19. Yüzyılda Mezarların Açılıp Kalplerin Yakıldığı Acayip Olay: New England Vampir Paniği
new england’ın sisli topraklarında, 18. ve 19. yüzyıllar yalnızca hastalık ve ölümün değil, korkunun da yüzyılları oldu. tüberküloz, o dönemin deyimiyle consumption (verem), insanların bedenlerini yavaş yavaş tüketirken, ruhlarına da başka bir felaket yerleşiyordu: vampir korkusu. geceler, yalnızca öksürük sesleriyle değil, mezar kapaklarının aralandığına dair fısıltılarla da bölünüyordu.
insanlar, sevdiklerinin çökmesini izliyordu. solgun yüzler, çökmüş gözler, kanla ıslanan mendiller… her ev, ağır ağır yok oluşun bir sahnesine dönüşmüştü. o zamanlar kimse hastalığın gerçek sebebini bilmiyordu. bildikleri tek şey şuydu: evde biri ölünce, kısa süre sonra bir diğeri de hastalanıyor, sonra bir başkası daha. bu yavaş kıyımın, ölülerin mezarlarından kalkıp hayatta kalan akrabalarından beslenmesiyle ortaya çıktığına inanılıyordu. yaşayanların hayatını emen ölülerin olduğuna inanmak, çaresizlik içinde tuhaf bir mantık hâline gelmişti.
topluluklar, korkuya teslim oldu. mezarlar geceleri kazıldı. toprak, ay ışığında sessizce açıldı. tabut kapakları gıcırdayarak kaldırıldı. eğer ceset “fazla taze” görünüyorsa, eğer kalbinde hâlâ sıvı kan bulunuyorsa, hüküm veriliyordu: o bir vampirdi. göğüsler yarılıyor, kalpler çıkarılıyor, organlar taşların üzerinde yakılıyordu. bazen çaresiz aile üyeleri, yakılan organların dumanını soluyor, bazen küllerini içerek kendi hastalıklarından kurtulmaya çalışıyordu.
bu karanlık dönemin en çok fısıldanan hikâyesi, 1892 yılında exeter kasabasında yaşandı.
exeter, rüzgârla eğilen tarlaların ortasında, sessiz ve yorgun bir kasabaydı. gençler çoktan demiryollarına gitmişti, geride yaşlılar, hastalar ve umudunu yitirmemeye çalışan aileler kalmıştı. brown ailesi de bu sessiz toprağın insanlarıydı. önce anne öldü, sonra küçük kızları. erkek çocuk edwin, ölüm korkusundan ve hastalıktan kaçmak için colorado springs’e gitti. mercy ise uzun süre dayanıyor gibi görünüyordu. ta ki bir kış günü, ölüm nihayet onu da bulana kadar.
birkaç ay sonra kız kardeşleri ölünce edwin yaşlı babasının yanına geri döndüğünde o da hastalanmış ve çökmüştü. tam da bu noktada fısıltılar yeniden başladı. bazı kasabalılar, bir araya gelip baba george brown’ın kapısını çaldılar. sesleri alçak, yüzleri korkuyla sertleşmişti. ailenin felaketinin sebebinin hastalık değil, mezardaki bir “şey” olduğunu söylediler. ölen karısı, mezarında yatmıyor… geceleri kalkıyor, edwin’in canını emiyordu.
george brown, sonunda boyun eğdi.
17 mart 1892 gecesi, kürekler toprağa saplandı. anne ve büyük kızın tabutları açıldı; bedenleri doğanın kuralına uygun biçimde çürümüştü. ama sıra küçük kız mercy’ye geldiğinde, herkes donup kaldı. bedeni neredeyse kusursuzdu. teninde hâlâ bir canlılık var gibiydi. kalbinde kan olduğuna yemin ettiler. karar verildi.
kalbi, yakındaki bir kayanın üzerinde çıkarıldı ve yakıldı. dumanı soğuk havada yukarı doğru kıvrıldı. külleri bir kaba koydular ve edwin’e içirdiler. bu, onu kurtaracak son çareydi.
kurtarmadı.
edwin, birkaç ay sonra öldü. yıllar sonra, mercy’nin gerçekten neden bozulmadığı anlaşıldı. donmuş toprak yüzünden mezara hemen verilememiş, soğukta bir süre bekletilmişti. bedeni donmuş, sonra hâlâ soğuk toprağa gömülmüştü. bir cesetten çok bir buz parçası gibi korunmuştu. ama bu basit gerçek, o gecenin korkusundan çok daha zayıf bir açıklamaydı.
brown ailesi, bu olayın gazete kupürlerini sakladı. hikâye yayıldı. o kadar yayıldı ki, atlantik’i aşıp londra’ya kadar ulaştı. rivayete göre, bram stoker’ın çekmecelerinde bu hikâyenin izleri bulunduğunda, çoktan “dracula”nın gölgeleri yazıya dökülmüştü.
belki de new england’ın mezarlıklarında gerçekten vampirler yoktu. ama korku vardı. cehalet vardı. insanların ölüm karşısındaki çaresizliği vardı. ve bazen, en karanlık masallar bile, gerçek acıların içinden doğuyordu.