SİNEMA 18 Aralık 2018
30,9b OKUNMA     821 PAYLAŞIM

Alfonso Cuarón'un Yeni Filmi Roma'nın Freudyen Bir Açıdan Katman Katman İncelemesi

Gravity, Children of Men ve Harry Potter ve Azkaban Tutsağı filmlerinden tanıdığımız yönetmen Cuarón'un tartışma yaratan yeni filmi Roma, beğenenler ve beğenmeyenler olarak ikiye ayırmış durumda izleyenlerini.

orada bulunma şansım şu ana kadar hiç olmadı ama roma'yı roma yapan şeyin şehrin her yerine saçılmış bitmek bilmez tarihsel kalıntılar olduğunu, arkeolojik kazıların sonucunda toprağın her katmanında farklı bir tarihsel objeyle karşılaşıldığını ve bu tarihsel zenginlik nedeniyle roma'nın insanlığın ebedi şehirlerinden biri olduğunu okumuştum. freud okuken karşılaştığım bir anolojiydi bu: insan zihninin bilinçdışı derinlikleri, roma'nın tarihsel kalıntıları gibidir. bilinçdışında her şey bir arada varolur ve nasıl ki roma'daki kazıların sonunda her katmanda farklı objelerle karşılaşılıyorsa, bilinçdışı da insanın en erken tarihine dair yaşantı izleriyle dolu halde bekler.

freud'a göre bilinçdışı ve roma birbirlerini andıran karakterdeler. her ikisinde de gündelik yaşamın ardında kalıntılar vardır ve geçmişin bu kalıntıları bir arada bulunurlar, bir örtünün altında gibidirler ve keşfedilecekleri günü beklerler. insan zihninin "roma"sını oluşturan en derin katman elbette ki çocukluktur. çocukluk yaşantıları geriye dönüp de anımsamamızın en zor olduğu, hatırlamaya çalışırken aklımızın kolaylıkla karışabildiği, iç içe girmiş yüzlerce yaşantı parçasını barındırır, tıpkı roma şehrinin dokusu gibidir bu anlamda: kazılmaya, ortaya çıkarılmaya, ince işçiliğe ihtiyaç duyar.

alfonso cuaron’un “roma”sı mexico city’ nin içindedir, bir başkasının kendine ait “roma”sı londra’da ya da istanbul’da olabilir. yani roma insanın geçmişine dair evrensel bir metafordur, bu anlamda gerçekten de tüm yollar roma’ya çıkar. 

Alfonso Cuaron

belki de cuaron'un roma filmini de çocukluğa dair bir anımsama, yaşamın çocukluk döneminin bir anlatısı olarak izleyebiliriz

film bir çocukluk anlatısı olduğu için oldukça kişisel izler barındırıyor, burada seyrettiğimiz a. cuaron'un kendi roma'sı. o yüzden bazı anlarda izleyicinin ilgisini püskürtebilecek denli içe dönük. ortaya çıkan imgeler, irili ufaklı bir çok hikayenin seyri, yolculuklar, manzaralar... bunların tamamı çocukluğa dair izlerin yeniden anımsanmasıymış gibi geldi bana. ve çocukluk kadar kişisel olan hemen hiçbir şey yoktur. herkesin kendi çocukluğu, ifade edebildiği ya da ifade etme şansını bulamadığı bir roma'sı vardır. bilinçdışının en yoğun anılarla dolduğu zaman çocukluğun erken dönemleri olduğu için ulaşılması, ifade edilmesi, üzerinde konuşulabilmesi ya da başkaları tarafından anlaşılması en zor olan da bir çocukluk anlatısıdır.

filmler her zaman son derece öznel yaratımlar, hele ki roma filmi gibi çocukluğa dair bir anlatı söz konusuysa izleyeni baya zorlayabilecek denli bir öznellik ortaya çıkıyor. peki nasıl izleyebiliriz? belki de uzun zaman önce yaşadığımız çocukluğumuza filmle birlikte yeniden dönmeye çalışarak. belki de bu filme yaklaşmamız için bilinçdışına özgü diyebileceğim bir bağ kurma tarzına ihtiyacımız var. cuaron küçük bir kız çocuğu, küçük bir erkek çocuğu ve büyümekte olan iki erkek çocuğu ile bir anne, cana yakın bir hizmetçi kadın, bir anneanne ve ortalarda olmayan bir baba ile bir köpek koyuyor perdeye ve arka planda da dönemin olayları, makro yaşam akıp gidiyor. yaptığı sadece bu. bir zaman diliminde bir ailenin yaşamında ve ülkenin tarihinde olan bitenleri anlatıyor.

bu imgelerle bağ kurabiliriz. her filmde böyle bir bağ kurmak olasıdır ama çocukluğa dair böylesi bir filmden keyif almanın en önemli aracı bu bağ olabilir. ortak olan şeyleri düşünelim: bir zamanlar çocuktuk. bir ailenin içine doğduk, anne babaya sahiptik. çoğumuzun bir kardeşi vardı. okula gittik, büyüklerden birileri eşlik etti çoğu zaman. ev içindeki sorunlarla, ülkenin yaşadığı büyük olaylarla harmanlanmış bir çocukluk yaşantısını yani kendi romamızı hayal etmemiz bağ kurmamızı sağlayabilir. bu denli öznel bir anlatıyla bağ kurmadan da filmin içinde kalabilmek pek kolay bir şey olmayacaktır zaten. 

Fotoğraf: Carlos Somonte

filmi izlemek için kendi çocukluğumuza biraz yaklaşmaya ihtiyacımız var gibi geldi bana

filmdeki çocukluk anlatısıysa şunları hissettirdi: dört kardeş, iki buçuk anne, bir köpek ve geniş bir ev. burada eksik olan bir figür ve sayıca fazla olan bir figür de var: baba yoktu cuaron'un anlatısında ve annelerin sayısı da cleo ve anaanne'nin katılımıyla artmıştı. anneannenin katkısı pek fazla olmasa da cleo hizmetçi konumundan ziyade annenin bir eşdeğeri olarak canlandı benim gözümde. kesinlikle bir hizmetçiden fazlasıydı. şehirli annenin çocukların bakımında pek de yardımcı olamadığı ve muhtaç hissettiği duygusallığın taşıyıcısı gibiydi. bir hizmetçi olsaydı sadece yemek hazırlar, bulaşıkları yıkar ve ortalığı derler toparlardı; oysa cleo bir anne figürüydü, kendi çocuğunu doğurmak istemeyecek kadar rolüne bağlı bir figür.

yani filmde iki anne var. peki annelerin sayısının iki tane olması ne demektir? bir tarafta evin hanımı olan ve şehirli anne, diğer tarafta özellikle küçük çocukların bakımını üstlenen, duygusal açıdan doyurucu anne olan cleo. film biyografikmiş gibi görünse de kkurgusal yönü son derece güçlü bir ayrım bu. sanki asıl anne olan sofia ve cleo rolleri paylaşmış gibi: cleo annelik yaparken sofia da babanın yokluğunu doldurmaya çalışıyor. sanki üç kadın çocuklara babalarının yokluğunu hissettirmemek konusunda kendi aralarında bir sözleşme yapmışlar ve rolleri paylaşmışlar gibi. gerçekten de başarıya ulaşıyor bu anlaşma sonucu dağıtılan roller: çocuklar babalarının varlığını pek az anımsıyorlar.

filmin sonlarına doğru bir sahnede adamın kitaplarını ve kitaplığını aldıktan sonra evin durumunu gösteren bir sahne var. ancak o anda, babanın fiziksel olarak bıraktığı yoksunlukla karşılaştıktan, evde bir şeyler eksildikten sonra fark edilir hale geliyor yaşamlarındaki değişiklik. ve kadınlar babanın gidişinin etkisini öylesine hızlı dengeliyorlar ki, çocuklar bir anlığına bocaladıktan sonra bu gidişin etkisini adeta unutuyorlar ve yaşamlarına kaldığı yerden devam ediyorlar. terk edilişleri pek fazla etki uyandıramıyor çünkü kadınlar bu yokluğun üzerini örtmek için bir şeyler yapıyorlar. 


biyografik yönü çok güçlü olan bu filmde bana en çarpıcı gelen an oldu babanın gidişinin çocuklar üzerinde bir etki uyandırmaması

her anını anne figürlerinin davranışlarının belirlediği, babanın pek de var olamadığı bir çocukluk yaşantısı izlenimi edindim: çoğu zaman koruyucu, eşlik edici anneler olan sofia ve anneanne ile şefkatli, sevgi dolu bir anne olan cleo'nun rol paylaşımlarının etkisiyle yoğrulan bir çocukluk. çok fazla anne, çok az babanın olduğu bir çocukluk yaşantısı. bir tarafı eksik olan bu rol paylaşımında çocukların yaşamı hep annelerin gözetimi altında ve hep ev içi bir yaşamdı da. belki de evin bu denli büyük olmasının nedeni de evin dışının korkutucu olması ve tüm dünyanın eve sığdırılmaya çalışılmasıydı. gerçekten de filmde izlediğimiz meksika son derece kaotik bir dönemden geçiyordu. çocuklar dışarıya her çıktıklarında hiyerarşinin dışavurumu olan askeri tarzdaki bandolarla, eylemlerle, kaosla karşılaşıyorlardı ve zaten en büyük anne olan anneanneleri olmaksızın da dışarıya adım atamıyorlardı. galiba babanın yokluğunda dışarıya açılmak da tehlikeli bir şeydi ve anneler kendi anneliklerinden gelen koruyuculuk dürtüleriyle çocukların ev içi eğlencelerle yetinmelerini, gözetim altında kalmalarını istemişti. dışarının kaosundan çocukları korumak için evin uzamı büyümüş ve dışarıyla ev arasında kapısında köpeğin bekçilik ettiği bir sınır çizgisi çekilmiş gibiydi. annelerin buldukları yol buydu. filmin kendi ağzıyla söylediği şey dışarıya çıkmak için bir babaya ihtiyaç duyulduğuydu.

bir yanıyla son derece kişisel ama anne ve babanın ilişkilerindeki dengesizliklerin çocukların yaşamındaki etkileri açısından da son derece evrensel bir film roma. deniz kıyısında uzağa açılmamalarını isteyen anneleri belki de kendilerinden çok uzağa gitmiş babanın ardından çocukları dışarının tehlikelerinden korumanın tek yolunun güvenli bir içsel uzam yaratmak olduğunu hissediyordu. ve nitekim çocuklar o denli bilmiyorlardır ki dışarının tehlikelerini, annelerinin yokluğunda kıyıdan uzaklaştıkları ilk anda başka bir anne olan cleo tarafından kurtarılmasaydılar öleceklerdi.

galiba, "cleo bizi kurtardı" cümlesinin ardından iki anneli bu yaşam da gerçeklik kazandı çocuklar için. bir annenin kurtarıcılığı ile babanınki aynı şey değilse bile çocuklar bunun etkilerini o anda anlayamazlardı, onlar sadece kurtarıcılarına sarıldılar. 


tabi bir de evin köpeği barros'un giriş kapısıyla çıkış kapısı arasındaki sahanlık boyunca yayılan kakası var

film boyunca o kaka parçaları varlığını koruyor. bazı anlarda cleo temizlese de aslında baba dışındaki ev ahalisi oraya buraya yayılmış bu iri kaka parçalarından hiç de hoşnutsuz görünmüyor. kimsenin bunu umursadığı bile yok hatta. zaten filmde de kakaya basan tek kişi baba. durdukları yer bakımından son derece metaforik bir şey aslında bu kaka parçaları. dışarıyla içeri arasında bir sınır işlevi görüyorlar, içeridekileri dışarıya karşı koruyorlar bir yandan, diğer yandan da dışarıdan eve giriş açısından bir zorluk yaratıyorlar. içeriyle dışarı arasında ayırıcı bir işlevleri var gibi. evden kurtulmak isteyen baba dışında kimse tarafından umursanmayışının nedeni de geri kalanların ev yaşamının sınırladığı içsel uzamda mutlu olmaları.

tabi daha genel bir düzlemdeyse köpek barros ve kakasının cuaron'un ve sanatının bir temsili olduğunu dahi söylemek mümkün. yaratmak içeriden bir şey çıkarmak olduğuna göre ve yaşamlarımızın ilk dönemlerine ait en büyük yaratımlarımızın kaka yapmak olduğunu da aklımıza getirebilirsek bu bağı fark edebiliriz. hatta cuaron bu filmi çekerken o denli iyi bir iş başardığını hissediyor olmuş olmalı ki barros'un çıkardığı kaka parçaları son derece büyüktü, bir tür güç gösterisi gibi.

The Killing of a Sacred Deer Filminin Ustalıkla İşlediği Mastürbasyon Metaforu

Rahatsız Ediciliği Doruklarda Yaşatan Climax'teki Enfes Metaforlar