MÜZİK 3 Kasım 2017
22,4b OKUNMA     881 PAYLAŞIM

1970'lerin, Tazeliğinden ve Gücünden Hiçbir Şey Kaybetmemiş En Güzel 20 Albümü

Sözlük yazarı "dunkirk"; belki de son temiz yılların en yaratıcı ve dinlenesi albümlerini, kendi düşüncelerini de ekleyerek sıralıyor.

80'ler, 90'lar ve 2000'lerden sonra sıra 70'lere geldi. kaldı 60'lar. açıkçası ilk 20'ye karar vermekte en zorlandığım, en çok kararsız kaldığım 10 yıl 70'ler oldu. bunun sebebi benim en çok dinlediğim dönem olmasının yanında sanırım 70'lerin müzik türlerinde devrimlerin yaşandığı, türlerin diğer 10 yıllardan daha fazla dallara ayrıldığı bir dönem olması aynı zamanda. punk'ın patladığı, progressive rock'ın doğduğu, cazın funk ve rock gibi türlerden beslenmesi sonucu fusion'ın yeşerdiği, hard rock'ın altın çağını yaşadığı, punk sonrası post-punk ve new wave gruplarının ortaya çıktığı, müzik açısından son derece üretken bir dönem. her zamanki gibi yorumlarıyla birlikte 20 albüme yer vereceğim. 70'lerin en güzel albümleri konusunda naçizane fikrime geçiyorum.

20. simon & garfunkel - bridge over troubled water (1970)

paul simon ve art garfunkel tarafından oluşan folk rock ikilisi 60'larda beatles'a alternatif olabilecek güzellikte albümlere imza attılar. 70'de çıkan bridge over troubled water ikilinin 5. ve son albümü. albümdeki tüm şarkılar paul simon'dan çıkma. bu albüm hüznü ve huzuru bir arada muhafaza eden ender albümlerdendir. son derece kırılgan ve duygusal hisler barındıran ve içinde unut taşıyan bu albümü kusursuz yapmasındaki en büyük faktör şarkıların güzelliğinde simon ve garfunkel ikilisinin seslerinin ayrı ayrı da birlikte de duyulduğunda inanılmaz derecede bir etkileyiciliğe sahip olması. tabii ki şarkıların altyapısndaki naiflikten bahsetmeye gerek yok fakat bu naiflik vokallerle birleşince sanki cennetten bir müzik size eşlik ediyor.

geçmişe özlem, geleceğe umut her türlü hissi ruh halinize göre şekillendiren bir albüm. mutluyken güldürebilir, üzgünken ağlatabilir bu albüm. insanın ruhuna bu derece doğrudan etki edebilen albüm azdır.

ticari açıdan en başarılı s&g albümü olan bridge over troubled water'dan öne çıkan parçalar: bridge over troubled water, el condor pasa, so long frank lloyd wright, the boxer

19. led zeppelin - houses of the holy (1973)

led zeppelin'in 5. stüdyo albümü houses of the holy, zeppelin'in blues/hard rock temeli üzerine farklı türleri de içine aldığı bir albüm. the crunge ile funk, d'yer m'aker ile reggea sularına dalan led zeppelin yine müzikalitesinden ödün vermeden birbirinden yetenekli dört adamın ortaya çıkardığı bir ürünün güzelliği karşısında dinleyiciye söyleyecek söz bırakmıyor. the rain song gibi derinden vuran bir ballad barındıran albüm the ocean gibi groove parçaları, no quarter gibi oturaklı ama bir o kadar vurucu şarkıları içeriyor. bir sonraki doruk noktası physical graffiti'den bir önceki basamakta duran bu albüm, hem dinlenirlik hem de müzikalite bakımından kuşkusuz 70'lerin en iyi albümleri arasında olmayı sonuna kadar hak ediyor. birçoklarına göre en iyi zeppelin albümü iv'tür fakat bana göre physical graffiti'ye zeppelin'in müzikal gelişimi parabolik bir şekilde artmıştır.

muhteşem albümden öne çıkan parçalar: the rain song, no quarter, ocean

18. camel - moonmadness (1976)

progressive rock dünyasının gördüğü en atmosferik, en naif, en duygusal albümlerine imza atan camel'ın karar vermekte hayli zorlandığım 4. albümü. öyle ki mirage ve the snow goose gibi albümlerin moonmadness'dan aşağı kalır yanı yoktur. progressive sevmeyen bir insanın pink floyd, king crimson veya genesis değil camel dinleyerek bu türü sevmesi muhtemeldir. bu albümdeki şarkılar kompleks olduğu kadar güzeldir de. gitar melodi ve riflerinin tadından yenmediği bu albüm masalsı vokalleriyle de dikkatini çeker. andrew latimer'in another night'daki vokali veya peter bardens'ın spirit of the water'daki vokali naifliğin sınırlarını zorlar. yan flüt, piyano ve klavyenin de ayrı melodi zenginliği kattığı albüm birbirinden güzel ritim ve melodilerin peşi sıra geldiği bir yapıda. ticari amaçları elinin tersiyle iterek istediği albümü yapan camel, istediği müziği yapmanın verdiği hissi dinleyiciye net bir şekilde veriyor.

bu mükemmel albümden öne çıkan parçalar: song within a song, another night, lunar sea

17. television - marque moon (1977)

punk'tan ziyade müziği ve sözleri itibariyle sanatsal bir konuma soktuğum bir başka albüm. kısaca art punk da diyebilirim sanırım. punk'ın kalıplarından çıkıp farklı yollara girebilen, gitarlarına hasta olunası bir debut şaheser. kanımca albümle aynı adı taşıyan marque moon adlı parça punk'ın başına gelmiş en güzel şey olabilir. albümdeki tüm şarkılar tom verlaine tarafından yazılmış ve bestelenmiştir. new york punk rock ortamının parmakla gösterilen albümlerinden marque moon, sonraki dönemde new wave'den indie rock'a kadar birçok tür üzerinde izi kalmıştır. 70'lerin ortası itibariyle hard rock, progressive rock ekseninde sıkışıp kalan rock'ın bu tarz albümler sayesinde bir tür değişim ve yenilenmeye gidebildiği ortadadır. her dönem farklı türlerden faydalanarak bir evrim sürecine giren rock müziğin 80'lerde veya 90'larda çeşitlenebilmesinin altında yatan neden 70'lerin ortasından sonra patlayan punk, art punk, post-punk, new wave gibi türlerdir. fakat television marque moon'dan sonra bu kaliteye yakın bir albüm ortaya koyamamıştır. yine de marque moon tek başına television tarihe yazdırmış bir albümdür.

tom verlaine'in müzikle kusursuz bir uyum içinde vokalleri ile akıllara yer etmiş albümden öne çıkan parçalar: friction, marque moon, elevation

16. david bowie - the rise and fall of ziggy stardust and the spiders from mars (1972)

david bowie'nin ilk uçan albümü. david bowie'nin sadece sesi ve anlattıklarıyla değil bestesel anlamda da titiz davranarak kompleks bir müzik sunduğu ilk albüm özelliğini taşıyan bu albümde bowie'nin farklı tarzları müziğine entegre ettiğini görüyoruz. albüm konsept olarak bowie'nin fantastik bir dünyada yaşayan ikinci kişiliği ziggy stardust üzerine kurulu. tüm albüm boyunca ziggy stardust'ın hikayesini dinliyoruz. bunu dinlerken rock n roll'dan, popa, caza veya punka kadar birçok müzik bize eşlik ediyor. zaten bowie'nin müziği hiçbir zaman belli bir türle ifade edilememiştir, buna imkan vermiyor, bana kalırsa en yakın ifade art rock'dır. çok zengin enstrüman kullanımının albümde lady stardust gibi bowie'nin diskografisindeki en güzel balladlardan biri de yer alıyor.

70'lerin en unutulmaz albümlerinden the rise and fall of ziggy stardust and the spiders from mars'tan öne çıkan parçalar: moonage daydream, starman, lady stardust, ziggy stardust

15. pink floyd - animals (1977)

pink floyd'un üretkenliğinin ve yaratıclığının sınırlarını zorladığı 70'li yıllardan bir başka albümü. bu albüm grubun aynı zamanda en politik albümü. albümün konsepti george orwell'ın hayvan çiftliği üzerine kurulu. toplumun farklı kesimlerini domuzlarla, köpeklerle ve de koyunlarla eşleştirirek o günün toplumunu sosyo-politik açıdan eleştiriyor. basit anlamda george orwell'in yarattığı metaforları kendi diliyle yorumluyor ve bunu müzikal bir forma sokuyor da denilebilir. albümün 77 tarihinde çıktığı göz önüne alınırsa o dönem patlamış ve politik bir tavır sergileyen punk müzikten etkilendiği söylenebilir. albümü beste kısmına geçersek uzun şarkılardan oluşuyor. harika gitar kullanımının olduğu, pink floyd karakteri ve yapısından ödün vermeyen, ummagumma'dan esintiler taşıyan özgün bir albüm. dogs parçasında pink floyd diskografisindeki en güzel gitar partisyonlarına şahit olurken, pigs'deki vokal kullanımı dikkat çekiyor. sheep ise benim albümden favorim. genel olarak göz ardı edilen pink floyd albümlerinden olduğu söylenebilir. the wall veya wish you were here gibi albümler daha önde görülür.

dikkat edilmesi gereken bu albümden öne çıkan parçalar: dogs, sheep

14. talking heads - fear of music (1979)

remain in light isimli başyapıtın gelişinin haberlerini veren başka bir mükemmel talking heads albümü. bir sonraki albüm remain in light'da olacağı gibi burada da brian eno ile çalışılmıştır. bunun dışında eno elektronik eklemelerde bulunmuş, back vokal yapmıştır. bir başka tanıdık king crimson'dan robert fripp de i zimbra parçasında gitarları çalmıştır. talking heads albüm kaydından, albüm kapak tasarımına kadar işin içinde yer almışlardır. tüm şarkıların bestesi ve sözleri grubun beyni david byrne'e aittir. albümün içeriğine geçicek olursam, kendi türünün en iyilerinden, tipik bir new wave albümü fear of music'te talking heads funktan discoya, afro-beat'den rock'a kadar birçok türü tarıyor. talking heads'in karakteri haline gelen byrne'in garip vokalleri ile birbirinden güzel bas yürüyüşlerinin öne çıktığı albüm aynı zamanda bana kalırsa talking heads diskografisindeki en akılda kalıcı, direk parçalara sahip. tüm bu absürd hava içinde albümde benim çok sevdiğim naif bir parça da bulunur (bkz: heaven). bu parça heroes'un küçük kardeşi gibi gelmiştir hep.

drugs parçası ile deneysel bir kapanış yapan albümden öne çıkan parçalar: mind, cities, heaven

13. wire - chairs missing (1978)

debut albümü pink flag ile katıksız punk yapan wire, 2. albümü ile post-punk izleri taşıyan bir yola giriyor. tam bir post-punk albümü olan 3. albümü 154 ile pink flag'ın tam ortasında duran bu albüm, wire'ın hem punk hem de post-punk'tan beslendiği bir albüm. ilk albüme nazaran daha karanlık daha durağan daha hüzünlü bir atmosfere sahip albüm, etkin bas kullanımıyla ilk dikkati çekiyor. yer yer son derece soğuk, durağan parçalarla agresifleşen albüm, zaman zaman daha enerjik, olumlu bir havada ilerliyor. minimal bir anlayışla müzik adına çok farklı tatlar sunan bir albüm. bana kalırsa sadece punkdan ziyade şarkı yapıları sebebiyle art punk olarak tanımlanabilecek bir albüm. vokal kullanımı, gitar efektleri, şarkı sözleri, synhesizer kullanımı albümü punk vari bir havadan uzaklaştırıp daha sanatsal bir konuma getiriyor. tabiki bu cümlemden post-punk'ın sanatsal bir yapıya sahip olamayacağı anlamı çıkarılmasın. post-punk olduğu kadar, form açısından sanatsal da bir albüm.

grubun ilk albümde olduğu gibi yine minimal bir albüm kapağı tercih ettiği chairs missing albümünden öne çıkan parçalar: french film blurred, men 2nd, being sucked in again, mercy, i am the fly

12. black sabbath - black sabbath (1970)

grubun müzikal açıdan en yaratıcı olduğu harika bir hard rock klasiği. hard rock sınırları dahilinde son derece yenilikten yana bir albüm aynı zamanda. black sabbath'ın bu albümden başka birçok güzel albümü var. hatta her albümde profesyonellik açısından daha ileri bir noktaya gittikleri söylenebilir. o açıdan 5. albümleri sabbath bloody sabbath'ı mı koysam diye çok düşündüm fakat bu albümdeki ham soundu, naif tutumu ve tekinsiz havayı; sabbath bloody sabbath'daki daha kompleks, oturmuş hale tercih ettim.

black sabbath'ın kendiyle aynı adı taşıyan debut albümü black sabbath, son derece enerjik, akılda kalıcı şarkı yapılarının yanında karanlık bir dünya da sunuyor. hem heavy metal hem de doom metal için başlangıç noktası kabul edilmesi muhtemel ki bu nedenle. albüm ozzy'nin karakteristik sesiyle sizi direk içine alıyor. tony iommi'nin orjinal, şahane rifleri ile öne çıkan albüm bill ward'un davulları, geezer butler'ın müptela olunası basları ve ozzy'nin yaramaz vokalleri ile harika bir albüm. özellikle ilk şarkı black sabbath ile sizi direk uğursuz, şeytani havaya sokan albüm, n.i.b. ile kendini naif duygulara bırakıyor, the warning ile müziğe doyuruyor.

bu başyapıttan öne çıkan parçalar: black sabbath, behind the wall of sleep, sleeping village

11. fela kuti - expensive shit (1975)

afrika'dan çıkan en büyük müzisyen fela kuti'den etkilenmeyen çok az müzisyen vardır herhalde. afrika ritimlerini caz ve funk ekseninde yorumlayarak kıtanın müziğini dünya müziğine kazandırmış bu büyük müzisyenin elinden çıkma en güzel albümlerden biri de expensive shit. açıkçası buraya hangi fela kuti albümün koysam diye çok düşündüm, 70'lerde birbirinden güzel albümler çıkarmış bu adam. expensive shit 26 dakikalık süresiyle, son derece protest olmasının yanına sıra ortalama 10-15 dakikayı bulan ve loop dönen bağımlılık yapıcı ritimlerin üzerine harika üflemeli ve klavye çeşitlemeleriyle bütünlük oluşturan şarkılardan oluşan muhteşem bir albüm. özellikle şarkıların belli bir süresinden sonra fela kuti'nin şimdi konuşma sırası diyerek girdiği yerel dil-ingilizce karışımı sözleri ve koronun afrika havasını yansıtan sesleri ile müzik büyüleyici bir hal almaktadır.

biraz fela kuti'nin kendsiniden bahsedecek olursam, fela kuti'nin filmlik bir hayatı olmuş. donla röportaj vermesi veya konsere çıkması, 25 karısı olması, aidsten ölmesi, ingiltere'de tıp eğitimini yarıda bırakıp müziğe odaklanması bunlar oldukça ilginç detaylar fakat bana asıl ilginç gelen çok katı bir ordunun iktidarda olduğu bir ülkede protest müzik yapabilme gücüne sahip olması. öyle bir güç ki, kendisi dahil tüm ailesinin öldürülme ihtimaline bile direnebiliyor. ki bu ihtimallerin bir kısmı gerçekleşiyor, bir kısmı ise gerçekleşmeye çok yaklaşıyor. kısacası caz amerika'ya göç eden afrikalıların torunlarının bir buluşuydu, bu müzikse afrika'nın tam kalbinden bize sesleniyor.

albümden öne çıkan parçalar: expensive shit, water no get enemy

10. king crimson - red (1974)

progressive aleminin gördüğü en dengeli albümlerdendir. hem deneyler, hem caz, hem progressive yapının dengesi öyle güzel ayarlanmış ki albümü takdir etmekten başka şansınız kalmıyor. aynı zamanda debut albümlerinden sonra hazmı en kolay albüm. bir taraftan da son derece yaratıcıdır ve dönemin progressive rock akımı kalıpları içinde kalan birçok albümün aksine, red zamanla eskimeyecek, zamanın kurbanı olmayacak bir albüm. bunda en büyük pay şüphesiz king crimson'ın beyni robert fripp'de. fripp'in grupla birlikte 70'lerde çıkardığı son albüm aynı zamanda. 80'lerde geri dönüne kadar solo albümleriyle haşır neşir olmuştur. king crimson kült olmuş ilk albümü in the court of the crimson king ile geleneksel havada epik bir progressive rock örneği sunmuştur. bu şekilde devam etse muhtemelen şimdiki kadar müzik dünyasına etkin bir konumda olmazdı. sonrasındaki her albümde bu geleneksel hava giderek azalmış ve 4. albümleri red ile hayli deneysel bir hal almıştır. deneysel olduğu kadar tekniğin de konuştuğu ve ağır kısımların da olduğu bir albüm olan red, sizi en beklenmedik yollara saptıran, ilerleyişi tahmin edilemez bir yapıda ilerliyor.

bu beyin yakan albümden öne çıkan parçalar: one more red nighmare, starless

9. herbie hancock - head hunters (1973)

70'lerdeki funk furyasına kapılarak cazla funkı birleştiren herbie hancock gelmiş geçmiş en groove, en eğlenceli, en dolu funk/caz albümlerinden birine imza atıyor. herbie hancock'ın 12. albümü bu. profesyonel müzikle uzun zamandır iç içe olan hancock'ın 60'larda yaptığı başarılı caz albümlerinden (bkz: empyrean isles), (bkz: takin' off), 70'lerin başında yaptığı sextant gibi avant-garde havada fusion albümlerinden sonra iyice funk sularına dalıyor. bu albümde daha minimal bir yolda gidiyor. tekrarlayan funk ritimleri üzerine caz süslemeleriyle tadından yenmeyen bir albüm. herbie hancock'ın musicgasm yaşattığı elektrik piyanosu ve synthesizerlarıyla paul jackson'ın bağımlılık yapıcı bas gitarları, bennie maupin'in enerjik, coşkulu üflemelileri, perküsyonda bill summers'ın davulcu harvey mason'ın yaratıcı ritimlerini zenginleştirdiği eklemeleriyle yer yer belirli bir formda (bkz: chameleon) yer yer tekinsiz, ne yapacağı belli olmayan şekilde (bkz: sly) ilerleyen parçalara sahip; şaşırtıcı, emprovize bir mantıkla inşa edilmiş 4 parçadan oluşan bir başyapıt. albümün son parçası daha önce takin' off albümüde yer alan watermelon man'in daha fusion ve funk ekseninde yer almış hali. rüzgarlı bir sonbahar akşamı gibi hüzünlü vein melter gibi ağır bir parça da mevcut. caz, funk, doğaçlama, fusion kısaca müzik adına ne varsa sonuna kadar tatmin eden bir albüm.

albümden öne çıkan parçalar: sly, watermelon man

8. the clash - london calling (1979)

the clash'in en tapılası albümü london calling, ilk iki albümüyle katıksız punk yapan the clash'in farklı yollara girmek istediği ilk albümüdür. the clash'ten favori şarkım the guns of brixton'ı barındırmasıyla da yeri ayrıdır. the clash bu albümde punkın katı kalıpları içinde durmamış, funktan reggea'ye kadar birçok türden beslenmiştir. söz ve tutum olarak punk bir tavır belirleyen grup müzikal anlamda bu tavıra zarar vermeyecek şekilde farklı türleri içine alarak dahiyane şekilde akılda kalıcı birbirinden güzel şarkılar yapmıştır. london calling bu durumun en açık örneğidir. sadece funk ve reggea değil poptan caza ve bluesa kadar birçok örnek de mevcuttur albümde. genellikle müzik tarihine damgasını vuran albümlere baktığımızda hepsinin yenilikçi bir konumda olduğunu fark etmemek imkansız. barındırdığı farklı türlerden olsa gerek london calling farklı tarzda dinleeyicilerinin buluştuğu ortak noktadır. pop sever bir adamla anarcho punk sever bir adam veya funk rock sever ile post-punk severin müzik zevki anlamında anlaşabildiği yegane alanlardandır. kendinden sonra da 80'lerde hard rock'dan metal'e new wave'e kadar çok geniş bir alanı etkilemiştir.

yıllar geçse de eskimeyen bu mükemmel ötesi, 19 şarkılık albümden öne çıkan parçalar: london calling, hateful, spanish bombs, the right profile, the guns of brixton, i'm not down, train in vain

7. soft machine - third (1970)

soft machine'in psychedelic bir çizgide gittiği ilk 2 albümünden sonra gelen 70 tarihli 3. albümü. volume ii daki kısa süreli ve çok sayıda psychedelic bir yapıdan, uzun süreli az sayıda bir yapıya geçilmiş. 4 parçadan oluşan bu albümde grup hayli progressive ve cazla iç içe. kısaca rock için avant-garde bir albüm olduğu da söylenebilir. deneysel işlerle bezeli facelift ile başlayan albüm sona erene kadar doyurucu bir müzik vaad ediyor. üflemelerin baskın olduğu caza göz kırpan yerlerden, progressive bir çizgide giden uzun süreli şarkıların içindeki deneysel yerlere kadar bir fusion örneği olduğu da söylenebilir. grup içi ilişkilerin problemli olduğu dönemde kaydedilen third, esasen bu sorunu albüm içindeki kaos ve karmaşayla da dinleyiciye hissettiriyor. çoğunluğu enstrümantal olan albümde, robert wyatt'ın sesini bir tek moon in june şarkısında duyuyoruz.

rock tarihine bakıldığında aykırı, tanımsız görünen albümlerden biri olan third'ü ne kadar parça bazında değerlendirmek yanlış olsa da, albümden öne çıkan parçalar: slightly all the time, moon in june

6. can - ege bamyası (1972)

albümün ismi türk bir grup için bile son derece absürd iken, insan alman bir grubun bu isimde bir albüm çıkarmasını ilginç buluyor. halbuki hikaye basit. can grubu almanya'da bir restaurantda ege bamyası konservesi görüyor ve yeni albümlerine bu ismi koymaya karar veriyorlar. işin ilginci grubun ismi de türkçe bir kelime. (almanca'da başka bir anlamı var mı bilen varsa aydınlatsın). grup türk nüfusunun hayli fazla olduğu köln'de kurulduğundan dolayı türkçe kelimelerden fazlaca beslenmiş. bu gruba ilk ege bamyası ile rastgelmiştim ve 70'lerde tarihin tozlu sayfalarına gömülmüş başka bir türk grubu sanmıştım. fakat olay bu değildi tabi. can krautrock adlı ingiltere ve amerika'dan başka bir ülkeden çıkarak tüm müzik dünyasına damga vurmuş tek alt rock türünün mensubu bir grup. ege bamyası can'ın 4. stüdyo albümü. krautrock isminden yola çıkarak herhangi bir müzikal form hakkında ipucu vermiyor fakat minimal, deneysel, doğaçlamaya açık bir müzik türü olduğu söylenebilir. ege bamyası da bu formun en yaratıcı ve etkileyici örneklerinden biridir. psychedelic etkinin de baskın olduğu bir albüm.

gelmiş geçmiş en ilham verici davulculardan jaki liebezeit'in karakteristik özgün davul kullanımı ve ritimleri üzerine enstrüman çeşitlemelerin eklendiği bağımlılık yapıcı bu albümden öne çıkan parçalar: vitamin c, i'm so green, spoon

5. joy division - unknown pleasures (1979)

joy division'ın debut albümü unknown pleasures, ilk post-punk örneklerinden. bu albüm kendini ya sevdiren ya da hoşlanılmayan bir albüm. ortası yok. ya çok sevilir ya da bir kenara atılır. değerini bilenler için bu kadar karanlık bir o kadar da minimal daha güzel bir albüm yoktur. epilepsi hastası, hastalığın ataklarını önleyebilmek için kendine has dansıyla dikkat çeken ian curtis'in kalın-düz vokalleri ve morrison tarzı şiirsel sözleri bu karanlığı ortaya çıkaran en büyük faktör. tekrarlayan davullar üzerine eklenen baskın baslar ve depresif gitar rifleriyle kapkara bir atmosfer sunan unknown pleasures simsiyah bir sanat eseri. manchester'dan yükselen en görkemli karanlık. sonunda bu karanlık ian curtis'in intiharına da sebep oluyor. karanlık olduğu da kadar dinamik ve vurucu bir müzik var unknown pleasures'da. eğilen, ağlak bir depresiflikten ziyade güçlü, dik duran bir depresiflik. nirvana'nın nevermind'la alternative rock'da yaptığı karınca deliğini açması olayını joy division da post-punk adına yapıyor.

post-punk adına doruk noktası bu albümden öne çıkan parçalar: disorder, insight, shadowplay, wilderness

4. the stooges - fun house (1970)

70'lerde ortaya çıkmış bir başka devrimci albüm. çıktığı zaman bu kadar çiğ, bu kadar agresif, bu kadar sert, bu kadar küfürbaz başka bir albüm yoktu ortalıkta. bu albüm hem müzik anlamında hem de kayıt kalitesinin getirdiği raw hali yansıtma açısından ilk albümden daha iyi bir albüm olmasına rağmen yapması gereken patlamayı yapamamıştır. the velvet underground için döneminde ünlenemedi fakat yeraltında bir devrim yaşandı saptaması the stooges dolayısıyla özellikle fun house için de yapılabilir. gerçi the velvet underground veya the stooges gibi gruplar beatles'a benzer tsunami etkisi yaratan ve diğer grupları ortalıktan silen ben merkezci devasa patlamalar yapsaydı dünya nasıl bir kargaşanın içinde olurdu kestirmek zor. sonuçta müzik geçmişten günümüze zincirleme bir reaksiyon, aradaki bir maddeyi değiştirdiğiniz an devamında gelen tüm ürünler de değişecektir. fun house punk ortaya çıkmadan punk'ı çoktan tanımlamıştır. kardeşi white light/white heat ile birlikte punk'ın tohumlarını çok önceden ekmişlerdir. saygıda kusur edilmemesi gereken fun house yeraltından çıkan bir çığlık adeta.

iggy'nin mick jagger'ın çıldırmış şekilde nefret kusan vari vokalleri, gitar ve davullarıyla, arada saksafonuyla tavizsiz şekilde ilerleyen fun house'dan dikkat çeken parçalar: down on the street, t.v. eye, 1970

3. miles davis - bitches brew (1970)

miles davis'in 50'lerde ve 60'larda yaptığı albümlere bakarsak cazın her türüne dokunmadan geçmediğini görürüz. 69'da in a silent way ile fusion'a da bulaşan miles davis, bir sonraki albüm bitches brew ile bir önceki albümün ötesine geçerek, müziğin sınırlarını yeniden çiziyor. tüm genius deneysel rock albümlerinin etkilenim noktası, argo tabirle babası olduğu söylenebilir. bu albümden sonra müzisyenlere müziği bozma, kurcalama, müzikle oynama cesareti gelmiştir veyahut beyni yettiği sürece buna kafa yormak cazip gelmiştir. adını siz koyun. cazın sürekli bir değişimden geçtiği ve çeşitlenme içinde olduğu 60'larda, müzikal devrim bitches brew yoluyla rock müziğe de uğramıştır. sanki caz bitches brew yoluyla rock'a "yeter biz yeterince değiştik, evrildik, dallanıp budaklandık şimdi sıra sizde" demiştir. üstelik miles davis bunu rockdan ilham alarak yapmıştır. hem caz için doruk noktalarından biri hem de rock için kusursuz bir referans noktasıdır. kullanılan stüdyo efektleri açısından da dönemine göre aykırı, alışılmışın dışında durmaktadır. doğaçlama üstüne kurulu bitches brew, sanat eseri diyebileceğimiz albümlerdendir.

sartre'ın tabiriyle 20. yüzyılı en iyi özetleyen bu albümden öne çıkan parçalar: bitches brew, miles runs the voodoo down

2. led zeppelin - physical graffiti (1975)

led zeppelin'i kanaatimce ilah statüsüne getiren albüm. hem müzikalite hem bireysel performans anlamında ikisini birden aynı yolda bu kadar mükemmel bir şekilde yürüten başka bir zeppelin albümü yok. dünyada da sayılı örneklerinden. led zeppelin bu albümde klasik hard rock/blues rock çizgisinin yanına progressive mantıkla yapılmış in my time of dying, doğu kültürü etkili in the light, kashmir gibi örnekler de ekliyor. john paul jones'un grup bazında problemler yaşadığı dönemde yapılmak istenen albümün yapımı bu yüzden hayli ertelenmiş bir şekilde başlamış. kompleks olduğu kadar kolay dinlenebilir olan bu albüm led zeppelin sınırları dahilinde hayli deneysel, yenilikçi bir albümdür aynı zamanda.

led zeppelin'in tarihine baktığımızda her albüm bir şeyler ilave ederek ilerlediğini görürüz. debut albümünde blues rock ile başlamış, ii'de buna hard rock ilave etmiş, iii'de folk'u katmış, iv'de bu formun en özgün hali verilmiş, houses of the holy'de buna funk, reggea gibi türler de eklenmiş ve son olarak physical graffiti'de bu özgünlük korunarak progressive ve doğu müziği gibi etkilenimlerle titiz bir kayıt süreci sonunda zeppelin'in doruk noktası ortaya çıkmıştır. bu albüm bir dağın tepe noktası olarak düşünülebilir keza bu albümden sonraki albümler -güzel olmalarına rağmen- zeppelin'in diskografisinde bir düşüşü yansıtmaktadır.

john bonham'ın groovy davulları, robert plant'in yanık sesi, jimmy page'in büyüleyici gitarları, john paul jones'un harika basları ile hafızalara kazanan bu birbirinden güzel 15 şarkıdan oluşan double albümden öne çıkan parçalar: in my time of dying, kashmir, in the light, down by the seaside, ten years gone, sick again

1. pink floyd - dark side of the moon (1973)

gelmiş geçmiş en büyük albümlerden olan dark side of the moon kelimelerle anlatılamayacak birçok duyguyu barındırıyor. yaşam, ölüm, zaman, para gibi insanın hayatına en çok etkisi olan ve en çok düşündüğü kavramları bu kadar yalın, kusursuz ve ihtişamlı bir şekilde müziğe döken başka bir albüm yok. bu müzikten de öte bir albüm. müziğin kalıplarını yıkarak bir insanı baştan sona değitirebilecek güce sahip. bu albüm 20. yüzyılda dünyanın başına gelmiş en güzel şey de olabilir. bu albümdeki insanüstü yaratımı görünce bu albümün püf noktasının bir takım ilham perilerinin dokunuşundan daha fazlası olduğu belli oluyor. ne olduğunu ben de bilmiyorum. albümü bu kadar ulaşılmaz yapan da bu sanırım. 

dark side of the moon'un 60'larda psychedelic sularda başarılı bir şekilde yüzdükten sonra atom heart mother ile birlikte yüzünü progressive rock'a çeviren pink floyd'un ilk oturmuş albümü olduğu da söylenebilir. sözlerin hepsinin roger waters'a ait olduğu albüm çok büyük satış rakamlarına ulaşarak pink floyd'u popülerlik anlamında da zirveye taşımıştır. vaktinde ingiltere'de her 4 aileden birinde bu albümün olduğunun iddiası ne derece doğru bilmiyorum ama birgün tüm dünyaya aynı anda endonezya'nın sokaklarından, meksika'nın caddelerine kadar bu albüm çalınabilse dünya bambaşka bir yer olurdu.

romantikliği bırakarak albümün öne çıkan parçalarına geçeyim: breathe, time, great gig in the sky, us and them

Yazarın diğer derlemelerine aşağıdaki bağlantılardan ulaşabilirsiniz