Atatürk'ün Eğitim, Askerlik ve Siyaset Arasında Kendine Ait Bir Hayatının Olmaması
atatürk'ün kendine ait bir hayatı olmamış ki…
küçükken babası ölmüş. tek başına ve parasız kalan annesi (o devirde dul maaşı falan yok, hala doğru düzgün yok gerçi) memur emeklisi yaşlıca, ragıp efendi diye bir adamla evlenmiş . mustafa evi terk etmiş, bir süre akrabalarının yanında kalmış, sonra da yatılı askeri okula gitmiş. evet mustafa… mustafa annesinin babasının kendine verdiği ad. askeri okuldaki mustafa o dönemdeki tüm askeri öğrenciler gibi namık kemal hayranı olmuş, eserlerini gizli gizli okumuş ve kendine -öğretmeni öyle dediği için değil o hikaye tamamen uydurma!- kemal adını vermiş. mustafa artık kemal olmuş.
imparatorluk çatır çatır çatırdıyordu. çok dilli çok dinli çok milletli çok kültürlü osmanlı sistemi artık çalışmıyor her yerde herkes bir kaynaşma ve huzursuzluk içindeydi. padişaha bağlılık artık yeterli olmuyordu habsburg ve romanovlarda olduğu gibi osmanlılar'da da… böyle bir ortamda genç kemal de, arkadaşlarıyla beraber sabahlara kadar toplantılar yapıyorlar, vatan nasıl kurtulur? devlet nasıl yaşayabilir? sorularına cevap arıyorlardı. kendi aralarında gizli gizli örgütleniyorlar, ilerde ittihat ve terakki partisi diyeceğimiz oluşumun temellerini atıyorlardı. bu gizi örgütlerden vatan ve hürriyet cemiyeti denilen yapılanmaya genç kemal de aktif bir üyeydi. belki aralarından bir “hain”in ihbarı sonucu bu durum ortaya çıkmış ve genç kemal, polis tarafından tutuklanmış ve işkence görmüş.
zaten çoğu askeri öğrencinin ve subayın kendinden nefret ettiğini bilen sultan abdülhamit zeki ve akıllı bir adamdı. ayrıca bu genç subaylara ihtiyacı da vardı ama artık güvenemezdi. genç subay kemal de o dönemdeki pek çok muhalif gibi imparatorluğun uzak yerlerinden birine sürülmüş. şam taraflarında bir askeri birliğe tayin edilmiş. o dönemde uzak arap diyarlarında huzursuzluk ve asayiş olayları eksik olmuyormuş. bölgede kalan genç subay kemal, imparatorluğun artık daha fazla neden devam edemeyeceğini de daha iyi anlamış ve daha güçlü idrak etmiş.
derken trablusgarp savaşı dediğimiz savaş çıkmış
osmanlı'yı zayıf ve güçsüz gören italyanlar hemen karşılarındaki çölden başka bir şey olmayan libya'ya saldırmışlar. daha 30-31 yaşlarında olan “yüzbaşı kemal bey” de koşa koşa gönüllü olarak savaşa gitmiş. hem büyük adam olmak için kendisini bir şekilde göstermesi gerekiyordu hem de savaş devam ederken bir köşede oturamazdı mutlaka bir şeyler yapması gerekiyordu. libya çöllerinde bölgedeki vatansever aşiretleri örgütleyerek italyanlara karşı vurkaç operasyonları gerçekleştirmiş, çatışmalara bizzat katılmış ve yaralanmış.
sonra balkan harbi başlamış. artık binbaşı olan kemal bey gene koşa koşa gitmiş ama yetişememiş . her şey bitmiş artık… imparatorluğun esas ekonomik ve sosyal merkezi olan rumeli toprakları kaybedilmiş. kendi memleketi, doğup büyüdüğü, çocukluk ve ilk gençlik hatıralarının ve babasının mezarının olduğu selanik sonsuza kadar düşmanın eline geçmiş. böyle büyük bir yıkım ve felaketi de görmüş. annesi ve kızkardeşi mülteci gibi istanbul'a gelmişler. bir süre onları arayıp bulmuş ve beşiktaş civarında bir evi kiraya tutmuşlar ve yerleşmişler.
binbaşı kemal bey'i, harp okulundan sınıf arkadaşı olan ve birbirlerini sevmeyen, belki rakip olarak gören, “hürriyet kahramanı enver paşa”, sofya'daki büyükelçiliğe önemsiz bir göreve göndermiş bir anlamda uzaklaştırmış ve etkisizleştirmiş.
çanakkale savaşı başladığında gene gönüllü olarak cepheye gitmek istemiş ama art arda yazdığı dilekçeler görmezden gelinmiş. en sonunda, istifa edeceğini ve gönüllü er olarak cepheye katılacağını söyleyince artık kurmay yarbay olan mustafa kemal bey tümen komutanı olarak cepheye gönderilmiş. cephedeki başarıları o dönemin gazete ve dergilerinde yazılmış. artık adından söz ettirmeye başlamış ve albay rütbesi almış.
düşman kuvvetleri çanakkale'den çekilmişlerdi ama savaş doğuda ruslara karşı tüm şiddetiyle devam ediyordu ayrıca bölgede ermeni isyanları ve karşılıklı katliamlar yaşanıyordu. artık paşa olan mustafa kemal de doğu cephesine gitmiş gene türlü zorluklar içerisinde, rusya'da bolşevik devrim olup da ruslar ateşkes isteyene kadar komutanlık yapmış. arada, o zaman veliaht olan vahdettin'le beraber, o dönem müttefikimiz olan almanya'ya resmî bir gezi yapmışlar ve anladığım kadarıyla belli bir samimiyet de kurmuşlar.
1918 yazında sultan reşad ölüp de vahdettin yerine geçince, mustafa kemal paşa da güney cephesindeki kuvvetlerimizin başına “yıldırım orduları grup komutanı” gibi tumturaklı ama aslında içi boş bir göreve getirilmiş. zaten bizim taraf savaşından başından beri yiyecek, giyecek, cephane, barut mermi vs… gibi lojistik sıkıntılar çekiyormuş. almanya da artık daha fazla dayanamayıp havlu atınca tabi bizim de lojistik hatlarımız tamamen kopmuş ve yenik sayılmamış, ezile ezile farklı mağlubiyet almışız...
düşman zıhlıları istanbul'da sarayın önüne konuşlanınca bizim taraf önce anlaşarak suhuletle durumu idare etmeye çalışmış ama emperyalizmin çok ağır ekonomik ve idari isteklerine ermeni ve yunanların toprak talepleri ve düpedüz işgalleri de eklenince artık “payitaht” bile bir şeyler yapmak gerektiğini düşünmüş ve belki anadolu'da bir direniş hareketi olursa pazarlık şanslarının olabileceğini ummuşlar. aslında zaten kendiliğinden bir refleks olarak anadolu'da direniş hareketi doğmuş.
samsun'a resmiyette bir müfettişlik görevi ama gerçekte bir direniş hareketi lideri olarak giden henüz 38-39 yaşındaki genç general, kısa zamanda manifesto niteliğinde bildirgeler yayınlamış, toplanan kongrelere katılmış ve arkadaşlarıyla beraber çeşitli kararlar almıştı. amaç bağımsız bir devlet ve türklerin özgürce yaşayabileceği bir vatandı... anadolu'nun da selanik gibi tamamen elden gitmesini önlemekti. hiç değilse anadolu'yu kurtarmaktı.
önce çetelerin düşman yunan kuvvetlerine baskın yapması, vurkaç operasyonları yapması şeklinde başlayan türk kurtuluş savaşı sonra büyük millet meclisinin o zaman bir anadolu kasabası olan ankara'da toplanıp ordunun mustafa kemal paşa liderliğinde tekrar derlenip toparlanmasıyla düzenli savaşa evrilecekti. işgalci yunan ordusu önce anadolu'nun içlerinde durdurulacak sonra da tamamen tepelenip aziz vatandan gönderilecekti.işte bu dönemde mustafa kemal paşa , büyük millet meclisi tarafından gazi ünvanı verilecekti. o artık “gazi”ydi.
gazi, savaşı kazanmış vatanı kurtarmıştı. o artık doğal olarak devletin ve milletin başıydı. tartışmasız ve rakipsiz olarak bu böyleydi ve böyle olmalıydı da ama bazı kafalar bu durumu anlamamakta, anlamamaya da çalışmakta ısrar ediyordu. evet kağıt üzerinde bir padişah ve padişahlık vardı ama zaten uzun zamandır etkisiz bir kurumdu. vahdettin, istanbul'daki ingiliz işgal kuvvetleri komutanına yazılı olarak müracaat edip bir ingiliz gemisiyle kendi tabiriyle “peygamberlerin sünneti olan firar” edince toplumda, basında ve büyük millet meclisinde büyük tepki oluşmuştu. tabi gazi de bu fırsatı kaçırmadı ve önce saltanatı gene meclisin kararıyla kaldırdı ve zaten fiili olarak oluşmuş cumhuriyet rejimini de gene meclisin kararıyla anayasal olarak da kurmuş oldu. kendisi de cumhurun reis-i oldu…
gazi bununla da yetinmedi: büyük çoğunluğu cahil, okuma yazma bile bilmeyen orta çağ düşünce ve geleneklerini devam ettiren, üretim yöntemleri ilkel bu yüzden de fakir ahaliden bir millet yaratmaya çalıştı ama çok da başaramadı, fakat öyle veya böyle kurumlarıyla yaşayan bir cumhuriyet yönetimi hala devam ediyor.
önce vatanı kurtaran sonra da devrimler ve reformlar yaparak bir “ulus” bir millet yaratan gazi 1934'te soyadı kanunu çıkınca gene türkiye büyük millet meclisi tarafından atatürk olarak isimlendirilmiş ve tarihe “türklerin babası” olarak geçmiştir. nasıl kurucu baba ölünce aile şirketleri genelde bir süre sonra batarsa, kurucu iradesinin ilke ve inkilaplarından uzaklaşan devletler ve milletler de bir süre sonra batmaya mahkum olur.
türklerin babası ama maalesef değeri öldükten sonra bile bilinmeyen bir baba. kurduğu yapı yıkıldıktan, iş işten geçtikten sonra değeri bilinecektir diye düşünüyorum.