SİNEMA 26 Ekim 2020
26,7b OKUNMA     470 PAYLAŞIM

ABD'nin En İlginç Zamanlarına Odaklanan Yeni Netflix Filmi: The Trial of the Chicago 7

Paramount Pictures'ın vizyona koymayarak Netflix'e sattığı yeni Aaron Sorkin filmi, Black Lives Matter hareketinin yaşandığı günümüzde önem taşıyor.


1950’li yıllar amerika’da “altın yıllar” olarak anılır

ikinci dünya savaşı’ndan zaferle çıkan amerika, avrupa’ya büyük yıkımlar getiren bu savaşı hem kendi topraklarından uzak tutmayı başarmış (pearl harbor saldırısını saymazsak) hem de avrupalı rakiplerinin çöküşünü büyük bir keyifle uzaktan seyretmiştir. savaşın ardından yaşanan yıkımı da kendisi finanse etmeyi başarmıştır. böylelikle avrupa’yı ve bizim gibi diğer üçüncü dünya ülkelerini maddi ve manevi kendisine muhtaç hale getirmiştir. bu ve buna benzer başka sebeplerle amerikalılar, 1950’li yıllarda rahatça uykularına dalıp amerikan rüyalarını güzelce görebilmişlerdir.


1960’lı yıllar ise bir kâbus gibi amerikalıların üzerine çökecektir

1963 yılında başkan kennedy suikasta kurban gidecek, amerikan başkanı’nı öldürdüğü için yakalanan katil zanlısı bile canlı yayında halkın gözleri önünde bir başkası tarafından öldürülecektir. yine 60’lı yıllarda amerikan sokakları pek çok halk hareketine sahne olacaktır. siyahiler, kadınlar, hippiler… kendini amerikan rüyasına ait hissetmeyen herkes ayaklanacaktır. malcolm x 1965 yılında, martin luther king ise 1968 yılında amerikan devleti tarafından ortadan kaldırılacaktır. altmışların sonunda vietnam savaşı amerikalılar için içinden çıkılmaz bir hal alacaktır. art arda gelen asker cenazeleri amerikalılara 60’lı yılları kelimenin tam anlamıyla cehenneme çevirecektir.


işte bu karışıklığın ortasında vietnam savaşını protesto etmek amacıyla 1968 yılında chicago’da bir gösteri düzenlenir ve gösteri sırasında yaşanan olaylar sonrasında açılan meşhur “şikago yedilisi” davası ile karşı karşıya bırakılırız.

filmin yönetmeni sorkin, filmin senaryosunu normalde 2007 yılında filmi çekmesi için steven spielberg’e teslim etmiş. ancak, 2007 yılında yaşanan “amerikalı senaryocular grevi” ve uygulanan bütçe kısıtlamalarından ötürü proje ertelenmek zorunda kalmış. bu süreçte, komedyen ben stiller de dâhil olmak üzere paul greengrass gibi birkaç yönetmenin ismi film için düşünülse de film, nihayetinde filmin senaryo yazarı aaron sorkin’e kalmış.

Gerçek yedili: Abbie Hoffman, Jerry Rubin, David Dellinger, Tom Hayden, Rennie Davis, John Froines ve Lee Weiner

peki izlediğimiz film, filmin başından geçen bu uzun yolculuğa değiyor mu?

kesinlikle değiyor. zaten ortada sorkin gibi hollywood’un görüp görebileceği en büyük kalemlerinden biri var. kendisi, a few good men (1992), the social network (2010), moneyball (2011) ve steve jobs (2015) gibi muazzam filmlerin ve the west wing (1999–2006) gibi harikulade bir politik drama dizisinin kalem oynatıcısı. tüm bu yapımların su gibi akan o muhteşem diyaloglarını yazan kişi…

bu film için de yine harika diyaloglar yazılmış. zaten filmi izlerken zamanın nasıl geçtiğini anlamayacaksınız. karakterlerini bu denli geveze yazıp; buna rağmen izleyiciyi sıkmamayı başarabilmek takdir edilesi bir yetenek gerçekten. özellikle filmin bir açılışı vardı ki uzun zamandır gördüğüm en iyi kurguya ve diyaloglara sahip açılış sahnelerinden biriydi. bu açılış sahnesiyle, filmin görece kalabalık ve birbirinden başarılı kadrosunu kısa sürede bizlere akıllıca tanıtmayı başarıyorlar. zaten filmde hiçbir oyuncu diğerinin üstüne çıkmaya çalışmamış. herkes elinden gelenin en iyisini ortaya koymuş. sadece sacha baron cohen, canlandırdığı sempatik abbie karakteri ile azıcık öne çıkarken; joseph gordon-levitt ise canlandırdığı avukat rolüyle diğerlerine nazaran bir miktar sönük kalıyor. gordon gerçekten tuhaf bir oyuncu... bazı filmlerinde harika işler çıkarırken; lincoln (2012) ve bu film başta olmak üzere bazı filmlerinde de affedersiniz tam bir odun gibi oynuyor.


bu arada filmi izlerken acaba spielberg ya da greengrass yönetse nasıl bir film izlerdim diye düşünmeden de edemedim

çünkü sorkin’in yönetiminin filmi birazcık yumuşattığını düşünüyorum. normalde karşımızda inanılmaz sert bir mevzu var. filmin her anında devletin o acımasız ve gaddar yüzünü buram buram hissedebiliyorsunuz. sorkin’in tüm bu vahşeti ve kontrolsüzlüğü resmediş tarzı ise sanki biraz yavan kalmış. mesela greengrass kamera arkasında olsaydı göstericiler ile polislerin karşı karşıya geldiği sahneleri muhtemelen daha bir heyecan ve gerçekçilik ile izlerdik. kendisi, kamera kullanma konusundaki rüştünü bloody sunday (2002), the bourne ultimatum (2007) ve united 93 (2006) gibi muazzam filmlerde ispat etmişti.

1960’lar amerika'sını merak ediyorsanız bu filmi izlemenizi kesinlikle tavsiye ederim. hatta zamanınız olursa o dönemi daha önce gösterilmemiş bir titizlikle anlatmış olan mad men (2007-2015) drama dizisine de bir göz atabilirsiniz.