TARİH 12 Nisan 2018
53,8b OKUNMA     835 PAYLAŞIM

Antik Yunan'dan Günümüze: Aşk ve Cinselliğin Geçirdiği Müthiş Evrimin Dev Bir Analizi

Eski Yunan toplumlarından günümüz toplumlarına kadar geçen sürede aşk da evlilik de evlilik içinde dağıtılan roller de evrimleşti, değişti. Gelin, zaman makinemizi geçmişten günümüze ayarlayarak bu süreçlere tanık olmaya çalışalım.


mö 450 yılına kadar olan dönem

eski yunan’da özellikle mö 450 yıllarına kadarki dönemde, kadının erkek üzerinde önemli bir etkisinin olduğunu, bir bakıma iyi ahlaklı bir simge olduğunu ancak buna rağmen kadına yönelik çifte standardın varolduğunu görüyoruz. bu çifte standart zamanla daha güçlenmiş, yunan toprakları zenginleştikçe kadın toplum içindeki önemini kaybetmeye başlamıştır. bu dönüşümde askerliğin kadına yaraşır bir uğraş olmadığı genel düşüncesinin –ki bu zamanın çok tanrılı din sistemine de uygundur- şüphesiz etkisi olmuştur.

mö 27 yılına kadar olan dönem

yunan uygarlığının altın dönemi olarak da adlandırılan mö 27 yılına kadarki dönemde biseksüel ilişkinin yaygınlaştığı gözlenir. dönemin şehir devletlerinin zengin ve önemli erkekleriyle para karşılığında cinsel ilişkiye giren sonunda yüksek statü kazanan kadınlar ya da sıradan hayat kadınları bu dönemde geçmiş dönemlerde iyi ahlakın simgesi olarak görülen kadınların tahtını ele geçirmiş olduğu görülür. bu dönemde yunanlı erkeklerin öncelikli beklentisi sadakatin varolduğu bir ilişkidir ve bunu sağlamak için hediyelere ve kimi aşk oyunlarına başvurdukları görülür. yunanlı erkeklerde aşık olduklarında kendilerinin hasta olarak görme eğilimi yaygındı; ancak yunan toplumunun aşka ve evliliğe dair en önemli özelliği şuydu: yunanlılar aşk ile evliliği tamamen ayrı tutmuşlardır. 

yunanlılar aşkı iki şekilde görürlerdi:

1. eğlendiren ve kısa zamanda etkisini kaybeden aşk

2. tanrılar tarafından gönderilmiş bir acıya eşlik eden uzun süreli aşk

bu bağlamda eşler, ev işlerini yürütmek ve annelik görevleri yerine getirmekle yükümlüydüler ve kocalarının aşığı olmaları söz konusu değildi.

ms 100 yılına kadar olan dönem

ms 100’e kadarki dönemi kapsadığını kabul ederek roma imparatorluğu’un en güçlü çağlarında dönemin karakteristik ilişkisinin ateşli, sadakatsız, gizli kapaklı ve partnerlerin birbirine karşı asla sorumluluk hissetmediği putperest bir aşk ilişkisi olduğunu görürüz. daha hedonist bir bakışla romalılar aşkta felsefe ya da özel bir anlam aramayan yalnızca cinselliğe odaklanan bir perspektife sahiptiler. bu dönemde bebeklerin ilişkinin artığı olduğu düşüncesinin yaygın olduğu, bu bağlamda kürtajın ve çeşitli doğum kontrol metotlarının uygulandığı görülür. octavian (augustus) caesar’ın jülyen kanunları ve devlet zoruyla aile birliği ve “ahlaki” cinselliğin sağlanmasına dair çabaları bu dönemde boşa çıkmış; aksine, ilginç bir şekilde ünlü ozan ovidius’un kaleme aldığı the art of love (ars amatoria) adlı eserinde bahsi geçen karşılıklı orgazm ve tatmin teknikleri, güzel görünmeye ve bu sayede karşı cinsi etkilemeye ilişkin ipuçları dönemin aşka ve cinselliğe bakışını belgeler niteliktedir.

ms 385 yılına kadar olan dönem

ms 385’e kadarki batı roma imparatorluğu’nun çöküş döneminde hristiyanlığın resmi devlet dini olarak kabulünün ardından fiziksel zevklerden kaçınarak basit zevklere yönelen roma toplumunun, cinselliği eğlence alanından çıkararak günahkar bir eylem sınıfına sokmuş olduğu görülür. ms 385’te papalığın evliliğin bekarlıktan daha önemli ve üstün bir toplumsal statü sağladığına ilişkin beyanı gene bu dönemin önemli bir gelişmesidir.

ms 1000'e kadar olan dönem

ms 1000’e kadarki -daha sonraları orta çağ olarak addedilen- dönemde, kadının toplumsal statüsünü gittikçe kaybetmesi, hristiyanlık düşüncesinin yaygınlaşması ve güçlenmesi sonucunda aşka, cinselliğe ve evliliğe ilişkin eşi görülmemiş uygulamalara geçildiği görülür. hristiyanların cinselliği günahkar bir aktivite olarak görmelerine ve artan ahlaki suçlamalarına rağmen halkın erotizme olan çılgınca düşkünlüğü aynı şekilde artmaya devam etmiştir. bu bağlamda st. augustine’nin cinselliğe yönelttiği suçlamalar bahsetmeye değerdir. the city of god adlı ünlü eserinde seks yapmadan kadını hamile bırakma tekniklerini anlatısı sanırım insan yaşamına karşı güçlü nefretinin en belirgin örneğidir. ms 585’te kilisenin kadının olumsuz bir ruhu olmadığına ilişkin açıklaması ve 5.yy’dan itibaren evlilik akdinin kilise önünde yapılması zorunluluğunun gelmesi dönemin diğer iki önemli gelişmesidir. hristiyanlığın cinselliği duygusuz ve çirkin bir eyleme dönüştürmesiyle, cinsel ilişkiye girenlerin bu nedenle günah çıkarması normal ve beklenen bir durum haline gelmiştir. diğer yandan kadının faydasız ve değersiz bir mülk olarak görülmesi anlayışı yaygınlaşmıştır. bu dönemde kadın öldürmenin cezası bir erkek öldürmenin cezasından kat kat hafiftir. ayrıca soylu bir erkeğin yoldan geçen bir köylü kadına tecavüz etmesi ya da bekaretini bozması doğal bir hak olarak görülmüştür. gene bu dönemde karısını tutkuyla seven bir erkek günahkar olarak tanımlanmış, evlilik içi cinsellik yalnızca tek bir pozisyonda (erkeğin üstte olduğu), tatil günlerinde, pazar, çarşamba, cuma günleri dışında, yalnızca çocuk sahibi olmak amacı güdüldüğü takdirde mazur görülmüştür.

11. yüzyıl

11.yy'da o güne kadar batı uygarlığı tarihinde görülmemiş yeni bir aşk kavramı güney fransa’da ve kuzey italya’da zenginleri eğlendiren gezgin şairler (trobadour) tarafından ortaya atılmıştır: zarif ya da hakiki aşk. öz olarak romantizm kavramının ilkel öğelerini barındıran bu aşk biçimi elbette kanunen ya da en azından resmi makamlarca kabul görmemekteydi. en belirgin özelliği hem sevinci hem de hüznü barındıran, sonu gelmez düş kırıklıklarını içeren yapısıydı. böylesine bir aşk türünün savunulmasının en önemli nedeni, hakiki aşkın, insanın (erkeğin) hem ruhen hem de ahlaken gelişmesini sağlaması ve sonuçta daha iyi bir insan ve daha iyi bir savaşçı yapacağına inanılmasıydı. bu bağlamda evliliğin hakiki aşkı içermediği, öte yandan bu aşkın getireceği acının hem heyecanlı hem de keyifli olacağı düşünülmekteydi. cinsellik, hakiki aşkın dışladığı bir kavramdı, başka bir deyişle seks, sahte aşktı. hakiki aşk, tatlı bir öpücük, şefkatli bir dokunuş, hatta belki çıplak bir temastan ibaretti. bu şairler tatmin edilmemiş hislerin kişinin karakterinin geliştireceğini düşünüyorlardı. ayrıca aşkın kendini, evli çiftler arasında zorlama bir görev bilincine sıkıştırılmaması gerektiğini savunuyor, özgürce ve zorunluluklardan arınmış bir şekilde yaşanması gerektiğini öne sürüyorlardı. bu, aşkın ilk kez saygın ve kontrollü bir karakter kazanmasının altını çizmekteydi. şiirlerinde aşklarına cinsel cazibelerini saklamaları için yalvarıyor, adeta ruhlarına kılavuzluk dileniyorlardı (dante’nin aşkı beatrice’i anlattığı vita nuova’da, beatrice seksi bir kadından çok ruhsal bir kılavuz olarak betimlenmektedir). 

fransa’da ortaya çıkan bu akım zamanla tüm avrupa’ya yayılmış, günümüze kadar etkilerini sürdürmüştür. 1122’de tahta geçen fransa ve ingiltere kraliçesi eleanor, “aşk mahkemesi” ni kurmuş, zarif aşkın kurallarını yazılı hale getirmiştir. (tractatüs de amore et de amoris remedioaşk ve aşkın hukuku eseri) eleanor’un mahkemesi aşkı eşitlik ilkesine dayanan ve karşılıklı duygulardan oluşan bir ilişki olarak kabul etti. bu 12. yy için oldukça radikal sayılabilecek bir fikirdi. mahkemenin bir diğer kararı ise aşkın evlilik içinde değil aksine yalnızca (gizli) ilişkiler içinde varolabileceğini savundu. ancak eleanor’un hükümdarlığı 4 sene sürebildi. yerine geçen kral ii.henry, 1174’te mahkemeyi kapattı. zarif aşk (courtly love) kadın ile erkek arasındaki duygusal ilişkinin bileşenlerin öneminin ilk kez altını çizmiştir. karşılıklı saygı ve hayranlık düşüncesinin aşkın içine sokulması hiç kuşkusuz devrimci bir adımdı. zarif (hakiki) aşk kadını hizmetçi olmaktan kurtararak ona, daha eşit bir eş ve ilerlemenin ilham kaynağı olma hakkı tanımıştır.

14 ve 15. yüzyıl

14. ve 15.yy’lara gelindiğinde zarif aşkın hristiyanlığın ortaçağdaki baskıcı ve tutucu görüşlerine ilişkin alaycı ve radikal tavrı elbetteki yavaş yavaş olgunlaşan rönesans düşüncesiyle de paralellikler gösteriyordu. aristocu insan düşüncesinin yeniden ortaya çıkmasından ürken papalık tüm gücünü bu harekete karşı kullanıyordu (biraz konu dışı olmakla birlikte, bu noktada aristocu insan düşüncesinden kastımın altını çizmekte fayda var: hem sosyal ilişkilerini, hem de toplumsal yasalarını değiştirebileceğini, bunlara karşı etkin bir tavır ile kendini insan yapan eyleme gücünü kulanabileceğine inanan eski yunan’ın özellikle atina şehir devleti’nde örneğini gördüğümüz insan modeli, orta çağ’da hristiyanlığın ama daha çok kilisenin skolastik düşüncesine koşut olarak kendine ve insani potansiyellerine olan güvenini kaybetmişti. kurallar, yasalar özde tanrının buyruklarıydı ve insanin onları değiştirmek gibi bir şansı hatta yetisi asla yoktu. bu kilisenin orta çağ boyunca sürdürdüğü politikanın ürünüydü. rönesans ile yeniden doğuş kavramında altı çizilen doğuş aslen, insanın kendi potansiyeline, doğaya ve toplumsal kurallara karşı eyleme gücüne, kısacası kendine olan güveninin yeniden doğuşuydu. bu bağlamda zarif aşk ile kilisenin günahkar aşk kavramı, insanın yaşamak istediği ile yaşaması gerektiği öne sürülen iki farklı sosyal ilişki biçimini temsil ediyor, insan kendine güveni geldikçe, ilişkilerini de kendi istediği gibi yaşama hakkını arıyordu). engizisyonun şiddetli tavrı her kesimce hissedilmeye başlandı, ama bir kesim vardı ki onlar belki de bu süreçte en fazla zararı görenlerdi: kadınlar: 1450 yılında katolik kilisesi cadıların varolduğunu ve bunların geceleri havada uçtuğu inancını yaymaya başladı. bu dogmanın sonucunda fiziksel anlamda arzulanan her kadın, içinde kötü bir ruh taşıyan cadı olarak suçlamaya başladı ve kaçınılmaz olarak türlü işkencelerle cadı avı başladı. kilisenin bu karanlık ve kötü niyetli ruhuna karşılık yükselen akılcılığın ve mutluluk kavramına koşut olarak rönesans fikri öne çıkmaya ve kilisenin gücünü iyiden iyiye azaltmaya başladı. bu noktada kiliseyi karanlık ve kötü niyetli buluyor olmam, objektif bir bakış sunmadığım anlamına elbette gelir ama bu düşüncemi savunacak bir ilginç örnek şöyledir: o dönemde papa vi. alexander’ın birçok yeniyetme metresi vardı. kilise tamamen yozlaşmış, isa’nın cemaat kavramından çok farklı noktalara gelinmişti (bilindiği üzere kilisenin sözcük anlamı cemaattir).

rönesans dönemi

rönesans ile birlikte katolik kilisesinin mutlak mağlubiyetinin akabinde insanlık aşkı ve cinselliği yaşamada bir “aydınlanma” yaşadı. yüzyıllardır süregelen baskının ortadan kalkmasının ani sersemletici etkisi ile mi yoksa zaten varolan ama ortaya çıkamayan bencillik duygusunun (özellikle aristokrat sınıfta) dışavurumu sonucunda mı bilinmez avrupa’nın birçok bölgesindeki aristokratlar arasında roma zamanındakine benzer –hatta bazı noktalarda daha da aşkın- aşk törenleri gözlendi. örneğin, fransa’da kraliçe marguerite’in aynı anda 12 adamla ilişkiye girdiği bilinmektedir. kendisi tarafından kaba ama aynı zamanda mizahı bir üslupla kaleme alınan 72 öyküden oluşan heptameron (yedi gün) adli eser, “mükemmel aşk”ı anlatırken grup seksten, ensest ilişkilerden, doyumsuz rahiplerden bahseder. rönesansla birlikte aşk kavramı yeni bir anlam kazanmıştır. artık aşk hem fiziksel hem de maddi bir ilişki olarak kabul edilmektedir. bunda kilisenin piyasa üzerindeki denetimci rolünü kaldırmasının ardından kişinin kendi özcikarlarının peşinde koştuğu, kapitalizm benzeri bir yapılanmanın (pseudo-capitalism) etkisi elbette vardır. özeliklle max weber’in belirttiği üzere protestan ahlaki da bu değişimde büyük pay sahibidir (bu noktada protestan ahlakından bahsetmek sanırım yararlı olacaktır: katolik kilisesinin piyasaya empoze ettiği doğal fiyat uygulaması, pazar ve panayırların yaygın olduğu kuzey avrupa ülkelerinde tüccarı “zor durumda” bırakıyor, tüccarın fiyatları özgürce belirleyememeleri kar oranları düşürüyordu. reform hareketinin bir önemli çıkış noktası da katolik kilisesinin piyasayı düzenleyici rolüne karşıydı. islamiyette ve hatta budist yaşam tarzında da karşımıza çıkan “bir lokma, bir hırka” düşüncesi katolik düşüncesinin de temel argümanıydı. aşırı kar etme amacıyla yapılan ticari ilişkilerin günah olduğunu savunan katolik kilisesi bu bakımdan tutarlı bir politika izliyordu. ancak kuzey ülkelerinde yükselen kilise karşıtı muhalefet hem reform hareketini tetikledi hem de “bu dünyada ne kadar çok maddi birikimin olursa, cenneti o kadar garantilersin” düsturuyla özetlenebilecek yeni protestan ahlakının doğmasına neden oldu. 

kiliseden kopuş, hızlı bir sermaye birikim sürecini getirdi. bu, aslında sanayi devriminin ihtiyaç duyduğu sermaye birikimini sağlayacak olması adına önemli bir süreçti. protestan ahlaki, endüstri devriminin neden ingiltere’den başlayarak ardından belçika, hollanda ve almanya’da devam ettiğinin, neden italya, ispanya ya da portekiz gibi katolik bir ülkede ortaya çıkmadığına dair bize kimi ipuçları vermektedir). rönesansla birlikte, maddileşen aşk kavramı artık evliliğin ne temel koşulu ne de önemli bir parçası olarak görülüyordu. evlenme yaşı genelde 14 ile 16 arasında değişiyor, kimi zaman 2-3 yaşına kadar inen bu sınır, evlilik akdinin yanısıra “kadının ailesinin erkeğe verdiği” bir tür başlık parası, mal ve mülkü de içeriyordu. batı uygarlığı’nda aşk evliliğini yapan ilk önemli figür viii. henry’dir. kiliseyle yaşadığı uzun tartışmaların ardından eşinden boşanıp aşkı anne boleyn ile evlenmiştir. aşk evliliği ve kısmen romantik aşk düşüncesi yavaş yavaş orta sınıfa da sıçramıştı. rönesans seks konusunda her ne kadar kiliseyle aynı fikirde olsa da –seksi, günahkar hatta iğrenç bir eylem olarak görüyordu- orta sınıf “aşk ve cinsellik” kavramını bir arada yaşamaya başlamış, bu fikri sahiplenmeye başlamıştı. rönesans düşüncesi kadının insan olarak haklarını az da olsa artırmıştır. buna rağmen evlilikte tüm mallar halen erkeğindi ve kocanın eşini dövmesi halen yasaldı. rönesans’a ilişkin son olarak geleneksel, büyük aile kavramının değişmeye başladığından bahsetmekte yarar görüyorum. 17.yy ile beraber ilk defa, yeni evli çiftin ayrı bir eve taşınıp yalnız yaşaması düşüncesi kabul görmeye başlamıştır.

16 ve 17. yüzyıl

16. ve 17.yy’a ilişkin son notumuz özellikle üstte bahsettiğim reform düşünce ile ilgilidir. yeterince açıklama yaptığımı düşündüğümden bu noktada sadece bu süreçteki değişimleri kaba hatlarıyla aktarmakla yetineceğim. 16.yy püritenleri aşkın idealist yapısıyla cinselliğin normal olduğu fikrini evllik kurumuna dahil etmeye çalışmışlardır. evliliği kurum olarak adlandırmamın özünde evliliğin artık medeni bir sözleşme olarak kabulü yatmaktadır. kadına daha geniş haklar tanıyan püritenler, kadına ayrılma hatta fiziksel şiddete maruz kalması halinde boşanma hakkı tanımışlardır. 17.yy püritenleri daha dine bağlı ve ciddi olmakla birlikte cinsellikten ve bir parça da olsun romantizmden kopmamışlardır.

18. yüzyıl

18.yy’in rasyonalizm ve aydınlanma görüşüne koşut olarak aşka ve cinselliğe ilişkin toplumsal görüşler elbette değişti. tahmin edilebileceği üzere üst sınıflar ve entelektüeller duygusal aşkı reddediyorlardı. duygudan akla dönüşle birlikte teolojiden ve metafizikten sıyrılan insanoğlu, matematiğe ve fiziğe yaklaşıyor, bu şekilde bir anlamda duyguların esiri olmaktan kurtulduğunu düşünüyordu. akılla vücudu birbirinden ayrı tutan rasyonalist akım duygusal ya da duyguları harekete geçiren kadını değil entelektüel kadını istiyordu. aydınlanma ile birlikte orta çağı'n ve hristiyan teolojisinin günahkar insanı, rönesansla silkindiği derin uykusundan aklına güvenerek -belki de haddinden fazla- insancıl, iyi, değerli ve hayran olunacak bir insan imgesini çiziyordu. katı bir otokontrolün eşliğinde duygusal yaşama veda ediliyor, yapay ve bilinçli bir duygusal bastırma süreci yaşanıyordu. duyguların gizlenmesi şartıyla hemen hemen tüm davranışlar kabul görüyor, en özel, en yakın diyaloglar bile özenle seçilmiş soğuk ve duygusuz söz öbeklerinin varlığına teslim oluyordu. elbette akılcılık hristiyanlık düşüncesiyle alay ediyor, kilisenin kadını şeytan olarak görmesini içerliyordu; fakat öte yandan kadına ancak bir süs eşyası, oyuncak hatta bir aptal muamelesini layık görüyordu. aşk bu dönemde arzuların tutsaklığı altında oynanan zararlı bir spor olarak görülmüştür. öyle ki 18.yy’in ortalarına gelindiğinde kur yapmak ya da aşk macerası yaşamak aristokratik gelenekten tamamen kopmuştu ancak orta sınıflarda, burjuvazide ise yaygın bir şekilde devam etmekteydi.

19. yüzyıl

19.yy viktorya çağına gelindiğinde soyluların ve soylu haklarının kapitalizmin ve endüstri devriminin etkisiyle tarih sahnesinden çekildiği görülür. yeni zengin kapitalistler hem üst sınıfın hem de alt sınıfların geleneklerinin bir harmanını yaşam biçimi haline getirirken, tüm sosyal üst yapıyı da beraberlerinde değiştiriyorlardı. duygularını kontrol altına alan, kendine güvenen, kibar insan modeli popülaritesini kaybediyor, yerini faydalıya ve değerli olana yönelimli bir ahlak anlayışına bırakıyordu. aşk artık önemli bir güç ve soylu bir amaçtı. bir taraftan kendine acıyan bir kederlenme güdüsü idealize olurken, cinsellikten uzaklaşan erkekler, utangaç ve kibirli bir gururun eşliğinde büyütülmeye başlıyordu. erkeğin kur yapan, ateşli bir kadının değil, utangaç ve bakire bir kadın idealinin peşine düşüyordu. bu çağda kapitalizmin kaçınılmaz etkisiyle hayat kadınlarının sayısının hayli arttığı gözlenir. evlilik yapısının güç kaybetmesi, kadınların toplum içindeki yerlerini güçlendirmek için ilk çabalarını verdiği bu dönemin de başlangıcına neden olmuştur. 

bu dönemde savunduğu politik liberalizme koşut olarak aşırı duygusal bir kederlenme duygusunu ve hastalıklı gözyaşlarını tüm avrupa’ya yayan jean jacques rousseau, birçoklarının dediği gibi kendine olan eksik güveni ve mutsuz aşk yaşamının etkisiyle ardılı birçok liberal politikacının da ilham kaynağı olmuştur. rousseau, orta sınıfı ciddiyeti nedeniyle eleştirken, sosyal entelektüel olarak addedilen bir grup ise cinsellik ve duygulanma karşıtı bir yol çiziyordu. örneğin, immanuel kant sekseninde öldüğünde hala bakırdı. gözyaşı dökmek ve melankoli bu dönemin revaçta olan eğilimleriydi. bu aşmada kadının rolü gene değişiyordu. erdemli, ölçülü ve sevimli kadın imajı artık ideal olandı ancak güçlü bir erkek tarafından kontrol altına alınabilmesi için zayıf ve arzulu olması şartıyla. endüstri devriminin okulları yaygınlaştırmasının ve çocukların okullara gitmesinin ardından kadının evdeki rolü de değişmeye başladı. düz mantıkla, zengin erkek artık tüm gün çalışan bir kadına ihtiyaç duymuyor, bir aşkını yaşayacak bir partner üzerinde duruyordu. bu, birliktelik kavramını ortaya çıkardı. bu yeni babaerkil aile düzeninde evi idare eden şirin ev hanımı kavramının yanında, bir kocanın evde olduğu her dakika iyi ve şefkatli eşiyle ilgilenmesi bekleniyordu. kadının erdemli ve ahlaklı olması bekleniyor, kimi zaman sözle kimi zaman fiziksel yollarla kadın “yola getirilmeye” çalışılıyordu. kadının tek hakkı erkeği reddedebilme hakkıydı. elde edilmeye çalışan kadın bunu utangaç bir yüz kızarıklığı ile kabul edebilir ya da soğuk bir tebessüm ile reddedebilirdi. diğer yandan, viktorya çağında erkek, baberkil ve katı bir karakter çiziyordu. bu çağda hayat kadınları, fanteziler ve pornografi inanılmaz ölçüde arttı. 1850 yılında londra’da 50000 hayat kadını ve 300000 kadar satan pornografik kitaplar olduğu bilinmektedir. viktorya çağı, - sosyal, ekonomik ve kültürel alanda birçok değişime sahne olan- 19.yy, aristokrasinin tahtından indirilmesi, yerine zengin ama belirgin bir kültüre sahip olmayan burjuvazinin gelmesiyle gelecek yüzyılda daha da netleşecek olan romantik aşkın ilk tohumlarının atıldığı bir dönem olarak kabul edilebilir. aslında kilisenin de etkisiyle aristokrasinin yeniden güçlenmesi umudunu taşıyan viktorya çağı, kapitalizmin gelişmesine karşı çıkamadı ve süreci ancak geciktirebildi. 1833’te ilk kadın üniversiteye kabul edildi, 1837’de ilk kadın üniversitesi açıldı (mt. holyoke). kapitalizm kadına şimdiye kadar hiç tanınmamış haklar verdi.

20. yüzyıl

20.yy ile daha doğrusu kapitalizmle beraber yeni bir kavramla tanışıldı: romantik aşk. amerika’da artan boşanmalar insanların aşkı ve mutluluğu tatmadığı bir evliliği reddetmelerinden kaynaklanıyordu. amerikan romantik aşk modeli cinsel tatmini, şefkatli bir arkadaşlığı ve bunun yanında iyi bir anne (baba) ve eş olmayı öngören tabiri caizse “all-in-ne” bir evliliği öngörüyordu. böylesine bir ilişki en zor ve karmaşık insan ilişkisi turuydu ancak neoklasik bir iktisatçı söylemiyle en tatminkar, faydalı ve kıt kaynakların en etkin kullanılma biçimiydi. evet, evlilik yavaş yavaş metalaşıyordu. zamanla tüm batı dünyası bu modeli benimsedi. viktoryen çağdaki babaerkil ve dayatmacı evlilikler cinsel özgürlükler bağlamında cinsel tatmini ön plana koyan daha “özgür” ilişkilere dönüşüyordu. tarım toplumlarında ekonomik değeri olan çocuklar, kapitalizmle birlikte masraflı ve lüks birer aşk ürünü olarak görülmeye başlandı. çocuğun eğitimi ve ihtiyaçlarının karşılanması oldukça külfetliydi ve çocuk yapmak ekonomik ve rasyonel bir davranış biçimi değildi. yükselen feminist hareketler, kadının da cinsel ilişkide zevk almasını öngörüyor hatta isodora duncan gibi kimi yazarlar kadının alacağı zevki cinsel bir ilişkide şart koşuyordu. kimi düşünürlerin çocuk yapmak için sevişmek ile yalnızca cinsel tatmin için sevişmek arasında ayrıma gitmesi geleneksel tek eşli (monogamik) ve sadık evlilikleri de tehlikeye sokmaya başlamıştı. partnerlerin bireysel özgürlüğünü savunan birçok düşünür, aşkı birçok anlamda seks ile eş tutuyor, orgazmın öneminin altını çiziyordu. bireysel çıkarları peşinde koşan rasyonel homo economicus varsayımının sonuçlarıydı bunlar bir bakıma.

1930’lardan itibaren cinsel haz bir insanı hak olarak kabul edilmeye başlandı. art arda gelen evlilikler, boşanmalar ve poligamı bu dönemin yaygın davranış biçimleriydi. insanın özgüvenini kazanması için bir kurtuluş yolu olarak görülen romantik aşk gitgide popüler olmaya başladı. aşk, kalp kırıklıkları ve mutlu sonlar dönemin pembe dizilerinin yaygın konularıydı. romantik aşkın ve şehir yaşamının bir diğer sonucu da 1920’lerden başlayarak genç çiftlerin eş seçimleri için evlilik öncesi birliktelikleriydi (çıkmak=dating). gençlerin deneyim sahibi olması önemsendi, diğer yandan utangaç ve pasif bir dışılığın kabul görmemesi bu tür ilişkilerin gitgide yaygınlaşmasına ve bir zorunluluk olmasına neden oldu. “çıkmak” sevgisiz ve rekabetçi doğası nedeniyle birçok alturist sosyolog tarafından eleştirildi. ancak gençler bunu hem bir eğitsel süreç hem de utangaçlarını atacakları zorunlu bir deneyim olarak gördüklerinden açıkçası konunun etik yönü gözardı edildi, tanımı yerindeyse ilişkiler piyasanın kuvvetlerine ve arz ve talebin görünmez eline bırakıldı. evlilik öncesi seks olgusu ise orgazma endeksli evlilikler neticesinde yavaş yavaş kabul görmeye başladı. 

birçok açıdan roma dönemine benzeyen bu süreç (çocukların bir artık olarak görülmesi, cinsel tatmin merkezli ilişkiler...) tek bir açıdan farklıydı; amerikalılar ve genelde batı toplumu, evlilik fikrine romalılardan daha yatkındı. boşanıp evlenme gereği duyan amerikalıların bu tutumunun temel çıkış noktası evliliklerin artık maddi işbirliği olarak kabul görülmesiydi. kadın-erkek eşitliği bu dönemde yasal bir hak olarak kabul edildi ancak kadının rolü uzun süre tartışma konusu oldu. erkek egemen bir toplumda kadın olmanın ve çalıştığı işle özdeşleşmenin “erkeksi” önemini kavrayamayan kadın, yalnızca para için çalışmaya başladı ve sonuçta kronik bir tatminsizlik, kaybolan özgüven ve artan sıkıntı ile karşı karşıya kaldı. aslına bakılırsa bu dönemde erkek için de durum pek farklı sayılmaz. hem erkek hem de kadın için amerikan tarzı yaşamın ve kapitalizmin insanın kendi doğasına yabancılaşmasına neden olması kaçınılmazdı. tüm ilişkilerin kar-zarar ilişkisinden hareketle ölçüldüğü, ahlaki değerlerin dışlandığı, bencil insanlara küçük hayaller ve dünyalar vaat eden amerikan tarzı yaşam, milyarlarca mutsuz insanın ve evliliğin başlıca sorumlusuydu. 

günümüzde artık tüm kültürel ürünlerde, medyada, okulda, işte, aile içinde kısacası sistemin her noktasından romantik bir aşkın özlemiyle yanıp tutuşan insan feryatları duymak olası. kapitalist üretim süreçlerinde bir piyon gibi kullanılan, yarattığı ürünün son halini göremeyen daha önemlisi insanı insan yapan biricik değer olan eyleme gücünün kendinden çıkarılıp alınması ve piyasada pazarlanması sonucunda kendine yabancılaşan insan, özgüvenini sözüm ona kazanmak ve bencil düşüncelerin sistemli çığırtkanlığı sonucu beyninin yıkanması ile romantik aşka mecbur bırakılmış gibi görünmekte, kendi varlığını artık dış dünyada aramaya zorlanmaktadır. 

tüm bu tarihsel süreçte aşkın ve cinselliğin çeşitli formlarını örnekledik

hiçbirinin kapitalizmin ürünü olan romantik aşk kadar bencil bir karaktere sahip olmadığı açıktır. cinsellik ve cinsel ilişki ister aşkla olsun ister yalnızca endokrinel bir dürtüyle güdülensin önemlidir, gereklidir, insanca bir eylemdir. ancak aileyi bir şirket, çocukları çöp ve daha da genel olarak yaşamı bir mastürbasyon süreci olarak görmek asla insana mutluluk getirmeyecektir. mutluluk aristoteles’in de dediği gibi sosyal yaşamın içindedir. evliliği ekonomik bir ilişki olarak algılamak onu mutluluk kavramından uzaklaştıran başlıca nedendir. sonuç olarak, paylaşımdan, emekten ve özveriden uzak her sosyal ilişki mutsuzluk vermeye mahkumdur.

Bu içerik de ilginizi çekebilir