik ve kurgulu olan opeth’in müziği tabii ki bu türe dahil edilemezdi. progressive metal dediler, o zamanlar progressive metal adına bilinen tek yaygın örnek dream theater'dı, o da tek başına yetmedi. doom/death metal diyenler oldu, ağızlarına şaplağı koyasım geldi. doom/death metal gruplarının ağır ve yoğun melodileri, brutal vokal ve oldukça karanlık ve melankolik bir atmosfer üzerine kurguladıkları müzikleriyle opeth’in müziğinin keşisen tek noktası brutal vokaldi, opeth’in melodilerindeki hüzün, bir doom/death metal grubunun işlediği şekilde değildi, daha farklıydı. opeth'in müziği bir doom/death metal grubuna göre fazlaca etkileşim bulunduran ve dur-kalk içeren bir müzikti. death metal dediler, death metal işin sadece temeliydi. opeth'in müziği genel anlamda death metal teknikalitesiyle çok örtüşmemekteydi. akustik gitar gibi death metal'in çok dışında bir enstrüman opeth'in müziğinin fazlaca içindeydi. ayrıca, vokal anlayışı olarak, temiz vokaller bir death metal grubunda nadiren duyabileceğimiz bir etmen iken; opeth'in müziğinde git gide artan bir role büründü. opeth death metal etkileşimini kullanarak progresif bir müzik icra ediyordu. death metal’i temel alıyor ve çeşitlendirerek kapsamını kırıyordu.

The Night And The Silent Water (Morningrise albümünden)


yani (opeth olduğu yıllardaki) opeth için aslında atmosferik y... pardon extreme progressive metal sınıflandırmasını kullanmak doğru olurdu. kısaca albüm albüm aldıkları yola bakarsak, orchid ve morningrise’da çift gitar partisyonları üzerine kurulu, melodik, çoğunlukla enstrümental pasajların ağırlıklı olduğu, temiz vokallerin henüz müziğe tam oturtulmadığı, uzun ve karmaşık şarkılar yaptıklarını görüyoruz. my arms, your hearse’de akerfeldt’in eski albümlerinde kullandığı çift gitar kullanımından sıkıldığı bilinir. bu albümde oldukça agresif, direkt ve death metal etkisi yoğun bir müzik icra edilmiştir ama temel müzikal etmenler yine aynıdır. still life ise alışılan opeth müziğinin temellerini ilk atan albümdür. bu albüm ile temiz vokal müziğe tamamen oturmuştur, jazz ve progressive rock etkileri daha artırılmıştır ve grup farklı dinamikler ile müziğini zenginleştirmiştir. blackwater park grubun kariyerindeki en önemli değişikliği beraberinde getirmiştir, steven wilson’un gruba prodüktör olması ile müzikteki extreme metal ve progressive rock etkileri tamamen dengelenmiştir. brutal vokal ve temiz vokal kullanımı da oran olarak birbirine yakındır, temiz vokallerin önceki albümlere göre ağırlığı artmıştır. deliverance, genel anlamda grubun extreme metal kökenlerine yakın, sert ve yoğun şarkılar içeren bir albümdür. takip eden kardeş albüm damnation ise, iflah olmaz bir 70'ler hayranı olan akerfeldt’in progressive rock sevgisini gözler önüne seren, camel, pink floyd gibi grupların etkileşimleriyle yapılmış, gitar odaklı, sakin ve zengin bir albümdür. grubun klasikleşen kadrosuyla çıkardığı son albüm olan ghost reveries, porcupine tree’den tool’a geniş bir etkileşim yelpazesi ile grubun müziğinde farklı açılımlar yaptığı bir eser olmuştur. 2008'de çıkardıkları gerçekten anlamda son "metal" albümleri watershed ise, ‘70ler progressive rock bilgisinin yoğunluğuyla bilinen akerfeldt’in müziğini artık tamamen progressive rock/metal eksenine çektiği, brutal vokalin dramatik ölçüde azaltıldığı, grubun extreme metal kökenlerini en az kullandığı albüm olarak dikkat çekmiştir. bu albümden sonra da dananın kuyruğu kopmuştur.

Opeth - Windowpane (Damnation albümünden)


şu an baktığımızda görebiliriz ki, watershed bir geçiş albümüdür

akerfeldt ya müziğini iyice progressive rock yönüne çekecekti ya da aynı şekilde devam edecekti. bir yol ayrımına geldiği aşikardı yani. ben büyük ihtimal birinci şıkka gideceğini düşünmüştüm, çünkü o dönemler "death metal'den sıkıldım!", "yeni gruplar tırt!", "metal helecan vermiyor." falan demelere başlamıştı. the fathomless mastery gibi hayvan bir albümde vokal yapmış olmasına rağmen tekrar bloodbath'den ayrılmıştı. o zamanlar myspace'i vardı, orada aktifti, ultimate-metal forumlarında da yazıyordu. sürekli "ya hacılar ingiltere'nin şu köyünden çıkmış bilmem ne diye bir grup var, bunların 1975 tarihli plağını gören duyan var mı?" şeklinde sorular sormaya başlamıştı. yani 2008-2011 arasında mikael'in yapmak istediği müziğe yönelik fikirleri ve istekleri tamamen değişti. yine o dönemde grupta sürekli eleman değişimleri olmasından mütevellit, opeth'in tek adam rejimi halini iyice göze sokar oldu. röportajlarında "opeth hep bendim, yine benim, lindgren 2000'den beri bir melodi bile bestelemedi." gibi söylemlerini hatırlıyorum.

2011'de heritage geldiğinde ortalık karışmıştı

müzikte bırakın death metal'i, neredeyse metal müzik etmenleri bile yoktu. '70lerin proto-metal diyebileceğimiz dönemindeki deep purple, rainbow, alice cooper gibi isimlerin etkileri mevcuttu. grubu o zamana kadar yaptığı müzik sebebiyle takip eden hayranlar için şok bir albümdü. akerfeldt, resmen üstelercesine sadece heritage ve diskografideki diğer ballad ve ya brutal vokal içermeyen şarkıları çaldığı bir turne yaptı. "bir daha deliverance duyamıcaz mı lan?" diye sormaya başladı millet. heritage o kadar keskin bir geçişti ki, metal müzik yapan grup gitmiş, birden '70lere ait bir gitar tonu, moog melodileri, çok katmanlı vokallerle müzik yapan, açık olalım, bayağı bayağı '70ler progressive rock'ına öykünen bir grup gelmişti.

Opeth - Heritage


2014'te pale communion yayınlandı

hala hayal gören opeth hayranları "belki heritage damnation gibi tek seferlik bir şeydi, belki eskisi gibi bir müzik gelir." diye düşünürlerken, akerfelt "damnation ve ghost reveries arasındaki eksik bağlantıyı sunmaya geldim sizlere..." diyordu. pale communion ile birlikte opeth'in eski günlerine dönmeye niyeti olmadığı, artık progressive rock ve progressive metal arasında bir çizgide duracağı kesinleşti. opeth 2016'da sorceress, 2019'da ise, bu giri yazıldığında hala en güncel albüm olan, in cauda venenum'u yayınladı. bu iki albümde de pale communion ile ortaya konan müzikal çerçeve içerisinde dolanan bir opeth gördük.

gördüğünüz gibi, eski albümlerin hepsine bir şeyler yazabiliyorken, son albümleri tek cümlede özetledim. tabii ki bu albümleri kötülemiyorum. in cauda venenum'un watershed'den beri yaptıkları en iyi albüm olduğunu düşünüyorum. in cauda venenum'da yer alan lovelorn crime ve the garroter uzun zaman sonra opeth'den duyduğum en güzel şeylerdi. sorceress'tan sorceress ve the wilde flowers, pale communion'dan cusp of eternity ve faith in others, heritage'den haxprocess gibi güzel bulduğum şarkıları sayarım. ama... "ama" var işte.

prodüksiyonlarının cansızlığına, grubun amatörlüğüne rağmen orchid ve morningrise albümlerini açtığım an bitişlerine kadar döndürürüm. blackwater park'ı ara sıra pikaba koyar, duygu seline kapılırım. opeth dinlemek istediğim an elim otomatikman eskilere gider. heritage ve sonrasında çıkan albümlerle, eski albümlerdeki müzikle kurduğum bağı kuramadım. birçok opeth dinleyicisinin de sorunu buradadır.


mikael akerfeldt, özgün bir grubu almış ve kendi duymak istediği müziği yapan bir grup haline çevirmiştir

kendisi için iyidir, hoştur, belki de eski albümlerini duymak bile istemiyordur ama bir hayran olarak bakınca durum bu... opeth müziği değişti, duygusundan ve melankolisinden uzaklaştı. sertliği zaten kalmadı. e o duygusundan uzaklaşıp, mekanikleşince de bağ kuramaz olduk. faith in others'ın girişindeki orgla çalınan melodi, haxprocess'in solosu gibi "an"lara tutunabildik ancak...

yine de opeth, metal müzik tarihine adını kazımıştır. son otuz yılın en önemli metal gruplarından birisi olmuştur. şu an onlara ün kazandıran, öne çıkartan, etkileşim haline getiren müziklerini yapmıyor olmaları bu durumu değiştirmez. akerfeldt ne çıkarsa yine dinleyeceğiz. belki ince bir sızıyla ama dinleyeceğiz.