EDEBİYAT 10 Temmuz 2025
4,8b OKUNMA     114 PAYLAŞIM

Amerikan Edebiyatının Hiciv Ustalarından Kurt Vonnegut'un Olayı Nedir?

1922-2007 arası yaşayan yazarı, benzerlerinden ayıran şeyler neler?

Kurt Vonnegut kimdir?

amerikalı hümanist yazardır. 1922 yılında indianapolis'te dünyaya geldi. cornell üniversitesi'nde biyokimya okuduktan sonra ikinci dünya savaşında avrupa da asker olarak hizmet verdi. savaştan çok etkilendi, saughterhouse-five'ı (mezbaha no 5), yazdı. bu kitap sayesinde çağdaş amerikan yazarlarının başta gelenlerinden biri oldu.savaş sonrası chicago üniversitesi'nde antropoloji dalında uzmanlaştı. başlangıçta bilim-kurgu üzerinde yoğunlaştı ve ilk yayınlanan romanı, player piano (otomatik piyano), bu dalda vonnegut'a büyük övgü kazandırdı. sonraki zamanlarda bilim kurgudan uzaklaşmıştır.

1952'den 1993'e kadar 14 roman, 3 kısa hikaye, 4 makale, 5 sahne oyunu yazmıştır

romanları:

1952 - player piano(otomatik piyano)
1959 - the sirens of titan(titan’ın sirenleri)
1961 - mother night(gece ana)
1963 - cat's cradle(kedi beşiği)
1965 - god bless you mr. rosewater, veya pearls before swine
1969 - slaughterhouse-five, veya the children's crusade(mezbaha no 5)
1973 - breakfast of the champions, veya goodbye, blue monday(şampiyonların kahvaltısı)
1976 - slapstick, veya lonesome no more
1979 - jailbird (hapishane kuşu)
1982 - deadeye dick
1985 - galápagos (galapagos)
1987 - bluebeard (mavi sakal)
1990 - hocus pocus
1997 - timequake

kısa hikayeleri:
1961 - canary in a cat house
1968 - welcome to the monkey house
1999 - bagombo snuff box

makaleleri
1974 - wampeters, foma & granfallons
1981 - palm sunday
1991 - fates worse than death
1999 - god bless you, dr. kevorkian

sahne oyunları
1970 - happy birthday, wanda june
1972 - between time and timbuktu, veya prometheus five
1993 - make up your mind
1993 - miss temptation
1993 - l'histoire du soldat

Detaylandıralım

new yorker dergisi, “narsist kıkırdamalar” demişti “god bless you mr rosewater” adlı kitabı için. graham greene’e göre çağımızın en yetenekli yazarlarından biriydi. 2. dünya savaşı’nda nazilere esir düşüp dresden’e gönderildi. şehrin müttefikler tarafından bombalanışı sırasında yaşanan o tarihi ve dehşet olaya tanıklık etti (bkz: dresden bombardımanı) 25 bin kişinin yanarak öldüğü bu anları ilk elden yaşadı. bu tanıklığını "slaughterhouse-five" adlı kitabında anlattı. aslında bombardımanın kitaptaki yeri altı üstü bir iki sayfa, toplarsak. bu bana şahit olduğu dehşeti anlatmak istediğini ama anlatırken de üzerinde sayfalarca durup travmasını tetiklemek istemediğini düşündürür hep. "breakfast of champions" ile ünlendi. "cat's cradle", "mother night", "player piano", "welcome to the monkey house" ilk akla gelen eserleri. nasıl bir yazar olduğunu, james joyce üzerine yaptığı yorum imliyor: “joyce’un en beğendiğim cümlesi şudur: “i am tired.” (yorgunum.)

"bagombo snuff box" adlı kitabının kapağını açtığınızda bir kitabı değil, bir devrin çürümüş ciğerlerini koklarsınız mesela. vonnegut’un sesi amerikan edebiyatının pislikleşmiş gömlek yakasından yükselen, kan tüküren bir gramofondur. hikayeleri, savaşın kemiklerini çatlatan soğuğunu votka şişesine doldurup teknoloji denen fahişeyle dans ettiren bir sirk gibidir. ikinci dünya savaşı’ndan çıkıp ülkenin iyimserlik çığlıklarına boğulduğu o kokuşmuş zamanda yazdığı öyküleri edebiyat mafyası kıçlarına bile sürmedi. “modası geçmiş” diye homurdandı kodamanlar. sanki insanlığın modası hiç geçmemiş gibi…

beat kuşağının serseri yazarı jack kerouac’la bir barın pislik kokan arka masasında tanıştılar. truman capote’la aynı apartmanda komşuydular. capote, “arkadaşlarını satarak” yazdığı kitaplar yüzünden yapayalnız kalmıştı. her öğlen vonnegut’un havuzuna sürünür, votka-portakal zulasını nerede sakladığını bilirmiş. iki yalnız köpek gibi birbirlerinin pisliklerine ortak oldular.

vonnegut’un hayatı, bir bira şişesinin dibindeki tortuydu. general electric’te reklam yazarıydı, sonra bir galeride saab sattı, ardından itfaiyecilik oynadı. “otomobil satıcısı nasıl düşünür diye hayal kurmama gerek yok, ben o işin götünü silmiş adamım” derdi. saab’da işler ters gidip paraları batırınca, yüzünde iflas etmiş bir palyaçonun sırıtışı vardı herhalde. kül tablasına çevirdiği hayatını, “kayak yapmak gibiydi, düşeceğini bilip yine de kayıyorsun” diye anlattı. "breakfast of champions" romanının film uyarlamasını kendisine sorduklarında sadece “gördüm” dedi. o kadar. oysa film çoğu kişinin düşündüğünün aksine bence şahaneydi. bruce willis para bile almamış oynamak için, bir yerde okumuştum bunu. kitabın hayranıymış çünkü.

Ailesiyle birlikte, 1955.

şampiyonların kahvaltısı’ndaki kilgore trout, vonnegut’un yırtık paltolu ikiziydi aslında. bir nevi pislikten aziz, isa’nın külliyen kaybetmiş versiyonu. ama kilgore’u çarmıha germediler, sadece boktan bir hayatın içine tükürdüler. vonnegut, kendi yazdıklarını bile “bir sarhoşun tövbesi” gibi görürdü.

“televizyon dediğin kiralık orospudur” diye bir lafı da vardır. gece yarısı ekranda beliren suratlar, gerçek akrabalarından daha sıcaktır ona göre. “en azından acımı uyutuyorlar” der bu konuda. gençliğe karanlık saçtığı için epey suçlandı bir ara amerika’da. tepkiler yükselince konuşma yaptığı milli kütüphane’nin o kutsal sayılan sahnesinden indi. mikrofonu yere çaldı. “burası boktan bir ülke” dedi gülerek sahneyi terk etti. (düşününce bu da tam kilgore trout’luk bir performans.)

dünyanın sonunu yazdı. antibiyotiklerin kustuğu, aids'in gezegeni kemirdiği kıyametleri kurguladı. ama dipsiz karanlığın içine bir kibrit çakıp pembe bir kalemle şunu yazdı: “beş milyon yıl sonra, kadınlar nihayet insan sayıldı.”

vonnegut’un mirası bir palyaçonun gözyaşları gibi, viskinin içinde eriyen buz gibi… gülmek için ağladı, ağlamak için kahkaha patlattı. ve bize son bir şişe notu bıraktı: “mesele kazanmak değil, kaybederken götüne tekmeyi basıp gülmeye devam etmek.”

her şeyin az biraz anlamı olsun istedi ki sinirli yerine mutlu olalım hepimiz. ve biz okurları için güzel yalanlar uydurdu, hepsi de cuk oturan… ve sonunda bir cennet yarattı, bu kederli dünyadan.