Amerika'yı Anlatıyor Gibi Yapıp Aslında Her Ülkeyi Anlatan Mad Men'i Özel Kılan Şeyler

Mad Men dizisinin esasında anlatmak istediği şeyleri kurcalayan şık bir analiz.
Amerika'yı Anlatıyor Gibi Yapıp Aslında Her Ülkeyi Anlatan Mad Men'i Özel Kılan Şeyler

uzzzuuuun zamandır bir güzelleme yazasım vardı bu sigaranın zararlı olup olmadığı daha netleşmemiş, doğum kontrol hapı kullanan bekar kadının orospu sayıldığı, erkeklerin ter kokusunu bile maskülenlik sanıp deodorantı lüks gördüğü hikayeye.

60’ların amerika’sını anlatıyor gibi yapıp son yılların türkiye’sine de, hatta dünyadaki bircok ülkeye de ayna tutuyor mad men. bu sadece dizidekilerin hikayesi değil, bizim de hikayemiz.

en büyük ustalığı, dönemi sadece dekor olarak kullanmamasında. mart 1960’tan kasım 1970’e kadar ilerleyen bir zaman çizelgesi var ve neredeyse her bölüm, tarihten bir sayfa gibi işlenmiş: kennedy ve martin luther king suikastleri, marilyn monroe’nun ölümü, aya ilk ayak basılması, vietnam, nixon… bunlar “bölüm konusu” yapılmadan, arkaplanda akar; biz ise televizyon karşısında don ve çocuklarıyla birlikte aya inişi izleriz, ofisteki beyaz adamların gözünden sivil haklar hareketini, evin salonundaki kadının gözünden feminist kırılmaları görürüz. weiner ve ekibinin tarihle, hava durumundan tren saatlerine, makyaj malzemesinin icat yılına kadar takıntılı detaycılığı, mad men’i sadece bir dizi olmaktan çıkarıyor. mad men biraz da hareketli bir tarih kitabı bu sebepten...

bu tarih kitabının sayfaları ise karakterlerle açılıyor

don draper, kimliğini savaş alanında ödünç almış bir adam olarak, kapitalizmin tam göbeğinde gövde gösterisi yaparken içten içe sisteme ve kendine isyan eden bir hobo’dur; yeniden doğmak için sürekli yok olur. betty, yanlış hayatın başrolüne zorla yazılmış, güzelliğiyle ödüllendirilip içi boşaltılmış ev kadını trajedisidir. peggy, daktilonun başındaki ürkek sekreterlikten, masanın diğer tarafına (yazar, yaratıcı, karar verici) geçerek, sistemin açtığı küçücük aralıktan içeri dalan kadın kuşağının kolektif hikâyesini taşır. joan, ofisi ayakta tutan hükümet gibi kadın olarak güzelliğinin hem para ettiği hem bedel ödettiği bir düzende, sonunda “zengin koca” yerine kendi şirketini seçer. roger, pete, sally, lane, ken, hatta izleyiciye gıcıklık olsun diye var olmuş glen bile bu dünyanın eksik parçası değildir; her birinin seneler içinde değişmesi, mad men’in asıl gösterişi biraz da. dizinin ilk bölümünde tanıdığınız kimse, finale geldiğinizde aynı kişi değildir, ama bu dönüşüm size bir noktadan sonra çok doğal gelir.

mad men, büyük olayları bağırarak anlatmak yerine küçük anların üstüne titreyerek konuşuyor. bir piknik sonrası draper ailesinin çöpünü çayıra bırakıp çekip gitmesiyle, 60’ların çevre bilincine; ofisteki dumanaltı ortamla, sigaranın nasıl normalleştirildiğine; siyahilerin hep şoför, hizmetli veya en fazla sekreter kaldığı sahnelerle, ırkçılığın gündelik haline ışık tutuyor. reklamcılığı, mutluluk satma sanatı olarak tanımlarken de acımasızdır. aşk bile naylon çorap satmak için icat edilmiş bir illüzyona dönüşüyor. yine de dizi, salt alaycı bir mesafe koymuyor. bir yandan karakterleriyle empati kurduruyor, diğer yandan onların içinden geçtiği dünyayı, bugünün gözünden sorgulatıyor. bu yüzden birçok izleyici için mad men, bir diziden çok, yedi yıl süren bir romanı seyretmek gibi.


tüm bu hikâyeyi taşıyan estetik de başlı başına bir güzelleme konusu

takım elbiseli erkekler, kuyruklu eyeliner’lı kadınlar, barların mavi-kırmızı neonları, ofisteki çim biçme makinesi faciasından, kodak carousel sunumuna uzanan ikonik sahneler… sigara dumanının havada çizdiği helezonik halkalar, viski bardaklarının buğusu, ofis mobilyalarının çizgisi, hepsi neredeyse erotik bir stil duygusuyla çekilmiş.

öyle ki dizi başladıktan sonra amerika’da genç yetişkinlerin viski tüketiminin artması, kozmetik markalarının mad men esintili koleksiyonlar çıkarması, lucky strike satışlarının sıçraması hiç şaşırtıcı değildir. dizi, anlattığı reklam dünyasının gerçek hayattaki etkisini yeniden üretir; neredeyse sekiz yıl süren, çok uzun metrajlı bir coca-cola/lucky strike reklamına dönüşür, ama bunu o kadar iyi ve zekice yapar ki izleyici gönüllü olarak bu oyuna katılır.


tabii bu güzellemenin içinde, diziyi sevenlerin bile dillendirdiği kusurlar da var

kimisi dizi uzun metrajlı sigara reklamından öteye geçmedi diyor. sürekli içki ve sigara; bugünden bakınca rahatsız edecek kadar romantize ediliyor. don’un abazalık sınırlarını zorlayan, bitmek bilmeyen ilişkileri bir süre sonra kendini tekrar ediyor. peggy’nin bebeğinin neredeyse tamamen unutulması da var. siyahilerin ve yan karakter çocukların arka plana itilmesi de var.

finalde coca-cola reklamına bağlanan büyük aydınlanma sahnesi ise kimi için deha, kimi için kapitalizmin her duyguyu yutmasının fazla ironik bir ilanı gibidir de. dizinin yavaş temposu, olay odaklı gerilim bekleyenler için mal gibi izledim meğer çoğunu kaçırmışım hissi de bırakabilir. bu sebepten, mad men dikkat istemeyen arkada akacak bir dizi değildir ve bu da herkesin sabrına hitap etmeyebilir.

Sonuç olarak

yine de bütün inişleri, çıkışları, zaafları ve fazlalıklarıyla mad men, televizyon tarihinin hem bir döneme hem insana yazılmış en güçlü güzellemelerinden biri olarak yerini alıyor. don’un her seferinde kaybolup daha büyük bir fikirle geri dönmesi, peggy’nin sıfırdan yükselişi, joan’un bedel ödeyerek özgürleşmesi, betty’nin zamana direnmeye çalışırken kırılması... hepsi birlikte, mutluluğun reklam panolarına sığmayan, çok daha karmaşık bir şey olduğunu gösteriyor aslinda. mad men bittiğinde jenerik akıp gidiyor, ama geriye, viski bardağına bakıp içimizden sormaya devam ettiğimiz o soru kalıyor. hepsi bu muydu?

ve belki de dizinin en büyük başarısı, bu soruyu hem onlara hem kendimize aynı anda sormayı öğretmesi.