2001: A Space Odyssey Filminin Bölüm Bölüm Alt Metin Açıklaması
Bazı kritiklerde film The Dawn of Man, Jupiter Mission ve Jupiter and Beyond the Infinite şeklinde 3 bölüm olarak inceleniyor. Bu derlemede film, The Monolith on the Moon kısmı eklenerek 4 bölüm halinde incelenmiştir.
insanın doğuşu (the dawn of man)
ilk sahneler zeki hayatın başlangıç safhalarıyla ilgilidir. insanın öncüllerinin hayatına tanık oluruz. mücadele mütemadidir ve korku her yerdedir. bu karmaşa arasında yekpare taşımız uzaylılar tarafından oraya konulur ve merakı, korkusunu yenecek kadar gelişmiş olan bireylerin dokunmasıyla bir evrim katalizörü görevi görür [bu arada romanda taşın boyutları verilmiş ve 1-4-9'un katları olduğu görülmüş]. insan ilk defa gerçek üstünlük duygusunu tadar, etrafındaki dünyayı şekillendirmeye ve aletlerle diğer canlılara hükmetmeye başlar. işte o kaval (yahut kaburga) kemiği bu sürecin başlangıcını temsil eder. bu noktada, hiç de uzmanı olmadığım sinema tarihinin en müthiş geçiş sahnelerinden biriyle uzay çağına bağlanırız…
aydaki monolith (the monolith on the moon)
bu sahneler çok görkemli ve uzundur. uzun olmasının nedeni kubrick'in kafanıza sokmaya çalıştığı görüşüdür. o görüş ki bir tek bana malum olmadı elbet, internet sitelerinden de yardım aldım ve: insan alet yapımında çok ileri gitmiştir (yani evrimi bu yönde değişmektedir) ve havada süzülen kemikten uzayda süzülen gemilere gelmiştir süreç. nitekim uzayın korkunç sessizliği ve boşluğu arka plan olarak kullanılarak burada insanın bu aletlere iyice bağımlı olmuş olduğu, onlarsız bir halt yiyemeyeceği anlatılır. dahası kemiğin geri geleceği noktayı bilmemize karşın, gemilerin süzülmesi, sürüklenmesi ön plana çıkarılmış, yani kontrolün eskisi kadar insan da olmadığı vurgulanmış.
ayrıca uzay sahnelerin bu kadar uzun görünmelerinin bir nedeni de, saçma sapan ses efektlerinin kullanılmamış olmasıdır. gerçekten de bu bilimkurgu filmleri öyle bir hava yarattı ki, uzay gemisi görünce motorlarından ve lazer toplarından şöyle esaslı sesler gelmesi gerektiğini düşünürüz. oysa ses havanın titreşimiyle oluşur; klasik müzik haricinde uzayda bir şey duyulmaz.
bu noktada ayrıntılar mükemmeldir. örneğin uzay gemisinde tuvaletlerin nasıl kullanılacağı anlatılır, koca koca adamlar bebek maması yer, yürümeyi bile yeni öğrenirler, vs. yani dünyayı tamamen kontrol altına almış olan insan, uzayda ise daha macerasına yeni başlamaktadır, hala bir bebektir.
ay gezisinde başka bir monolite rastlanır. geride bırakılmış olan bu taşın görevi insanlığın gelişimini kontrol etmek, bilinç gelişmesini incelemek ve romanda da anlatıldığı gibi zararlı otları ayıklamaktır. gerçekten de insanların burnu büyümüş, uzayda daha bebek oldukları gerçeğini unutmuşlardır. dikkat ediniz, ilk taşa dokunan maymun çok korkmuş ve kafası karışmış iken, insanlar o kadar rahat ve umarsızdırlar ki, işi eğlenceye vurup fotoğraf çektirirler. o anda filmin kopması, insanların hala gidecek çok yolu olduğunu ve onlara yapılmış bir uyarıyı temsil eder.
bu uyarı sonucunda kısa bir süre geçmesi gereklidir, o jüpiter yolculuğu başlayana dek.
jüpiter görevi (jupiter mission)
18 ay sonra jüpiter'e gidilir, nitekim birtakım garip radyo dalgaları buradan yayınlanmaktadır ve esrarengiz monolitlerin sırrı çözülebilir. bu yolculuk sırasında protagonistimize karşılık, filmin tek kötü adamı hal’la tanışırız.
bu hal şerefsizinin o kırmızı-sarı karışımı “gözü”nün, kaç geceyi bana zindan ettiğini bir bilseniz. bu kadar basit bir tasarımla, bu kadar inceden bir gerilim yakalanmıştır yani. o halin gözüdür. sizi değerlendiren, yargılayan, fikir yürüten bir göz. ve bu göz sayesindedir ki hal mürettebatın, insan doğalarından gelen zayıflıklarının farkına varır. o uzun uzun inceleme sahneleri, medikal aletlerin bip bipleri filan bunu vurgular. bunlar üşürler, yorulurlar, yemek yerler, ölürler. hal kendi farklılığının farkına varmak suretiyle bilinçlenir. satranç sahnelerinin de önemi buradadır; o insanlardan üstündür.
eninde sonunda hal da hata yapar ve mürettabat onu kapatmak isteyince artık o çoktan kritik eşiği geçmiştir. yani bu düdükler de kim oluyor da benim gibi şahane bir şeyi öldürebilirler? evet, ölüm her “canlı”nın yüzleşmekten korkacağı ve kaçınacağı bir durumdur. hiçlik kadar korkutucu bir şey yoktur. hal buna razı olamaz.
evet mürettebatımız, daha tam tanıyamadan, kanımız kaynayamadan sizlere ömürdür. bu sahneler de takdire değer. son derece soğukkanlı, basit şekilde öldürülür hepsi. bütün ölümler insanın acizliğini ve kendi yaratımlarına olan aşırı bağımlılıklarını vurgular.
bu bölümlerde acizliğin vurgulandığı bir başka yer daha var: o da esas oğlanımızın uzaya tamir görevi için çıktığı sahne. burada astronot kıyafetiyle, tek bir kamera açısından, seyahati üç dakika kesintisiz gösterilir. arkada bomboş uzay vardır sadece, klasik müzik bile yoktur, hiçbir şey yoktur. bir tek şey hariç: nefes alma sesi. o kafadaki cam fanusun dışarısı insanın egemenliğinde değildir hala, dedik ya, hala bir bebek o.
evet, hal halinden memnundur, kendine güveni tamdır ve esas oğlanımızla girdiği ağız dalaşını erken noktalar (this conversation serves no purpose, goodbye dave). ama hesap etmediği, edemeyeceği bir şey vardır: insanın deliliği, cesareti, tahmin edilemezliği. olmadık bir yoldan kahramanımız gemiye girince, hal’in ses tonunda şaşkınlık ve korku belirir. bu sahnelerdeki diyaloglar ve daha önemlisi halin ses tonu çok etkileyicidir, insanın içini burkar.
insanoğlu, evriminin bu evresinde, kendi yaptığı aletlerin en müthişi tarafından az daha yok ediliyordu. bu sorumsuz gelişme ve kendine güven az kalsın pahalıya patlıyordu. esas oğlan, bu mücadeleyi, bir tornavida darbesiyle kazanır. o tornavida ki, aletlerin en basiti olduğu halde, en mükemmelini yıkmakta kullanılmıştır. yani kendimizi biraz daha zorlarsak, uygarlık değerlerinden bir geriye dönüşü görebiliriz. bu evrim, yanlış ve tehlikeli bir evrimdir ve bir girdap gibi bizi içine çekerek kendi mahvımızı hazırladığımızı bize fark ettirmez. fakat artık insane, bu döngüden kurtulmuştur. jüpiter’e gitmesinin ve tanrısıyla tanışmasının artık zamanı gelmiştir…
jüpiter ve sonsuzluğun ötesinde (jupiter and beyond the infinite)
film bu bölümlerde kendini aşar, yönetmen bile ne yaptığını anlamaz. daha doğrusu sanırım arthur clarke demişti, ben bu sonunu anlamadım diye. neyse üzülmeyelim, biz daha akıllıyız.(daha doğrusu onun zamanında internet yoktu). insan kendi evriminin tuzaklarına düşmemiştir. yani aletlerine ve egosuna bu kadar bağlanıp kendisine yabancılaşmaya bir dur demiştir.
o monolitleri yerleştirenler de insanı almış, fantastik bir yolculuktan sonra bilinmeyen bir yere getirmişlerdir. efektlerden anladığım kadarıyla (bazı renk katmanlarının üstünde mason kelimesini gördüğüme de eminim) zamanın ve mekanın ötesine geçiyor insan. burada kurtulması gereken o son yükten de kurtulacak ve evriminin (tekamül mü yoksa) bir sonraki basamağına yükselecektir: bu yük, ölümdür, bedendir.
o son sahnelerdeki kuruluma kapılmayın. yani bu otel odası da ne böyle, beyaz beyaz, iyice sapıttı bu film demeyin. o sahne, kelimenin tam anlamıyla bir "sahnedir" artık. hiçliğin ortasında son derece sürreal bir tecrübedir. bu sahnede yaşlılığını görür, bedeninin gittiğine tanık olur. ama beden sadece bir araçtır; bilinç ölümsüzdür. yemek sahnesinde yaşlı adam bardağı devirir ve bardak kırılır. bu bedendir ama bardağın içindeki yok olmamıştır. ölüm korkusunu yenerek özgürlüğünün önündeki son engeli de aşar ve bedeni olmayan, zamandan bağımsız, bilinçten ibaret bir varlığa dönüşür: yıldız çocuk olmuştur. [her ne kadar nietzsche üstinsan tanımında bu kadar iddialı olmamış olsa da...]
evet kardeşlerim, filmin bana ifade ettikleri, gönül telimi titreten tarafları bunlardır. bunlar entel dantel ayağı mıdır, yoksa gerçekten de kubrick yaratıcı bir usta mıdır, vicdanınız karar versin. her ne kadar bu seviyede bir çığır açmamış olsa da (unutmayın, sinemacılık bakımından hiçbir şey söylemedik bile, özel efektleri, renkleri, müzikleri, kısaca herbir öğesi özenle yaratılmış)...
bir başka eksik anlaşılmış ve hak etmediği kadar kötülenen film için (bkz: blade runner)