TARİH 21 Eylül 2022
61,9b OKUNMA     1403 PAYLAŞIM

1 Yıl Fransa Elçiliği Yapan Yirmisekiz Mehmet Çelebi'nin Orada Şoke Olduğu Şeyler

1720 yılında Fransa'ya elçi olarak atanıp yaklaşık 1 yıl (11 ay) orada kalan Osmanlı devlet adamı Yirmisekiz Mehmet Çelebi'nin yaşadığı ve gördüklerini anlattığı Paris Sefaretnamesi kitabından birkaç eğlenceli bölüm.

kadınlar

"fransa'da erkekler karılara çok itibar ettikleri için karılar akıllarına eseni yaparlar ve canlarının istediği yere giderler. en yüksek bir beyzade en alçak seviyedeki bir kadına haddinden fazla riayet ve hürmet eder. avratların sözü geçer, hatta fransa avratların cennetidir, zira hiç zahmet ve meşakkatleri yoktur, istedikleri her ne ise hemen yerine getirilir deyu söylerler."

"paris sokakları çok kalabalık görünür, zira avratlar sokaklarda ev ev gezerler, asla evlerinde oturmazlar. erkeklerle kadınlar bir arada olduklarından şehrin içi ziyade kalabalık görünür. dükkanlarda oturup, alışveriş edip, pazarlık eden avratlardır."

(mehmet çelebi ve yanındaki osmanlı heyeti ramazan ayında iftar yaparken, fransız kadınları onları izliyor) 

"bu esnada ramazan-ı şerif geldi, oruç tuttuk ve geceleri cemaatle teravih namazı kıldırdık. bu esnada merşal gelüp ayan ve ekabirden selam getürüp ’rica ve niyaz ideriz ki, hanımlarımız gelüp iftar eyledüğünüzü ve yemek yedüğünüzü seyretmek isterler. eğer ki izniniz olursa cümlemizi sevindirirsiniz ve belki kralımız dahi hazzeder’ dediler. çaresiz kalup: ’elimizden ne gelür, hoş geldiler, safa geldiler’ dedik, gitti. anı gördüm ki akşama yarım saat kaldıkda bir iki yüz avret, altın ve ziynet içinde ve elmaslara batmış halde gelüp, karşu be karşu sandalyelere oturdular. güya konağımız kadınlar evine dönüp doldu, taştı. sonra etrafımızda olanlardan dahi iznimizi haber alanlar bir taraftan gelmede. birkaç bin kadın içinde kaldık. sanki düğün evine döndü. hele her ne hal ise bu azabı çeküp iftar ettük ve yemek yedük. bundan sonra teravih namazını gece eda eyledük. bunlar, teravih kıldığımızı ertesi günü haber almışlar. yine iftara yarım saat kalınca bir iki bin avret kızlar çıkageldiler. her biri şekerleme ve çörekler getirdiler. iftar ve taam eyledik. sahura kadar kaldılar. bunlar gitmezler, saat üçe varınca otururlar. meğer bunlar namazı beklerler imiş. çare yok, abdest alup namazı kıldık. tekrar izin istediler. her gece bunlar gelüp iftar ve taam ile namazımızı temaşa etmek için yalvarır oldular, izin verdük. cemaatle oturup gece teravihi tamam eda idüp ilahiler ve tespihlerle bütün kadınlar bizi seyretti ve hayran oldular."

çalar saat

"başka bir odada kral'ın yatağını gördük. oldukça kıymetli ve son derece ince işçiliği olan bir yataktı. odanın birinde üstünde horoz bulunan bir saat gördük. saatin zamanı gelince horoz kanatlarını çırpıp ağzını açıyor ve bizim bildiğimiz horoz gibi üç defa ötüyordu. horoz öterken bir kapı açılıyor ellerinde gümüş kalkan ve topuz bulunan iki kişi dört çeyrek çalıp kayboluyor. bu kapılar kapanınca başka bir kapı açılıyor, ortaya tahtına oturmuş bir kral çıkıyor. onun üzerinde de başka bir kapı açılıyor, elinde bir taç olduğu halde güya bir melek çıkıp, elindeki tacı kralın başı üzerinde tutuyor, yine aynı anda bir güneş doğup ortalığı aydınlatıyordu. bu sırada saat harekete başlayıp bir devir tamamlandığında, daha önce dışarı çıkmış olan şekilcikler yine çıktıkları yerlere girip ortalıktan kayboluyorlardı. sonunda da kapılar kapanıyor, saat çalışıyordu. saatten başka o kadar çok tuhaf şeyler gördük ki, gördüklerimin hepsini anlatamam. başka bir bölümde ince hesaplarla yapılmış, birbirinden geçme sayılamayacak kadar çok odaları ve daireleri olan akıl almaz yerler gördük. versay öyle bir saraydır ki, avrupa'da bile bir eşi yoktur, diye ün yapmıştır. "

ahır, havuz, fışkiye

sarayın tam karşısına birine büyük ahır, diğerine küçük ahır adını verdikleri iki ahır yapmışlar. ahırların her biri, bağ ve bahçeleriyle, bir sürü dayalı döşeli odasıyla koskoca bir saraydır. atları bağladıkları yerleri bile o güne kadar görmediğimiz bir şekilde, kârgir ve kubbeli kemerlerle yapmışlar. ahırdaki bu göz kamaştırıcı durumu görünce kendimi tutamamış ve : "bir ahır için bu kadar masrafa ne lüzum vardı?" diye sormuştum. bana : "ahırımız mahsus öyle yapılmıştır. fransa kralının ahırı kayser'in sarayından daha güzeldir, denilmesi için böyle masrafa girilmiştir." dediler. bahçelere akıttıkları sulara da çok büyük emekler harcamışlardı. bütün yolları gezip dolaştık. yüksekçe bir tepenin üstünde bir havuz vardı, bütün sular o havuzda toplanıyormuş. onun yakınlarında, yüz metreye yakın, merdivenle çıkılabilen büyük bir mahzen yapmışlar, en üstünde bakırdan, büyük bir havuz var. yine bakırdan beş tane, içine adam sığabilecek büyüklükte künkler koymuşlar, içinden sular akıp havuzu dolduruyorlardı. bu havuzdan da çeşitli yanlara akıp gidecek yollar yapılmış, bu yollarla nereye istenirse oraya su akıtılabiliyordu. çevredeki bütün suları yaptıkları özel yollarla bir araya toplamışlar, sanki ortaya büyük bir nehir çıkmış. bu nehire benzeyen su da tepedeki havuza akıyordu. bu bahçe de, dünyanın garip şeylerinden sayılmaya değer, oldukça güzel bir yerdir. "

ameliyathane, insan ve hayvan kadavraları, bitkiler

"paris'te öyle tuhaf bina, saray ve bahçeler vardır ki, hepsini anlatmam mümkün değil. kral'ın bahçesi olan bir bahçe gördük. bu bahçede birkaç daire bulunuyordu. dairelerden birisi ameliyathane imiş. ameliyathanenin ayrıca özel bir doktor hocası da vardı. memlekette ne kadar kuş çeşidi varsa hepsinden tutup keserek burada ayrı odalara koymuşlardı. başka bir bölümde kocaman bir fil gördük: fili parçalara ayırıp zincirlerle bağlamışlar, bunu gören, fil ayakta duruyor sanır. fakat fil etten ve yağdan ayrılmış olup, kemiklerinin birbirinden ayrılmaması için her organı değişik demir tellerle tutturulmuştu böyle olduğu halde bütün organları rahatça seyredilebiliyordu. dairenin diğer taraflarındaki bütün kuşlar bunun gibiydi. kuş ve hayvanlardan başka kadın, erkek, çoluk, çocukta cesetler halinde duruyorlardı. bütün organları rahatça seyredilebiliyor. etlerin, yağ, damar ve sinirlerin daha iyi görünmesi için de her organı ayrıca balmumundan yapmışlardı. hepsini teker teker incelemek mümkündür. buradaki iskeletler öğrencilere ders sırasında da gösteriliyormuş. damar ve sinirlerin renkleri aynen aslına benzetilmişlerdi. bu gibi incelik isteyen işlerde fransızların dikkat ve titizliklerine diyecek yoktur. binanın bir dairesi de tıbbiye'dir. onun da ayrıca bir yönetici hocası bulunmaktadır. bahçenin tamamı tıbbiye'nin emrine verilmiş. oradan eczahane'ye gittik. çeşitli odaları ayrı ayrı hücrelere ayırmışlar, birçok şişeye de çeşitli ilâçları toplamışlar. dünyada ne kadar ilâç varsa, hepsinden burada bulmak mümkündür. ayrıca, saymakla bitmeyecek kadar çok, deniz ve karalardan taşlar, ağaçlar, tuzlar ve madenler toplamışlardı. buradan bahçeye çıktık. bahçeyi söyle bir dolaştığımızda, tıp kitaplarında sadece adlarını duyduğumuz birçok bitkiyi burada gördük. bu bitkileri toplamakta o derece titizlik göstermişler ki, acem ve özbek ülkesinde yetişen bitkilerden bile getirip dikmişler. hint'ten, çin'den, özellikle amerika'dan bir sürü görülmemiş bitki ve ağaçları getirmişlerdi. sayılamayacak kadar çok olan bu bitkileri görmeyenlere anlatmak oldukça zor; bir yerde mümkün değil! paris'in hatırı sayılır soğuk bir havası olduğundan, amerika kıtası bitkilerinin yetişmesi için uygun değildir. bunun için de çare bulmuşlar: limonluk gibi kışlıklar yapıp, dört yanını camla çevirmişler. boş olan alt bölümlerine de ocaklar yapmışlar, şiddetli kış günlerinde amerika havasını andıran bir hava meydana getirmek için bu ocaklarda ateş yakıyorlarmış, yani bizdeki hamam gibi altlarından ısıtılıyorlar. havasının ılık olması için de bakır döşemişler, bunu kullanıyorlardı. "